Hep hayıflanmışımdır; Niçin
bizim köyümüzden hatta bölgemizden bir saz ustası, türkücü, dillere destan bir
âşık, edebiyatçı, yazar vb. çıkmaz diye. Nihayet kafama “dank” etti, şimdi
anlıyorum bu söylediklerimin niçin gerçekleşmediğini. Çünkü bizim köyde ÇEŞME
yok. Tabi ya!.. Çeşme olmayınca “Çeşmebaşı Kültürü” ve devamında o özlemini
çektiğimiz kişi ve ürünler ortaya çıkmayacaktır. Ama bunda bizim suçumuz yok;
bu hususta ne ben ne de köylülerimiz suçluyuz. Tek suçlu var o da şu bizim
AŞŞAPUVAR.
Köyün hayat menbaı bir su
kuyusunun ne suçu var demeyiniz efendim, bir değil, iki değil çok suçu var.
O’nun yüzünden değil midir ki köyümüzde bir tanecik bile olsa bir çeşmemiz yok.
Yaz kış kaynağından gür bir şekilde gelip de “gürül gürül” ses çıkararak akmasa
da “şırıl şırıl” akan suyu olmasaydı belki köyümüzde bir çok çeşmemiz olacak,
“Susadım çeşmeye varmaz olaydım...” şeklinde başlayan “yanık” türkülerimiz
dilden dile dolaşacaktı. Olmadı, ne yapalım, bu da bizim kaderimizmiş!.
Pınar’ın köyümüzdeki söyleniş
şeklidir Puvar. Aslında biz pınarın da ne olduğunu bilmeyiz. Pınardan kastımız
kuyudur, su kuyusu. İçinde suyu olsa da olmasa da su kuyusu. Suyu olmayan iki
kuyumuz vardı, biri Cafercüğün diğeri de Fikrücüğün puvarları. İlk kazıldığında
su çıkmış olmalı ki duvarları taşla örülmüş her ikisinin de. Cafercük, 5-6
metre derinliğindeki bu kuyunun suyu kaçınca yaklaşık elli metre öteye 2-3
metre derinliğinde yeni bir kuyu kazmış bu kuyu, sığlığına rağmen kıtlık
zamanlarında bile köylüye su sağlamıştı. Rıza Yılmaz’ın evinin karşısına denk
gelen Fikricüğün kuru kuyusu dikenli
çalı (bürük) içindedir.
Köyümüz bir dağ köyü olmanın
ötesinde bir TEPEKÖY’dür. İsmi Yukarköy olan kısımdan daha yukarıda olan
Karşıköy ve Çetillik (Çetirlik) daha da yüksek tepelerdedir. Garanukdere
(Karanlıkdere) ve Samsak (Sarımsak) köyleri hariç dere ve çay gibi akarsuyumuz
da yoktur. Bu nedenle “kuyu kültürü” yaygındır. Hemen hemen her ailenin
avlusunda kendine mahsus bir su kuyusu vardır. Okulun bahçesindeki tuzlu su
çıkan kuyu dışındaki su kuyularımızın her biri farklı tatlarda içilebilir
sulardır.
Tütün tarımıyla uğraşan
köylümüz için özellikle Mayıs ayında başlayan tütün dikmelerinde artan su
ihtiyacını karşılamak için tarla başlarına kazılan ve yağmur sularıyla
doldurulan göllerin yerini “su tankerleri ve su depoları” almıştır.
Kuyuyu “GÖL” den ayıran bir
çok özellik vardır. Bunlar, kuyu özel olarak eşilir, yuvarlak olarak kazılır,
su bulunduğu takdirde duvarları taşla örülür ve temel özelliği ise içinin
dışarıdan gelen “taşıma/dolma su” ile değil kaynağından çıkan “doğma su” ile dolu olmasıdır. Dışarıdan
yağmur suyu ve sair maddeler girmesin, kazaen çocuk ve hayvanlar içine düşmesin
diye su kuyuları PETEK (kuyunun ağzını kapatan beton künk) ile taçlandırılır.
Kuyu derin ise bir bir DOLAP (çıkrık) yapılır.
