Bir kaç köy dolaştıktan sonra Akbulut Köyü'nde
Karar Kılan Nukutuplar: Ahmet ve Osman Kardeşler
(1976)
Köyümüzün sokaklarında
geziyormuş gibi, köylümüzün facebook profillerinde gezinirken bu ara Aşşaköyde
fazla oyalandığımın farkındayım. Akbulut Köyü Facebook Grubu sayfamızda
yaptığım aramalarda Yukarıköy, Karşıköy, Karanlıkdere, Çetirlik ve Sarımsak köylerinin
bahsi geçmiş ama "Aşşaköy"ün adını bile anmamışız.
Sahi Aşağı Köy neresi?
İster köy kültüründe olsun,
ister mahalle kültüründe olsun yer tanımlamalarında, bu "aşağı-yukarı" ifadeleri sıklıkla
geçer. Olaya bu açıdan bakıp yorumladığımızda aslında Aşşapuvar yanından
başlayıp Gelemet’e kadar uzanan yolumuz bizim Aşağıköy ile Yukarıköy arasındaki
sınırımızı çiziyor.
Maksadım, daha dün (1996
yılında), Kışlakonak Köyü'nden ayrılıp ayrı bir muhtarlık olan ve içinde
SORDANKÖY, KARANLIKDERE, ÇETİRLİK ve SARIMSAK gibi dört köy barındıran Akbulut
Köyü'nün Sordanköy’ünü bir daha bölmek, ayırmak değil; tarihteki yapılanma ve
yerleşmelere "insan coğrafyası" açısından bakmaktır. Zaten eskiler bu
ifadeleri sıklıkla kullanmaktadırlar. Mesela, dedem Sefercüğün halaoğlu (Delü)
Memet Yeşil’in eşi Hamide Yeşil bu “aşşaköy-yukarköy” ifadesini çok kullanırdı.
Bir keresinde eşi Mehmet, incir toplarken ağaçtan düşüp ağır yaralanmış, bir
inanca göre “incir ağacından düşen iflah olmaz” sözünün de etkisiyle zor günler
geçirmişlerdi. İşte o günlerin birindeydi. Hamide Yeşil bize gelmiş ve
“aşşaköylüyüz diye bize hiç bagmiyesüüz. îsen, bu adam bizim bubamızın
halasınınoğlu diyip bir halını hatırını sorar.” diye söylenmiş, dert yanmıştı.
Bunun gibi her ne kadar Yukarıköy-Aşağıköy sınırı belirgin bir çizgi olmasa da
ninemin ifadesiyle bu sınır “Züvergilin urdan” itibaren de başlayabilmekteydi.
Kimdi bu Aşşaköylüler; Hasbigil, Ürfetgil, Selatin ve İlazlar. (Yerel bazda, meyilli arazinin alt tarafı
“Aşşağısı”, üst tarafı da “Yukarısı” oluyorsa da bunun bir de global bakışa
göre olanı vardır ki o da dünya ölçeğinde Kuzey kutbu “yukarı”, güney kutbu da
“aşağı” olduğundan, bu durumda bizim köyümüzü aşağıda, Cilim mevkiini de
yukarıda saymak icap ediyor.)
Küçücük Sordanköy’ümüzü durup
dururken Aşağıköy, Yukarıköy ve Karşıköy diye üçe böldük mü, böldük.
Maksadımız, “böl, parçala, yut” değil, konuyu üniteleştirmek, kümeler halinde işlemek. Öyleyse şimdi bu köylerimizi(!) tanımaya
çalışalım. Buraların halkı köylüler kimdir, nereden geldiler, niçin geldiler,
nasıl geldiler? Bu ve buna benzer bir sürü soruyu kendi kendimize sorup, sorup
cevaplamaya çalışalım. Bilerek ya da bilmeyerek bazen de yanlış cevaplar
verdiğimizde, bizi TASHİH ederek, doğru cevap verenler arasından kura ile
seçeceğimiz kişileri ödüllendirelim. Ancak, özelden ya da yüz yüze değil burada
mesajlaşarak bekliyorum bu düzeltmeleri.