Dolu derken kastımız “ağzına
kadar dolmak” değil kova dalacak kadar su olmasıdır. Eğer kuyunun suyu kıt
olursa su çekmek için daldırdığımız kova dipteki az olan suyu bulandırır,
elimize içilemeyecek derecede bulanık su gelir. Gerçi Sonbahar’da baş gösteren
kıtlık zamanlarında bu bulanık suları bulduğumuzda “eğilir doğrulur” dua
ederdik. (Aslı “yatar kalkar” dua ederdik.) Aşşapuvarımız işte bu ağzına kadar
dolan ve hatta ağzından taşan bir “SU KUYU”sudur. Bu özelliği nedeniyle belki
de “PUVAR” yani “PINAR” adını almaktadır. Bir not daha düşelim, nedense bu
Aşağı Pınar’ın suyunu içmez, sadece çamaşır, bulaşık gibi temizlik işleri,
tütün dikmeleri, bağ-bahçe ve hayvan sulamak için kullanırdık.
(...)
Sözcük ormanında “kaybolmamak”
ya da kelimeler deryasında “boğulmamak” için önce her bir şeyin adını koyalım.
Referans kaynağımız Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğü olsun.
PINAR Nedir?
1-) Yerden kaynayarak çıkan
su, kaynak. 2-) Bu suyun çıktığı yer, memba. 3-) Çeşme.
ÇEŞME Nedir?
Genellikle yol kenarlarında
herkesin yararlanması için yapılan, borularla gelen suyun bir oluktan veya
musluktan aktığı, yalaklı su hazinesi veya yapısı, pınar.
KUYU Nedir?
1-) Su katmanına varıncaya
kadar derinliğine kazılan, genellikle silindir biçiminde, çevresine duvar
örülen, suyundan yararlanılan çukur. 2-) Toprağa kazılan derince çukur. 3-)
[mecaz] İçinden çıkılamayan durum veya yer. 4-) [madencilik] Yer altındaki iş
yerlerine ulaşmak için açılmış ve kesit boyutları derinliğine oranla sınırlı,
düşey veya düşeye yakın bağlantı yolu.
GÖL Nedir?
1-[coğrafya] Oluşması
genellikle tektonik, volkanik vb. olaylara bağlı olan, toprakla çevrili, derin
ve geniş, tuzlu veya tuzsuz durgun su örtüsü. 2-) Yapay su birikintisi.
Tüm bu tanımları “üst üste” ya
da “yan yana” koyduğumuzda değişen bir şey yok. Aşşapuvarımız her tanıma
uyuyor. Bazen akarı tıkandığında yol dahil çevresi baraj gölü gibi suyla
dolardı. Hem pınar, hem çeşme (tamam oluk ve yalak gibi yan yapıları yok ama yer
ile dümdüz oluşu doğal bir yalak vazifesi görüyor), hem kuyu ve hem de göl
vasfı taşıyan bu puvarın açılış tarihi belli değil. İsminde “Aşağı” ibaresi
olduğuna göre coğrafi olarak yukarısında oturanlar, yani ”Yukarı Köylü”
birileri tarafından yapılmış olmalı.
Köydeki su kuyularımız
genellikle evlerin avlusu içinde olup, her ne kadar teklifsiz, herkesin
kullanımına açık olsa da bir yerde “özel mülkiyettir.” hatta isimleri de
“Sefercüğün Puvarı, Cafercüğün Puvarı, Züverin Puvarı, Hasbinin Puvarı...” gibi
iyelik/sahiplik bildirir şeklindedir. Ama Aşşapuvar böyle değildir; herkes
istediği zamanda, istediği gibi tepe tepe kullanır. Yani kamu/devlet malıdır
bir yerde.