Akbulut Köyü’nün tarihine
yolculuk yapmaya kalktığımızda bu yolculuğumuz uzun değil, çok kısa
sürmektedir. Yazılı kaynaklara göre köyümüzün kuruluş tarihi ancak 1800’lü
yıllara kadar gidiyor. Bunu da İmparatorluk döneminde 1834 yılında ilk kez
yapılan vergi verebilen nüfus sayımından çıkarıyoruz. Nasıl mı?
Sözlü tarih bilgilerine göre
köyün (Sordanköy) ilk yerleşimcileri Vezirköprü’den gelen “iki kardeş” ve
yanlarında bir de “abla” ya da “hala”’ları toplam üç kişi. Köyaltı mevkiine
yerleşirler fakat buralar sulak ve çamurlu olduğu için o gün çam ağaçlarıyla
kaplı Yukarıköy’e taşınırlar. (Bugün o çam ağaçlarından geriye, Züvergilin
oralarda “Çamlık” denen mevkiide 3-5 tane kalmıştır.)
Doğusunda Gelemet köyü,
Şehzadeler şehri Amasya’dan görevli olarak gönderilenler tarafından kurulmuş
bir Türk köyü olarak 1520 yılı kayıtlarında görünüyor. Batısında ise Gecekli
köyü altı (Aktopraklık)’tan başlayıp, Sarımsak, Urgancı, Çetirlik, Eskiköy,
Kömürlük, Devret ve Sancar hinterlandında, merkezi Çetirlik olan bir Rum köyü
vardır. Bu alan içerisinde biri Aktopraklıkta, biri Tokmak Hırmanında ve diğeri
de Sancar köyünde olmak üzere üç adet kiliseden bahsedilmektedir. Birinci
ağızdan dinlediğim anlatımla Sefer koşar (Sefercük) “Tokmak Hırmanındaki
kilisenin yıkık dökük olduğu, kapısının derme çatma tahtalardan yapıldığı ve
çocukluğunda arkadaşlarıyla kilisenin oralarda mal güderler iken kiliseye
gizlice sokulup Rum vatandaşların ayinlerini gözlediklerini” anlatır; “Unna
bizim gibi namaz gılmiyedüle, ellerini omuzlarına başlarına goyup şarkı
söyliyedüle” derdi.
Türk Gelemet köyü ile Rum
Çetirlik köyleri arasındaki bu tampon bölgenin yani Sordanköy’ün o gün boş
oluşunun iki nedeni vardır. Birincisi, Yukarıköy kısmının eski döneme ait
mezarlarla dolu ormanlık oluşu, ikincisi de işlenebilir arazilerin sulak ve
heyelanlı / çamurlu oluşu. Bir görüşe göre Sordanköy adı Rumca “sulak,
bataklık” manasına gelen “SORDON” kelimesinden gelmektedir. Heyelanlı bölge
derken, Jeomorfoloji biliminin ışığında incelendiğinde, köyaltı mevkiinin,
büyük bir heyelanla / toprak kaymasıyla Yukarıköyden kopup, akarak oluştuğu
görülecektir. Özellikle, Aşşapuvar’ın bulunduğu mevkiideki Ramis Koşar’ın
Çamlık adlı tarlası bu büyük heyelanın bariz olarak gözlenebildiği noktadır.
Aşşapuvar
Buranın suyu yaz kış
kaynağından taşarak sürekli akmaktaydı. Eskiden tütün dikmelerinde bütün köyün
su ihtiyacı “fucu” bağlı öküz arabalarıyla buradan taşınırdı. Bazen sıra
bekleyenler uzun kuyruk oluşturur, gençler 2-3 metre derinlikteki bu kuyunun
suyunu bitirmek için yarış ederler, kimi zaman da boşa dökmelerine rağmen asla
suyu bitiremezler, kuyu boşaldıkça su daha gür gelirdi. Bu durumdan esinlenerek
bu suyu tüm köye dağıtmak maksadıyla, başlatılan kuyuyu derinleştirme girişimi
esnasında vuku bulan küçük bir heyelan ile kuyunun “suyu kaçmıştır.” Daha sonra
bu kuyunun yerine yeni bir kuyu daha kazılarak az da olsa suya ulaşılmıştır.
Sarımsak çayına yakın yerler
başta olmak üzere, Yukarıköy’ün Doğu ve Güney yönlerinde bu erozyon günümüzde
bile devam etmektedir. Gün gelecek, yukarıköy diye bilinen tepe, yerinden kayıp
gidecektir.