Bulmaca meraklılarımız bilir
“IS” “SAHİP” demektir. Bu durumda “sahipsiz” demek aynı zamanda “ıssız” demek
oluyor. Issız, kelime olarak “kimse bulunmayan veya az kimse bulunan, tenha,
yaban, yalnız, kimsesi olmayan” manalarına geliyor ama herkesin ortak kullanım
alanı olan aşşapuvarın ne mecazi ne de gerçek anlamda sahipsiz, ıssız olduğunu
söylemek mümkündür. Gece gündüz biteviye bir canlı sirkülasyonu bu suyumuzun
başında döner durur. Kuşlar, gurtlar, arı, sinek gibi börtü böcekler,
kurbağalar, yılanlar, tosbalar, ördekler, şibikler, kazlar(gögazları değil)
kargalar. öküzler(sığır ve kömüş), inekler, danalar, düveler, buzolar, taylar,
atlar, eşekler, hotuklar, gölbezler, cibenler, köpekler, minekler, kediler,
horozlar, tavuklar, cücügler, çocuklar, kadınlar, gençler ve adamlar, önü “yol
ve yolak” olan Aşşapuvar’a gelen ziyaretçiler. Mahşer yerini andırırcasına
bunca canlının herc-ü merc olduğu bir noktadan hiç hikaye çıkmaz mı? Ühüüü!
Çıkar. Hem de bissürü!...
(...)
Ne zaman, bir pınar, çeşme,
derekenarı gibi “subaşı konusu” geçse hemen aklıma Hz. Musa(as)’nın şu kıssası
gelir. Asıl hikayelerimize girmeden bu dînî hikayemizi anlatalım, kıssadan
payımıza düşen hissemizi alalım. (Yazı camii vaazına döndü, iyi mi?!..)
SABRIN SONU SELAMET
Hz. Musa (a.s) Tur dağına
çıkıp Rabbine münacatta bulunurdu. Bir münacatında:
– Ey Rabbim! Bana, kullarına
uyguladığın adaletini göster, diye dua etti. Allahu Teala:
– Ey Musa! Sen atılgan, cesur
ve aceleci birisin; sabretmeye gücün yetmez“ dedi. Musa (a.s):
– Senin özel yardımınla
sabredebilirim, dedi. Allah (c.c):
– O zaman filan yerdeki
ÇEŞME’nin yanına git, çeşmenin hizasında, orayı görebilecek bir yere gizlen;
kudretime ve gaybî ilmimde sırlarıma bak! buyurdu.
Musa (a.s) çeşmenin
yakınlarındaki bir tepeciğe çıktı ve kendini gizleyerek çeşmede olacakları
gözetlemeye başladı.
Biraz sonra çeşmeye bir atlı geldi.
Adam atından indi, suyunu içti. Sonra, acele ile atına binerken bir kese altını
düşürdü.
Atlıdan sonra çeşmeye küçük
bir çocuk geldi; çeşmeden su içti, o esnada altın kesesini gördü, onu alarak
gitti.
Çocuktan sonra çeşmeye ihtiyar
ve kör olan bir adam geldi; su içti. O sırada atlı, altın kesesini düşürdüğünü
anlayınca geri döndü. Çeşmenin yanında ihtiyar kör adamı görünce hemen yakasına
yapışıp ona:
“Ben burada az önce bir para
kesesi düşürdüm; kesemi bana ver! Çünkü buraya senden önce başka birisi
gelmedi!” dedi. İhtiyar kör:
”Baksana ben yaşlı ve kör
birisiyim! Nasıl olur da senin keseni görebilirim?” dedi. Atlı, yaşlı adamın
sözüne inanmadı, kızdı; kılıcını çektiği gibi adamı orada öldürdü. Yaşlı adamın
üzerinde kesesini aradı ama bulamadı. Atına binip tekrar yoluna koyuldu. Musa
(a.s) o an daha fazla dayanamayarak:
“Ey Rabbim! Sabrım tükendi.
Ben biliyorum ki sen en âdilsin. Acaba bu gördüğüm şeylerin aslı nedir?” dedi.
O esnada Cebrail (a.s) geldi ve şöyle dedi:
“Ey Musa! Allah (c.c) şöyle
buyuruyor: ‘Ben senin bilmediklerini ve bütün gizlilikleri bilenim.