Yukarıköy’deki “eski zaman
mezarları” denilen bu mezarlar bugün toprağın bir, bir buçuk metre
derinliğinde, kapaktaşlı olup yer üstünde herhangi bir iz ve işaretleri yoktur.
Bir yer müstesna, orası da Hekimoğlu Hikmet’in avlusunun alt yanındaki ağaçlık
alan içerisinde, özensiz taşlarla işaretlenmiş mezarlardı ki, 1960-1970’li
yıllarda Gün yüzünde belirgindiler. Şimdi tamamen toprağa gömülüp kayboldular.
İlginçtir, eğer toprağın üstü tarım için işleniyorsa toprak, içindekileri
dışarı atıyor. Taşlı tarlalarımız buna örnektir. O yıl kapı gibi büyük taşlardan
tutun da ceviz büyüklüğündeki parçalara kadar tüm taşları bir bir ayıklar,
toplar bir kenara yığarız, ertesi yıl sanki gökten taş yağmış gibi tarla yine
taşlarla dolu olurdu. Bunun tersi olarak da ilgilenilmeyen atıl bırakılan
arazideki taşlar ise toprağın içine kaynar kaybolur. Tıpkı Köyaltı Sabi
Mezarlığı ve Kilise mevkiindeki Rum Mezarlığı’nın yer yüzünden silinmesi gibi.
(...)
Bugün, Koca Ömer ve Kuru Ömer
sülalelerinin ataları olan bu ilk yerleşimciler Osmanlı kayıtlarına Sancar
köyündeki Türkler ile birlikte “Gelemet köylü”ler olarak girerler. Fakat zamanla nüfusları arttıkça Yukarıköye
sığmayıp Karşıköye taşarak Rum vatandaşlara iyice sokulurlar ve böylece
Çetirlik Rum köyü ile bir köy sayılırlar. O gün adı bile olmayan Sordanköy’ü
Türk köyü Gelemet’ten ayırıp Rum köyü Çetirlik’e yaklaştıran, Gelemet ile arasındaki
ormanlık bir alandı. Günümüze gelindiğinde bu ormanlık alanın kesilip
köklendiğini ve buraların tarım arazisi yapıldığını görüyoruz. İki köy arasındaki arazilerin ortak adı
KÖKLÜK ‘tür. Geriye isimleri “Züverin Dağı” ile “Hasbinin Dağı” olan ağaçlı iki
alan kalmıştır.
“Akbulut köyü Muhtarlık
Tarihi” adlı yazımızda detayını verdiğimiz bilgilere göre 1900’lü yılların
başında bu Çetirlik köyü biri Rum diğeri Türk olan iki ayrı muhtar ile
yönetilmektedir. Türklerin muhtarı Cevat Yılmaz’ın “halam” dediği Rüstem
Yılmaz’ın annesidir. Bu bilgiyi ninemden de duymuştum. “Türklerin mıkdaru
gadunumuş. Hürüstemin anası diyedüle.”
(...)
Göç Göç, Nereye Kadar?
Koskoca Osmanlı İmparatorluğu
parçalanır da insanları huzur içinde kalır mı? Kalmaz elbette. Çok Uluslu bir
devlet olan İmparatorluğun yıkılmasında ezilen hep Müslümanlar olmuştur. Eli
ayağı tutan tüm erkeklerden sonra askerlik sırası 13 yaşındaki sabi çocuklara
kadar gelmiştir. Vatan müdafaası için herkes cepheye gitmiş bu yüzden, köylerde
cenaze kaldıracak erkek bulunamaz olmuştur. Gerçekten ilginç bir konudur. Hadi
dedelerimiz cephede şehit düştü köye dönemediler peki ninelerimizin mezarları
nerede? Araştırılması gereken bir konu.