Gördüklerine gelince:
– Keseyi alan küçük çocuk,
hakkını ve kendisine ait olan malı aldı. Onun babası bu atlı adamın yanında
ücretle çalışan bir işçiydi, ama parasını alamamış, alacakları birikmişti. İşte
bu altınlar onun hakkıdır. Bu ihtiyar ise kör olmadan önce atlının babasını
öldürmüştü. Bu da onu öldürerek (benim katımdaki) KISASI uyguladı. Gördüğün
gibi her hak sahibi hakkına kavuştu. Benim adaletim çok gizlidir.”
***
Bir yerde su varsa orada hayat
daha bir başka, daha bir canlı, daha bir heyacanlı ve daha bir hareketli olur.
Su, hareketli hareketsiz tüm canlıların ortak yaşam kaynağıdır. Hareketsiz
canlılardan kastımız bitki örtüsü ve ağaçlardır. Bunlar da ölüp ölüp dirilirler
suyu gördükçe, her bahar yeniden doğarlar. Ama hareketli canlılar böyle mi?
Onlar için su ölüm-kalım meselesidir, bir ölürlerse bir daha dirilemezler
kıyamete kadar. Ya aralarında bir düzen kurup, suyu ve hayatı paylaşarak
birlikte yaşayacaklar ya da kaos oluşturup savaşarak, kendilerine suyu zehir,
hayatı zindan edeceklerdir.
Aşşapuvar’ın yanında
yaşananları ben bir yerde “herc-ü merc” olarak tanımlasam da hayatın özünde var
olan düzen burada da hüküm sürmektedir, bir nizam ve intizam dahilinde; zaman
zaman bazı hayatlar çakışsa da… “Çakışan Hayattan” kastımız örtüşemeyecek canlı
kümelerinin üst üste gelme durumudur. Nasıl ki kurt ile kuzu yan yana gelemez
ise tıpkı bunun gibi tüm canlılarda var olan “KAS SİSTEMİ” de bu suyun başında
geçerlidir. Kültürümüzde “su küçüğün, yol büyüğündür” ama o kural burada
geçersizdir. Farklı yaşam zincirinden gelen herkes kendi koyduğu kuralı
uygulamaya kalkınca iş “BÖLÜŞME” yerine “GÜCÜ, GÜCÜ YETENE” dönüşüyor. Herc-ü
merc ‘den kastım buydu. Herc-ü merc, Arapça’da kaos olarak tanımlanırken,
Süryanice ve Farsça’da ölüm, öldürme olarak tanımlanıyor.
İş dönüp dolaşıp “HAK-HUKUK”
konusuna, hak, “haklının mı güçlünün mü?” sorusuna dayanıyor. İnsanların, onca
gelişmişlik özelliklerine rağmen kendi aralarında halledemedikleri bu basit
kuralı hayvanlardan beklemek abesle iştigal olur.
Alman Hazerfen, Edebiyatçı,
Politikacı, Ressam, Doğa Bilimci ve düşünür Johann Wolfgang Von Goethe
“İNSANLARA ALIŞMAMIŞ İNSANLAR”dan bahseder. Biliyoruz ki insana alışmış
hayvanlar, insana zarar vermezler, biz bunlara “ehlileştirme ve evcilleştirme”
diyoruz. Hak’kın kime ait olduğu sorununu çözmek için de hayvanı insana
alıştırdığımız gibi “insanı da insana alıştırmamız” gerekmektedir.
Sözü fazla uzattım,
“reytingimi” düşürmeden şu hikayelere girmek lazım. “HİK YE”’ nin de hikâyesine
folklorik bazda kısaca değinelim ki köy
yerinde hikâyenin geçerli bir hükmü yoktur aslında. Temel itiraz şekli, ”geç
bunları, bana “HİK YE ANLATMA” ya da inanmıyorum sana hikâye bunlar!”
tarzındadır. Tanım olarak hikâye, “yaşanmış ya da yaşanması mümkün olan bir
olayın ve bu olayla ilgili kimselerin halet-i ruhiyelerini anlatan
metinlerdir.” İşte size başımdan geçen Metinli bir hikaye metni.