Orta Asya’dan göç edip akın
akın Anadolu’yu dolduran ceddimiz, İmparatorluk döneminde de göçmeye devam
ederek adım adım Anadolu’yu Müslüman nüfus ile doldurur. Genişleme döneminde Fethedilen toprakların
Müslümanlaştırılması için koşarak giden insanımızın “göç çilesi” göçebe
hayattan yerleşik düzene geçmesine rağmen hiç bitmemişti. İşgalci değil, bir
Fetih eri olan milletimiz, özellikle Samsun halkı bu göç dalgasından hatırı
sayılır ölçüde nasibini almıştır. Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin
Lâdikli olunca, buralardaki medrese ve ocaklardan feyz alarak bölgenin
aydınlatılmış olması nedeniyle, İstanbul(1453) ve Trabzon(1461)’un fethiyle
(Trabzon’un trafik plaka numarası 61, Fatih tarafından fetih tarihi de 1461. Ne
tesadüf!) oraların Türkleştirilmesinde görev alacakların hatırı sayılır miktarı
Samsunlulardan olacaktır.
Yıkılış döneminde bu göçler
tersine döner. Kafkasları bilmem ama Balkanlardan Anadolu’ya olan tersine göç
aslında bir göç değil “avdet / geri dönüş” yolculuğudur. Bunun en bariz örneği
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal’dir. Konya’dan kalkıp
gittikleri Serhat boylarında verilen İ’lay-i Kelimetullah mücadelesi ve tebliğinden sonra şartlar
değiştiğinde tekrar Anadolu’ya rücû söz konusuydu. Emperyalizm ile olan
mücadelesini toprak vererek de kaybetmeye başlayan Osmanlı’da Ricat devri
bitmiş hicretler başlamıştır.
Nasıl ki Orta Asya’dan kalkıp
Anadolu’yu yurt edinmiş isek bunun gibi başka yurt edinme yolculuğu Viyana
kapılarında son bulunca, yolculuğun yeni adresi son kale Anadolu olmuştur.
Türklerden önce üç beş yerleşim yeri dışında uçsuz bucaksız, bomboş mümbit
arazileriyle işlenmeyi bekleyen Anadolu toprakları aslında 1071 Malazgirt
Zaferinin asırlar öncesinden beri Türklere yurtluk yapmaktaydı.
(...)
Ermeniler, Rumlar Ayaklanınca…
Oğuz’ların Kayı (Kaya) Boyunun
bir kolu Kastamonu’yu yurt belleyip otağ kurduktan sonra, boy boylayıp soy
soyladıkça oradan Sinop, Samsun, Amasya, Tokat ve Ordu bölgesini bayındır
kılarak abat etmişlerdi. Daha sonraları Hellenizmin göz koyduğu bu bölge uzun
süre Pers (İran)’lerin Pont Krallığı İle yönetilir lakin bu “Pont”,
Emperyalizmin desteğindeki Rum’ların kırdıkları “Pot” olur. Türkler vatan
savunmasında, açlık ve sefalet içinde perişan vaziyette yaşarken, onlar
işlerinin güçlerinin başında, mutlu mesut bir şekilde yaşamışlar, hatta bu
“rahatlık batmış” olmalı ki “Megola Idea” histerisine tutulmuşlardı. Batıdaki
İngiliz ve Yunan destekli bu “Rum Pontus Devleti” hayali, Doğumuzda Ruslarla
işbirliği yapıp “Büyük Ermenistan Devleti” hayaliyle birleşmeye başlamıştı.
Bu yazıda amacım, sizleri
bölge tarihi hakkında bilgiye boğmak değil, eskilerin deyimiyle “taşı koyacağım
bir gedik” açmaktır. İşte bizim sadece Aşşaköy’ün değil, Yukarıköy’ün,
Karşıköy’ün, Karanlıkdere ve Sarımsak köylerimizin demografik yapısının
oluşumuna tesir eden ana nedeni tespit etmektir.
Akbulut Köyü Ailesi Genişliyor
1877-1878 Osmanlı Rus
savaşı(93 Harbi)’nin ardından Kars, Ardahan ve Batum elden çıkar. Bölge yeniden
organize edilir ve Osmanlı İmparatorluğu, Lazistan Sancağı kurulur. Rize hem kaza,
hem de bu sancağın merkezi olur. Birinci Cihan Savaşında 9 Mart 1916 tarihinde
Rize Rusların işgaline uğrar. Halk destekli ordu güçleri fazla direnemeyip Çatak
Nehrini doğal savunma hattı olarak kullanmak için Of'a kadar çekilirler ve
burada 21 gün savunma yapılır. Rus ordusu "Türkmen, Türkistan ve
Kazak" askerlerden oluşan takviye kuvvetlerle yeniden saldırdıysa da
başarılı olamamış, ancak devamla denizden 4 ay boyunca topa tutulan Of
ilçesindeki halk kenti boşaltmak zorunda kalmıştır.