DELÜ
MEMEDİN DANASI BENİ SÜSTÜ
Aşşapuvar yanında hüküm süren
hayatlar özellikle havaların iyice ısındığı yaz günlerinde zirve yapmaktaydı.
Kış boyunca evindeki insanlar, ahırdaki hayvanlar, yerin altındaki ve üstündeki
tüm canlılar yaz gelince her yerde olduğu gibi bu kuyunun başında da dönüp
dolanırlardı. Benim hikayem havanın iyice ısındığı Temmuz ayının bir öğle
vaktine denk geldi.
Henüz pantolon giyecek çağa
erişmemiş altında “Timi” ile gezen çocuktum. Öküzler çiftte çubukta, büyükler
tarlada tabakta olduğu için köyün sokaklarında ve köyaltı meşveretlerinde mal
gütmek biz çocuklara kalıyordu. Her hanenin hayvanı sürü aklıyla hareket eder,
birbirinden ayrılmadan tek küme olarak “yayılır/otlanırdı.”
Hepsi olmamakla birlikte,
özellikle genç erkek sığırlar yani danalar yaninin yanisi boğalar, tanıdığı
tanımadığı insan ya da hayvan kim olursa olsun gördüğünde boynuzlarına
güvenerek onu süser/boynuzlar, özellikle korunaksız insanlara ciddi zararlar
verir idi. Hani şu İspanyolların sokaklardaki boğa festivalleri var ya, hah,
tam onlar gibi.
Bir Hadis-i Şerifte; “Her hak
sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas
sûretiyle hakkı alınacaktır.” buyrulmaktadır. Bu boynuz hikayesi hayvanlar
arasında bir sorun olduğu gibi hayvanlar ile insanlar arasında da bir sorundur.
Hatta hayvanlarda olan bu boynuz sorunu gün gelir insanlar arasında da sorun
olur. İnsanlar yaptıkları bir takım fiillerle “boynuzlu” olmakla suçlanır,
birisini çok kızdırmışsak elindeki bastonla üstümüze yürüyüp “kırarım senin o
boynuzlarını” diye bizi tehdit edebilir. Biz insanların boynuzları teşbihidir
ama hayvanların boynuzları gerçektir. Yukarıya doğru olan, birazda hafif öne
eğik ve uçları sivri bir çift boynuza sahip olan bir öküz kendini sığır
sürülerinin kralı zanneder, sağa sola saldırır, önüne gelene boynuz atar bu
yüzden her hayvan hatta çocuklar ondan çekinir, korkardı. Şimdi soyları kurudu
tabi.
Beni süsen Delü Memet dayımın
danası da böyle bir öküz adayı idi. Boynuzlarına güvenerek herkese efelenir, bu
yüzden kendi ailesi dışında hiç kimse tarafından sevilmez, herkes ondan uzak
durur, sosyal mesafesini korur idi. Biz çobanlar da zaten hayvanlarımızı birbirine
karıştırmaz, hatta yaklaştırmazdık bile. Yoksa, ineklere hava atmak isteyen
öküz adayları birbirleriyle “furuş/kafa kafaya itişip kakışma” edeceğiz diye
yayılmayı/otlamayı bırakır, akşam eve aç dönerler, “bu hayvanın karnı niye aç?”
diye bir ton laf işitirdik. Hayvanın aç ya da tok oluşu yiyecek için sağa sola
sarmasının yanında, karnının şişliğiyle ölçülür, arka ayaklarının sırt kısmıyla
birleştiği noktada her iki yanında pencereyi andıran birer kesit vardır,
soldaki sabit kalsa da sağ tarafındaki kesitin dışarıya doğru şişkinliği
tokluğu, içeriye doğru çökük oluşu hayvanın aç olduğunu işaret eder.
Bu furuş etmeler esnasında
karın boşluğuna boynuz darbesi alan hayvan dalaklanır, böğürerek yere yığılır,
bacak kadar boyumuzla koşar gider, bir baytar edasıyla yerde yatan dalaklanmış
hayvanın ağzını açar, dilini iki elimizle kavrar var gücümüzle asılır, çeker,
beş on saniye içinde hayvan kendine gelir, kalkar, bir kaç sendelemenin
ardından otlamaya başlardı. Laf aramızda bazen biz çobanlar da hayvana kızdığımızda,
elimizde dayak ya da çalı-çırpı gibi sopalık bir şey yoksa hayvanın
karnına “depük/tekme” atar (karate
yapar) dalaklanırsa aynı müdahaleyi, dil çekme işlemini yapardık. Bunu bize
kimse öğretmemişti fakat biz böyle görmüştük atamızdan. Buna “köy bilgeliği”
denmekteydi, çağlar boyu nesilden nesile yaşanarak aktarılan bilgi ve
beceriler.
(...)
Yol kenarlarında ve yazılarda
yaydırdığımız hayvanları sulamak için aşşapuvar yanına götürürken de bu sosyal
mesafe kuralına dikkat eder, eğer puvarın başında başka bir hayvan kafilesi
varsa hemen gitmez, oyalanır, o grubun oradan ayrılmasını beklerdik.
İşte böyle günün birinde
baktım, Aşşapuvar yanı boş, malları sulamak için gehleyip vardık suyun başına.
Aşşapuvarımızın genişletme
işlemi görmeden önceki orijinal hali şimdiki gibi petekli değildi. Üst tarafı
oldukça dik meyilliydi. Bu yüzden etrafında dolanmak mümkün değildi. Haliyle
kuytu bir köşede kalıyor, toprak zemin ile aynı seviyede olup, iki üç parmak
kalınlığında bir su, dolu olan kuyunun ağzından akardı. Su içmeye gelen
hayvanlar gerek akarındaki gölcüklerden ve gerekse puvarın içinden sırayla
sularını içerler, üst taraftaki Mehmet ve Sefer kardeşlerin koca koca meyve
ağaçlarından dökülmüş “gozak/gök/olgunlaşmamış/ham” elma, armut ve karaca eriklerini,
özellikle elma armut gibi meyveleri yemeye müsait olmayan ağızlarına alırlar,
onları azı dişleriyle ezip parçalayana kadar o meyvelerden alacakları sudan fazla su ağızlarından salya
olarak akardı ama sonrasında yerken “kütür kütür” çıkarttıkları seslerle bizim
de ağzımız sulanır biz de onlar gibi gozak meyveleri yerdik.
Gerçi ben o esnada elma
yemiyor, elimde ince bir çomak, hayvanların ayak izlerinin birine saklanmış bir
yavru kurbağa ile oynuyordum. Dalmışım, nasıl olsa bizden başka kimse yok, mallar
rahat rahat sularını içsin, kendilerine meyve ziyafeti çeksin, biraz da
dinlenip serinlesinler diye oyalanıyor/oynuyordum.
Arka tarafımda bir
hareketlenme oldu, katır kutur bir ayak sesleri, sağa sola kaçışan hayvanların
arasından siyah bir dana/boğa kafa yerde tam tos vurmak üzere pozisyon almış,
dibime kadar sokulmuştu. O saniyeden sonra ne kaçmaya ne de çığlık atmaya vaktim
kalmıştı. Boynuzu yemem ile birlikte kendimi yarı kuru yarı çamurlu yerde
yüzükoyun yatar vaziyette buldum. Yerde hareketsiz durursam belki bırakır gider
diye düşündüm ama bu dana Delü Memet dayımın deli danasıydı, ne yapacağı belli
olmazdı. Ben yerde yatarken kafasını eğip bana boynuz takamıyordu ama burnuyla,
olmadı ön ayaklarıyla saldırısını sürdürünce son bir gayretle kalkıp yukarı
kaçıp, dizeme(çalı) lere çıkmaya karar verdim ama ben kendim mi kalktım yoksa
boynuz takıp o mu beni havaya fırlattı bilemiyorum duyduğum bir “cıırt” sesiyle
altımdaki “timi” nin yırtıldığını hissettim. Timi, belli bir yaşa kadar
çocuklara giydirilen, kalın bezden dikilen, hem “don/tuman” hem de
“pontul/pantolon” vazifesi gören bir çocuk kıyafetiydi.