Rus ordularının Doğu Anadolu
ve Doğu Karadeniz kıyılarını işgali ve en son 14 Nisan 1916’ da Trabzon’a
girmesiyle birlikte, binlerce aile batıya doğru büyük bir göç başlatır.
Ordu’dan Kastamonu’ya kadar, hemen hemen her yerleşim birimine dağılan Doğu
Karadenizli göçmenlerin büyük bölümü 24 Nisan 1918 tarihli Brest-Litovsk Antlaşması
sonucu Rus Ordularının bölgeden çekilmesiyle birlikte yurtlarına dönerler.
Göçmenlerin bir bölümü ise yurtlarına dönmeyip göç ettikleri yerlere yerleşirler.
Birinci Cihan Harbi dünyayı
kasıp kavururken, bir zamanlar üç kıta yedi deniz hâkimi Osmanlı Ordusu, “Yedi Düvel”
ile sayısız cephelerde savaşmak zorunda kalır. İçerdeki Ermeni ayaklanmaları
Rusların sıcak denizlere inme hayali ile birleşince önündeki zor günleri gören
sivil halk, çareyi bölgeyi boşaltmakta
bulur. Eli silah tutanlar zaten cephedeyken bir işgal durumunda sivil halkı kim
savunacak. Çaresiz, avdet, tersine göç yolculukları başlar.
Kayıkların Getirdiği Adamlar.
O yıllarda Karadeniz sahilinde
tekerlekli araçlar için yol yoktu. Kuzey Doğu Cephesine askeri malzeme sevk
etmek için kayıklardan faydalanmak düşünüldü ve örgütlenildi. Her kayıkta bir
reisle iki tayfa, askerliğini bu görevde yapacaktı. Bu küçük tekneler
Samsun-Trabzon-Rize arasında iyi çalıştılar ve görevlerini yaptılar.
Buradan da anlaşılıyor ki Doğu
Karadeniz'de kayıklar, sadece balık tutmak için değil aynı zamanda ağırlıklı
olarak yük ve yolcu taşımacılığı için de kullanılmıştır. İlimiz Samsun’da bile
aynı sorun yaşanıyordu. Samsun ile Çarşamba arasındaki yol Kirazlık’ta son
buluyor ve il ile ilçe arasındaki ulaşım il merkezinin yanı başında bulunan,
Belediye Evleri Mahallesi Toptepe
mevkiinde kayıklarla sağlanıyordu. Tabi bu kayıklar şimdiki balıkçı kayığı
takalar gibi değil oldukça büyük magnalardı.
12 Eylül öncesinin kısır
Sağ-Sol Çekişmelerinde köyümüzde duyduğum “kayık getirmeleri” ifadesi, Doğu
Karadeniz Bölgemizden iç bölgelere kayıklarla yapılan bu yolculuk şeklinin de
nasıl bir siyaset malzemesi yapıldığı, sosyolojik bir vaka olarak irdelenmesi
gerekir. Elbette, günün şartları neyi gerektiriyorsa yolculuk şekli öyle
olacaktı. Kimini at getirdi, kimini eşek, kimisi de yaya geldi. Hepimiz bir
şekilde geldik, hoşgeldik.
Kim Nereden Geldi?
Göçebe hayatta hiç kimse bir
yerde durmaz, O yazlak benim şu kışlak senin denmez, hayat, “göçe kona, göçe
kona” geçip giderdi. Ne zamanki yerleşik düzene geçildi bu defa insanlar
savaşlar ve ekonomik sebeplerle göçmen kuşlar gibi göçüp konmaya başladılar.
Daha önce yaptığım “Akbulut
Köyü’ne Gelenler” adlı bir folklor araştırmasında köye iktisadi, ticari ve
sosyal maksatlarla gelip gidenleri sıralamıştım. Bu yazımızda da 17.yüzyılın
sonlarında yerleşime açılan Sordanköy’e kimler gelip yerleşmiş birer birer
hatırlayalım istedim.