Eyvah dedim yırtık timiyle
kimseye görünmeden eve nasıl giderim endişesiyle birlikte kaçmaya yeltendim
fakat mabadıma yediğim çifte boynuz darbesiyle yerden boyum kadar bir
yüksekliğe fırladığımı gördüm, dronalar gibi dünyaya havadan bakıyordum. Son hatırladığım
kendimi havada uçarken gördüğüm oldu. Havadayken ikinci hatta üçüncü boynuz
darbesi yedim mi, yemedim mi, yere düştüm mü, düşmedim mi, düştümse daha kaç
boynuz darbesi yiyerek hallaç pamuğu gibi havalara savrulduğumu hatırlamıyorum.
(...)
Evdeyim. Yer döşeğinde
yatıyorum. “Beni kim kurtardı, eve nasıl geldim, bugün günlerden hangi gün, kaç
gün oldu ben bu yatağa düşeli, hatta “ben kimim?” gibi bilinç kaybı yaşamış
insanların sorduğu soruları soracak durumda değildim. Baş ucumda ninem, elini
başıma koymuş okşarken, öbür yanımda hem polis, hem savcı hem hakim, hem
zindancıbaşı abim Metin!... Beni sorguya almış;
-“Kim dövdü seni, söyle?”
-”Kimse dövmedi yaa!..”
-”Seni birisinin malı süsmüş,
kimin malı süstü, söyle?”
-”Kimsenin malı süsmediii!...”
diye inkar ediyorum.
Bu olaydan bir kaç gün
evvelinde, Mehmet dayının oğlu Mustafa yaramazlık yapmış, anasını
kızdırmış/hırslandırmış/sinirlendirmiş ve Hamide abamda abime onu şikâyet
etmiş, “tutamadığını/yakalayamadığını” kaçtığını söylemiş, “Metin şunu sen
yakala da benim yerime “fur/vur” şuna, yapıştır tokatı, bir güzel döv onu”
demiş, bu işe dünden razı olan abim de Mustafa’yı gözümün önünde uzun bir söğüt
dalıyla patır patır dövmüştü. Evin tek erkek çocuğu olan Mustafa biraz söz
dinlemez, “yaramaz/haylaz” biriydi. Annesini sürekli kızdırır, bağırtırdı. Aşşapuvar yanındaki tarlada
çalışırken Hamide abamın bu bağırıp çağırmalarından muzdarip olan abim bu
durumdan dolayı anasını bağırttıran Mustafa’ya hırslanıyordu zaten. Hamide
abasından aldığı cüret ile daha bir öfkeli ve acımasız davrandığını gördüğüm
için şimdi gider, “dananıza niye sahip
çıkmadınız” diye, yine Mustafa’yı döver ya da “Delü Memet dayının danasını
dövmeye kalkar, dana bu defa onu da süser” gibi bir çok endişe ve korkuyla suçu
bizim “koca inek”in üstüne atmıştım.
Aradan birkaç gün geçti. Bir
bakarım ki abim bizim koca ineği bağlamış halludaki kara incirin dalına, almış
eline bir dayak ineği dövüyor; bir yandan da “sen benim kardeşimi nasıl
süsersin ha!” diye söyleniyor. Hemen koştum yanına, arkasından elbisesine
asılıp “tamam abi tamam, bu kadar dövdüğün yeter, zaten fazla süsmediydi ki”
diye elinden ineği kurtarmaya çalışmıştım. Daha sonraki günlerde koca ineğimize
attığım bu iftiranın azabını çok çektim. Bir süre verdiği süt, yoğurt ve
ayranını yiyip içemedim. Ancak, kendimi affettirebilmek için sık sık boynuna
sarılıp onu sevdiğimi söyleyip, ağladığımı, otlatırken uzanamayacağı yerlerdeki
otları elimle yonup ağzına verdiğimi yani onu özel olarak beslediğim günleri
unutamıyorum. (Kemalettin Tuğcu romanına döndü hikâyemiz. Kestik.)
(Devam Edecek)
/Çetin KOŞAR
22 Nisan 2020