İlk gelenler elbette köyün
kurucuları Ömer kardeşlerdi. Bunlar o gün Amasya iline bağlı Vezirköprü ilçesi
Bengü köyünden gelmişlerdi. Bu köy bugün Bafra ilçesine bağlı bir köy olup,
ancak, baraj nedeniyle Bafra’ya ulaşımı kesilmiş, Bafra’ya gidebilmek için
Pelitbükü- Kızlan- Alaçam rutunu kullanmaktadırlar.
İkinci gelenler savaş ve işgal
nedeniyle Trabzon ve Rize’den göçüp gelenlerdir. Bunlar tek bir grup değil
farklı zamanlarda farklı yerlerden gelen farklı gruplardır. Ağırlıklı olarak, o
günkü adı Atina olan Rize ilinin Pazar ilçesinden gelenlerin ilki Dimit lâkaplı
Rıfat (Ürfet) Koşar ile emice uşağı Selahattin Koşar’ın ataları olmalı. Muhtar
Sunay Bakioğlu’nun yaptığı bir araştırmaya göre Gelemet Köy’ünün muhtarlarından
birinin adı Enes’tir ki Rıfat Koşar’ın baba adı da Enes’tir. Rıfat Koşar aynı
zamanda “Enesin Ürfet” diye de anılmaktadır. Enes’ten sonra muhtar Rıfat Koşar
olur; ardından yarım yüzyıl süreyle damat Ali Rıza Bakioğlu, peşine torun Sunay
Bakioğlu bu yükü omuzlarlar.
Rize Pazar’dan gelen ikinci
grup, “Nukutup” lakaplı Ahmet ve Osman kardeşlerdir. Ne ilginçtir ki, Rize
Pazar’dan kayıkla gelirlerken direkt olarak köyümüze gelmek yerine, önce Kızılırmak’a
girip o günkü adı “Güründür Pazarı” olan Bafra’ya gelirler. Geldikleri “Pazar”a
benzemeyen “Güründür Pazar”ını geride bırakıp Kızılırmak’ı takip ederek Bengü
köyüne ulaşırlar. (O günün şartlarında Vezirköprü ile Bafra arasında ulaşım
kayıklarla sağlanmaktadır ve bu durum 1950’lere kadar sürer. Irmak kenarı
boyunca yapılan karayolu ulaşımı da 1987’de yapılan Altınkaya Barajıyla Bengü
Köyü merkezi de yolu da iptal olur.)
“Irmağın Kıyısındaki Köy
BENGÜ” romanının yazarı Sayın Orhan BAYLAN Bey’den “çok soğuk ve kar” yüzünden
bu köyde fazla kalmayan yolcularımızla ilgili o günlere ait izlerin olup
olmadığını sorduğumda, verdiği bilgilerden, Bengü köyü Kızılırmak’ın
kenarındaki bir köy olduğu için ılıman bir iklime sahip olup, yoğun bir kar
yağışı da görülmediğini öğrendim. Ancak, Bengü’nün merkez köyü haricindeki diğer
köylerin tepelerde olduğu, oraların
tıpkı Pelitbükü köyü’nde olduğu gibi ağır kış şartlarına sahip olduğunu
da belirtmişti.
Burada kalmayı denerler ancak
o zaman yedi yaşında olan ilaz Osman (Hacı Osman Şen)’ ın ifadesiyle çok kar
yağdığı için Bengü’yü terk edip bir süre Güves Köyünde kalırlar. Bu süre
zarfında aileden bir kaç kişi vefat eder ve Güves Köyü mezarlığına defnedilir.
Daha sonra burasını da terk edip, son olarak da Sordanköy’de karar kılarlar.
Önce ağabey Ahmet ardından Osman, bu iki kardeş, “melmeket” dedikleri Pazar’dan
daha önce gelip bu köye yerleşen Rıfat Koşar ailesine damat olurlar. Köydeki
tahsil hayatına verdikleri önem ile dikkat çeken Nukutuplardan yetişenler arasında
eğitimciler, maliyeciler, doktorlar ve kamu idarecileri dikkat çeker. Fevzi, Harun,
Kenan, Hasan, Adil, Tuncay ve Radi ilk aklıma gelenler. Bir de bunların köyde
oluşturdukları “Kelebek Etkisi” var ki, ilkokulu bitirmek neredeyse Kaymakam
olmak gibi görülen köy hayatında ilazların açtıkları bu çığırı gelecek
nesillere aktarmak boynumuzun borcudur. Köye yapılan bir iyilik, önderlik,
örneklikten bahsediyorum.
Rize Pazar’dan gelen üçüncü
grup BAKOĞULLARI olup, soyadı kanunu gereği “ZADE-OĞUL” ibaresinin kullanımı
önce yasaklanıp, sonra yasağın kalkmasıyla tekrardan alınması sırasında
farklılıklar olmuş, sanki farklı ailelermiş intibaını uyandıracak şekilde BAK-
BAKOĞLU- BAKİOĞLU gibi üç farklı soyadı alınmıştır. Bu gruptan gelen ilk taife
Kâzım, Hamit ve Şaban Bak kardeşler olup daha sonra da Rahmi Bak’ın geldiğini
görüyoruz. Rahmi Bak’ın kız kardeşi Sefiye Şaban Bak ile evlidir. Köyümüze
yerleşen bu Bak ailesinin erkeklerinin hepsi “usta”dır. Kazım Usta, Hamit Usta,
Şaban Usta, Rahmi Usta.
Bakoğulları…
Okuyup, Kaymakam Oldu Bak!
Sadece Kaymakamlık mı? Cumhuriyet Savcılığı, Mahkeme Başkanı Hakim,
Belediyecilik… Bunlar her yiğidin harcı meslekler değil. Konuya bir Rize Halk
Türküsüyle gireyim;
“Masa ustuna roman
Okurum zaman zaman
Uşak seni alurum
Hâkim olduğun zaman.”
/Rize Halk Türküsü
Bakoğullarının hepsi köyümüze
yerleşmeyip kimi “melmeketinde” kalmış, kimisi de Samsun il merkezine
yerleşmişlerdir. Onların bazıları, Samsun Cumhuriyet Savcısı Merhum Nevzat
Bakoğlu, kızı Ankara 8. Ticaret Mahkemesi Başkanı Emriye BAKOĞLU, Atakum
Kaymakamı Ali Bakoğlu, Samsun Büyükşehir Belediyesi, SASKİ Müdür Yardımcısı
Namık Bakoğlu, Rize Milletvekili Osman Aşkın Bak ve Eğitimci-Şair-Yazar Ali
Faik Bak ilk sıralayabileceğim isimlerdir. Köyümüzdeki eğitimciler Kemal Bak ve
Günay Bakioğlu isimlerini de saymadan geçmeyelim. İlazların köylümüze açtığı
devlet adamı, devlet memuru olma inancı/ fikri yanında bir başka önderliği
vardır ki o da köyün dünyaya açılması fikridir. İlk Reşat Bak’ ı görüyoruz
Alamanya sokaklarında gezelerken.
İlazlar Dışarıya Kız Verir Mi?
Köyümüzdeki söylenişiyle
ilazlar “ne dışarıya kız verirler, ne de dışarıdan kız alırlar.” Ancak bu
kuralı Rahmi Usta bozmuş, oğlu İsmail’e Gocamorolardan Salih Ay’ın kızını
almıştır. 1970’li yıllarda gerçekleşen bu evlilik üzerine bu defa bir başka
Gocamoro Hakkı Koşar, Rahmi Usta’dan kızı Bakiye’yi oğlu Adem’e ister fakat ilazlar
kızı vermezler. “Bizden kız almasını biliyorsunuz da iş, kız vermeye gelince
niye vermiyorsunuz” diyerek olaya içerleyen damat adayı Adem sevdiği ilaz
kızını kaçırır. Kaçırır kaçırmasına ama ortalık bir güzel karışır; şükür ki
silahlar konuşmaz ama ilaz “biçağunun yarası” uzun süre geçmez köyde. Bir şükür
daha edelim ki bu durum husumete dönüşmez, tatlıya bağlanır. Daha sonraki
yıllarda Gocamorolar bu ilazlardan bir daha kız alamazlar ama ilazların
torunları Gocamoroların kızlarından istediklerini seve seve alırlar.
Oflu Hoca
Of’a Of deyip geçmemek
lazım. Bir anımı anlatayım. Yılını tam
hatırlamıyorum 1985 yılı olmalı, Devlet İstatistik Enstitüsü(DİE- Şimdi TÜİK
oldu)’nde çalışıyorum, “Sanayi ve İşyeri
Sayımı” için Trabzon’un Of ilçesi sokaklarında işyerlerini ziyaret ediyor, çalışan
sayısı, iş hacmi gibi ticari boyutlarını ölçümlüyoruz, elimizdeki formda üstte “İli: Trabzon, İlçesi: Of, Mah:…”
yazıyor ya bir esnaf buna içerledi. “Avu Trabzonu üste Ofi niye alta yazıyorsunuz;
Of üstte olacak, üstte demişti. Buradan da anlıyoruz ki Oflular “bencil” değil “enci”ldirler.
Her şeyin en iyisi onlardadır; milliyetçilik, dindarlık…
Pazar’lılardan başka köyümüze
gelen ve köyümüzde dini hayatın canlanmasına vesile olan Trabzon ili Of
İlçesinden Hacı Habib Meral vardır. Malum Of, “Ofli” hocalarıyla meşhur bir
yerdir. Köyümüz de bu hocalardan nasibini almıştır. Camimiz yeni yapıldığında
(1967) henüz kadro verilmemiş köylü Muşta’dan Ramazan imamlığı için bir hoca
tutmuş, kendisi de Oflu olan bu hocamız 70 yaşındaki Hacı Habib Meral’a Cuma
namazı kıldırmasını öğretmiş, sair zamanlarda camiimizin hocalığı Oflu Hacı
Habib hocaya kalmıştı.
Yine, Trabzon’un Of ilçesi
Gülen Köyü (Visirköy)’ünden daha önce 1910
yılında gelip Gelemet caminin oraya yerleşen Sepetçi Hüseyin ve kardeşi vardır.
Mehmet ve Sefer Yeşil’in babaları Sepetçi Hüseyin, “Seferbirlik” çağrısına
uyarak kardeşi ve köyden 6 kişiyle birlikte “postlarını sırtlarına sarıp” Kırım
harbi için cepheye koşarlar. Malum, giden gelmiyordu zaten.
Meksut Yaprak, Paşa Yavuz,
Helim ve Ali Koşar’ın babaları da köyümüze gelip yerleşen diğer ilazlar olup
detayları araştırma aşamasındadır.
Savaş yıllarının karmaşasında
Ordu ili Fatsa ilçesinden kaçıp gelen bir yerleşimcimiz daha vardır ki bu kişi
aynı zamanda doktordu. Hikmet Ustaoğlu’nun babası olan Dr. İzzet, yanında
çalıştığı Mustafa ağanın vefatı üzerine hanımağası Hediye Koşar ile evlenir.
Halk hekimliği düzeyindeki doktorumuzun aynı ismi taşıyan torunu İzzet
Ustaoğlu, köyümüzden yetişen ilk Ziraat Mühendisi’dir. (İkinci Ziraat
Mühendisimiz ve aynı zamanda Baytarımız Şabanoğlu Uğur Koşar’dır.
Sarımsak köyümüz de ilaz
ağırlıklı karar kılıcılar tarafından oluşturulmuş bir köyümüzdür. Çelenk’ler;
Helimağa, Mecidler, Deli Şükrü. Baş’lar: Mahmut, Süleyman… Özkurt’lar; Şaban...
(Araştırılacak)
Lozan Nüfus Mübadelesiyle Rum
vatandaşlarımızdan boşalan Çetirlik mahallesine dışarıdan herhangi bir
“mübadil” yerleştirilmez. Köylünün “Mısdava Reyiz” dediği Alaçam ilçe
merkezinde mûkim Mustafa Reis’in mülkiyetine verilen Çetirlik 1950’li yıllardan
itibaren dağ köylerinden gelen yeni yerleşimcilerle yeniden köy olur. Köylünün
genel bir adlandırmayla “Türkmenler” dediği bu gruptan İlk gelen “Kedi Murat”tır.
Büyük Kırık köyünden Hatipler, Mutaf köyünden gelen Koca’lar, Yoğunpelit’ten
Kör Şaban, Nuri Gülyüz, Gambur Şakir, Şenler, Özarslanlar, Çakmak dayı,
Fevzigil ve Halilağanın Kâzım... (Araştırılacak)
/Çetin KOŞAR
14 Nisan 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder