14 Nisan 2020 Salı

Akbulut Köyü’nde Karar Kılanlar


Bir kaç köy dolaştıktan sonra Akbulut Köyü'nde 
Karar Kılan Nukutuplar: Ahmet ve Osman Kardeşler
(1976)

Köyümüzün sokaklarında geziyormuş gibi, köylümüzün facebook profillerinde gezinirken bu ara Aşşaköyde fazla oyalandığımın farkındayım. Akbulut Köyü Facebook Grubu sayfamızda yaptığım aramalarda Yukarıköy, Karşıköy, Karanlıkdere, Çetirlik ve Sarımsak köylerinin bahsi geçmiş ama "Aşşaköy"ün adını bile anmamışız.


Sahi Aşağı Köy neresi?

İster köy kültüründe olsun, ister mahalle kültüründe olsun yer tanımlamalarında, bu  "aşağı-yukarı" ifadeleri sıklıkla geçer. Olaya bu açıdan bakıp yorumladığımızda aslında Aşşapuvar yanından başlayıp Gelemet’e kadar uzanan yolumuz bizim Aşağıköy ile Yukarıköy arasındaki sınırımızı çiziyor.

Maksadım, daha dün (1996 yılında), Kışlakonak Köyü'nden ayrılıp ayrı bir muhtarlık olan ve içinde SORDANKÖY, KARANLIKDERE, ÇETİRLİK ve SARIMSAK gibi dört köy barındıran Akbulut Köyü'nün Sordanköy’ünü bir daha bölmek, ayırmak değil; tarihteki yapılanma ve yerleşmelere "insan coğrafyası" açısından bakmaktır. Zaten eskiler bu ifadeleri sıklıkla kullanmaktadırlar. Mesela, dedem Sefercüğün halaoğlu (Delü) Memet Yeşil’in eşi Hamide Yeşil bu “aşşaköy-yukarköy” ifadesini çok kullanırdı. Bir keresinde eşi Mehmet, incir toplarken ağaçtan düşüp ağır yaralanmış, bir inanca göre “incir ağacından düşen iflah olmaz” sözünün de etkisiyle zor günler geçirmişlerdi. İşte o günlerin birindeydi. Hamide Yeşil bize gelmiş ve “aşşaköylüyüz diye bize hiç bagmiyesüüz. îsen, bu adam bizim bubamızın halasınınoğlu diyip bir halını hatırını sorar.” diye söylenmiş, dert yanmıştı. Bunun gibi her ne kadar Yukarıköy-Aşağıköy sınırı belirgin bir çizgi olmasa da ninemin ifadesiyle bu sınır “Züvergilin urdan” itibaren de başlayabilmekteydi. Kimdi bu Aşşaköylüler; Hasbigil, Ürfetgil, Selatin ve İlazlar.  (Yerel bazda, meyilli arazinin alt tarafı “Aşşağısı”, üst tarafı da “Yukarısı” oluyorsa da bunun bir de global bakışa göre olanı vardır ki o da dünya ölçeğinde Kuzey kutbu “yukarı”, güney kutbu da “aşağı” olduğundan, bu durumda bizim köyümüzü aşağıda, Cilim mevkiini de yukarıda saymak icap ediyor.)

Küçücük Sordanköy’ümüzü durup dururken Aşağıköy, Yukarıköy ve Karşıköy diye üçe böldük mü, böldük. Maksadımız, “böl, parçala, yut” değil, konuyu üniteleştirmek, kümeler halinde işlemek.  Öyleyse şimdi bu köylerimizi(!) tanımaya çalışalım. Buraların halkı köylüler kimdir, nereden geldiler, niçin geldiler, nasıl geldiler? Bu ve buna benzer bir sürü soruyu kendi kendimize sorup, sorup cevaplamaya çalışalım. Bilerek ya da bilmeyerek bazen de yanlış cevaplar verdiğimizde, bizi TASHİH ederek, doğru cevap verenler arasından kura ile seçeceğimiz kişileri ödüllendirelim. Ancak, özelden ya da yüz yüze değil burada mesajlaşarak bekliyorum bu düzeltmeleri.

Akbulut Köyü’nün tarihine yolculuk yapmaya kalktığımızda bu yolculuğumuz uzun değil, çok kısa sürmektedir. Yazılı kaynaklara göre köyümüzün kuruluş tarihi ancak 1800’lü yıllara kadar gidiyor. Bunu da İmparatorluk döneminde 1834 yılında ilk kez yapılan vergi verebilen nüfus sayımından çıkarıyoruz. Nasıl mı?

Sözlü tarih bilgilerine göre köyün (Sordanköy) ilk yerleşimcileri  Vezirköprü’den gelen “iki kardeş” ve yanlarında bir de “abla” ya da “hala”’ları toplam üç kişi. Köyaltı mevkiine yerleşirler fakat buralar sulak ve çamurlu olduğu için o gün çam ağaçlarıyla kaplı Yukarıköy’e taşınırlar. (Bugün o çam ağaçlarından geriye, Züvergilin oralarda “Çamlık” denen mevkiide 3-5 tane kalmıştır.)

Doğusunda Gelemet köyü, Şehzadeler şehri Amasya’dan görevli olarak gönderilenler tarafından kurulmuş bir Türk köyü olarak 1520 yılı kayıtlarında görünüyor. Batısında ise Gecekli köyü altı (Aktopraklık)’tan başlayıp, Sarımsak, Urgancı, Çetirlik, Eskiköy, Kömürlük, Devret ve Sancar hinterlandında, merkezi Çetirlik olan bir Rum köyü vardır. Bu alan içerisinde biri Aktopraklıkta, biri Tokmak Hırmanında ve diğeri de Sancar köyünde olmak üzere üç adet kiliseden bahsedilmektedir. Birinci ağızdan dinlediğim anlatımla Sefer koşar (Sefercük) “Tokmak Hırmanındaki kilisenin yıkık dökük olduğu, kapısının derme çatma tahtalardan yapıldığı ve çocukluğunda arkadaşlarıyla kilisenin oralarda mal güderler iken kiliseye gizlice sokulup Rum vatandaşların ayinlerini gözlediklerini” anlatır; “Unna bizim gibi namaz gılmiyedüle, ellerini omuzlarına başlarına goyup şarkı söyliyedüle” derdi.

Türk Gelemet köyü ile Rum Çetirlik köyleri arasındaki bu tampon bölgenin yani Sordanköy’ün o gün boş oluşunun iki nedeni vardır. Birincisi, Yukarıköy kısmının eski döneme ait mezarlarla dolu ormanlık oluşu, ikincisi de işlenebilir arazilerin sulak ve heyelanlı / çamurlu oluşu. Bir görüşe göre Sordanköy adı Rumca “sulak, bataklık” manasına gelen “SORDON” kelimesinden gelmektedir. Heyelanlı bölge derken, Jeomorfoloji biliminin ışığında incelendiğinde, köyaltı mevkiinin, büyük bir heyelanla / toprak kaymasıyla Yukarıköyden kopup, akarak oluştuğu görülecektir. Özellikle, Aşşapuvar’ın bulunduğu mevkiideki Ramis Koşar’ın Çamlık adlı tarlası bu büyük heyelanın bariz olarak gözlenebildiği noktadır.


Aşşapuvar

Buranın suyu yaz kış kaynağından taşarak sürekli akmaktaydı. Eskiden tütün dikmelerinde bütün köyün su ihtiyacı “fucu” bağlı öküz arabalarıyla buradan taşınırdı. Bazen sıra bekleyenler uzun kuyruk oluşturur, gençler 2-3 metre derinlikteki bu kuyunun suyunu bitirmek için yarış ederler, kimi zaman da boşa dökmelerine rağmen asla suyu bitiremezler, kuyu boşaldıkça su daha gür gelirdi. Bu durumdan esinlenerek bu suyu tüm köye dağıtmak maksadıyla, başlatılan kuyuyu derinleştirme girişimi esnasında vuku bulan küçük bir heyelan ile kuyunun “suyu kaçmıştır.” Daha sonra bu kuyunun yerine yeni bir kuyu daha kazılarak az da olsa suya ulaşılmıştır.

Sarımsak çayına yakın yerler başta olmak üzere, Yukarıköy’ün Doğu ve Güney yönlerinde bu erozyon günümüzde bile devam etmektedir. Gün gelecek, yukarıköy diye bilinen tepe, yerinden kayıp gidecektir.

Yukarıköy’deki “eski zaman mezarları” denilen bu mezarlar bugün toprağın bir, bir buçuk metre derinliğinde, kapaktaşlı olup yer üstünde herhangi bir iz ve işaretleri yoktur. Bir yer müstesna, orası da Hekimoğlu Hikmet’in avlusunun alt yanındaki ağaçlık alan içerisinde, özensiz taşlarla işaretlenmiş mezarlardı ki, 1960-1970’li yıllarda Gün yüzünde belirgindiler. Şimdi tamamen toprağa gömülüp kayboldular. İlginçtir, eğer toprağın üstü tarım için işleniyorsa toprak, içindekileri dışarı atıyor. Taşlı tarlalarımız buna örnektir. O yıl kapı gibi büyük taşlardan tutun da ceviz büyüklüğündeki parçalara kadar tüm taşları bir bir ayıklar, toplar bir kenara yığarız, ertesi yıl sanki gökten taş yağmış gibi tarla yine taşlarla dolu olurdu. Bunun tersi olarak da ilgilenilmeyen atıl bırakılan arazideki taşlar ise toprağın içine kaynar kaybolur. Tıpkı Köyaltı Sabi Mezarlığı ve Kilise mevkiindeki Rum Mezarlığı’nın yer yüzünden silinmesi gibi.
(...)

Bugün, Koca Ömer ve Kuru Ömer sülalelerinin ataları olan bu ilk yerleşimciler Osmanlı kayıtlarına Sancar köyündeki Türkler ile birlikte “Gelemet köylü”ler olarak girerler.  Fakat zamanla nüfusları arttıkça Yukarıköye sığmayıp Karşıköye taşarak Rum vatandaşlara iyice sokulurlar ve böylece Çetirlik Rum köyü ile bir köy sayılırlar. O gün adı bile olmayan Sordanköy’ü Türk köyü Gelemet’ten ayırıp Rum köyü Çetirlik’e yaklaştıran, Gelemet ile arasındaki ormanlık bir alandı. Günümüze gelindiğinde bu ormanlık alanın kesilip köklendiğini ve buraların tarım arazisi yapıldığını görüyoruz.  İki köy arasındaki arazilerin ortak adı KÖKLÜK ‘tür. Geriye isimleri “Züverin Dağı” ile “Hasbinin Dağı” olan ağaçlı iki alan kalmıştır.

“Akbulut köyü Muhtarlık Tarihi” adlı yazımızda detayını verdiğimiz bilgilere göre 1900’lü yılların başında bu Çetirlik köyü biri Rum diğeri Türk olan iki ayrı muhtar ile yönetilmektedir. Türklerin muhtarı Cevat Yılmaz’ın “halam” dediği Rüstem Yılmaz’ın annesidir. Bu bilgiyi ninemden de duymuştum. “Türklerin mıkdaru gadunumuş. Hürüstemin anası diyedüle.”
(...)


Göç Göç, Nereye Kadar?

Koskoca Osmanlı İmparatorluğu parçalanır da insanları huzur içinde kalır mı? Kalmaz elbette. Çok Uluslu bir devlet olan İmparatorluğun yıkılmasında ezilen hep Müslümanlar olmuştur. Eli ayağı tutan tüm erkeklerden sonra askerlik sırası 13 yaşındaki sabi çocuklara kadar gelmiştir. Vatan müdafaası için herkes cepheye gitmiş bu yüzden, köylerde cenaze kaldıracak erkek bulunamaz olmuştur. Gerçekten ilginç bir konudur. Hadi dedelerimiz cephede şehit düştü köye dönemediler peki ninelerimizin mezarları nerede? Araştırılması gereken bir konu.

Orta Asya’dan göç edip akın akın Anadolu’yu dolduran ceddimiz, İmparatorluk döneminde de göçmeye devam ederek adım adım Anadolu’yu Müslüman nüfus ile doldurur.  Genişleme döneminde Fethedilen toprakların Müslümanlaştırılması için koşarak giden insanımızın “göç çilesi” göçebe hayattan yerleşik düzene geçmesine rağmen hiç bitmemişti. İşgalci değil, bir Fetih eri olan milletimiz, özellikle Samsun halkı bu göç dalgasından hatırı sayılır ölçüde nasibini almıştır. Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin Lâdikli olunca, buralardaki medrese ve ocaklardan feyz alarak bölgenin aydınlatılmış olması nedeniyle, İstanbul(1453) ve Trabzon(1461)’un fethiyle (Trabzon’un trafik plaka numarası 61, Fatih tarafından fetih tarihi de 1461. Ne tesadüf!) oraların Türkleştirilmesinde görev alacakların hatırı sayılır miktarı Samsunlulardan olacaktır.

Yıkılış döneminde bu göçler tersine döner. Kafkasları bilmem ama Balkanlardan Anadolu’ya olan tersine göç aslında bir göç değil “avdet / geri dönüş” yolculuğudur. Bunun en bariz örneği Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal’dir. Konya’dan kalkıp gittikleri Serhat boylarında verilen İ’lay-i Kelimetullah  mücadelesi ve tebliğinden sonra şartlar değiştiğinde tekrar Anadolu’ya rücû söz konusuydu. Emperyalizm ile olan mücadelesini toprak vererek de kaybetmeye başlayan Osmanlı’da Ricat devri bitmiş hicretler başlamıştır.

Nasıl ki Orta Asya’dan kalkıp Anadolu’yu yurt edinmiş isek bunun gibi başka yurt edinme yolculuğu Viyana kapılarında son bulunca, yolculuğun yeni adresi son kale Anadolu olmuştur. Türklerden önce üç beş yerleşim yeri dışında uçsuz bucaksız, bomboş mümbit arazileriyle işlenmeyi bekleyen Anadolu toprakları aslında 1071 Malazgirt Zaferinin asırlar öncesinden beri Türklere yurtluk yapmaktaydı.
(...)


Ermeniler, Rumlar Ayaklanınca…

Oğuz’ların Kayı (Kaya) Boyunun bir kolu Kastamonu’yu yurt belleyip otağ kurduktan sonra, boy boylayıp soy soyladıkça oradan Sinop, Samsun, Amasya, Tokat ve Ordu bölgesini bayındır kılarak abat etmişlerdi. Daha sonraları Hellenizmin göz koyduğu bu bölge uzun süre Pers (İran)’lerin Pont Krallığı İle yönetilir lakin bu “Pont”, Emperyalizmin desteğindeki Rum’ların kırdıkları “Pot” olur. Türkler vatan savunmasında, açlık ve sefalet içinde perişan vaziyette yaşarken, onlar işlerinin güçlerinin başında, mutlu mesut bir şekilde yaşamışlar, hatta bu “rahatlık batmış” olmalı ki “Megola Idea” histerisine tutulmuşlardı. Batıdaki İngiliz ve Yunan destekli bu “Rum Pontus Devleti” hayali, Doğumuzda Ruslarla işbirliği yapıp “Büyük Ermenistan Devleti” hayaliyle birleşmeye başlamıştı.

Bu yazıda amacım, sizleri bölge tarihi hakkında bilgiye boğmak değil, eskilerin deyimiyle “taşı koyacağım bir gedik” açmaktır. İşte bizim sadece Aşşaköy’ün değil, Yukarıköy’ün, Karşıköy’ün, Karanlıkdere ve Sarımsak köylerimizin demografik yapısının oluşumuna tesir eden ana nedeni tespit etmektir.


Akbulut Köyü Ailesi Genişliyor

1877-1878 Osmanlı Rus savaşı(93 Harbi)’nin ardından Kars, Ardahan ve Batum elden çıkar. Bölge yeniden organize edilir ve Osmanlı İmparatorluğu, Lazistan Sancağı kurulur. Rize hem kaza, hem de bu sancağın merkezi olur. Birinci Cihan Savaşında 9 Mart 1916 tarihinde Rize Rusların işgaline uğrar. Halk destekli ordu güçleri fazla direnemeyip Çatak Nehrini doğal savunma hattı olarak kullanmak için Of'a kadar çekilirler ve burada 21 gün savunma yapılır. Rus ordusu "Türkmen, Türkistan ve Kazak" askerlerden oluşan takviye kuvvetlerle yeniden saldırdıysa da başarılı olamamış, ancak devamla denizden 4 ay boyunca topa tutulan Of ilçesindeki halk kenti boşaltmak zorunda kalmıştır.

Rus ordularının Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz kıyılarını işgali ve en son 14 Nisan 1916’ da Trabzon’a girmesiyle birlikte, binlerce aile batıya doğru büyük bir göç başlatır. Ordu’dan Kastamonu’ya kadar, hemen hemen her yerleşim birimine dağılan Doğu Karadenizli göçmenlerin büyük bölümü 24 Nisan 1918 tarihli Brest-Litovsk Antlaşması sonucu Rus Ordularının bölgeden çekilmesiyle birlikte yurtlarına dönerler. Göçmenlerin bir bölümü ise yurtlarına dönmeyip göç ettikleri yerlere yerleşirler.

Birinci Cihan Harbi dünyayı kasıp kavururken, bir zamanlar üç kıta yedi deniz hâkimi Osmanlı Ordusu, “Yedi Düvel” ile sayısız cephelerde savaşmak zorunda kalır. İçerdeki Ermeni ayaklanmaları Rusların sıcak denizlere inme hayali ile birleşince önündeki zor günleri gören sivil halk,  çareyi bölgeyi boşaltmakta bulur. Eli silah tutanlar zaten cephedeyken bir işgal durumunda sivil halkı kim savunacak. Çaresiz, avdet, tersine göç yolculukları başlar.


Kayıkların Getirdiği Adamlar.

O yıllarda Karadeniz sahilinde tekerlekli araçlar için yol yoktu. Kuzey Doğu Cephesine askeri malzeme sevk etmek için kayıklardan faydalanmak düşünüldü ve örgütlenildi. Her kayıkta bir reisle iki tayfa, askerliğini bu görevde yapacaktı. Bu küçük tekneler Samsun-Trabzon-Rize arasında iyi çalıştılar ve görevlerini yaptılar.

Buradan da anlaşılıyor ki Doğu Karadeniz'de kayıklar, sadece balık tutmak için değil aynı zamanda ağırlıklı olarak yük ve yolcu taşımacılığı için de kullanılmıştır. İlimiz Samsun’da bile aynı sorun yaşanıyordu. Samsun ile Çarşamba arasındaki yol Kirazlık’ta son buluyor ve il ile ilçe arasındaki ulaşım il merkezinin yanı başında bulunan, Belediye Evleri Mahallesi  Toptepe mevkiinde kayıklarla sağlanıyordu. Tabi bu kayıklar şimdiki balıkçı kayığı takalar gibi değil oldukça büyük magnalardı.

12 Eylül öncesinin kısır Sağ-Sol Çekişmelerinde köyümüzde duyduğum “kayık getirmeleri” ifadesi, Doğu Karadeniz Bölgemizden iç bölgelere kayıklarla yapılan bu yolculuk şeklinin de nasıl bir siyaset malzemesi yapıldığı, sosyolojik bir vaka olarak irdelenmesi gerekir. Elbette, günün şartları neyi gerektiriyorsa yolculuk şekli öyle olacaktı. Kimini at getirdi, kimini eşek, kimisi de yaya geldi. Hepimiz bir şekilde geldik, hoşgeldik.


Kim Nereden Geldi?

Göçebe hayatta hiç kimse bir yerde durmaz, O yazlak benim şu kışlak senin denmez, hayat, “göçe kona, göçe kona” geçip giderdi. Ne zamanki yerleşik düzene geçildi bu defa insanlar savaşlar ve ekonomik sebeplerle göçmen kuşlar gibi göçüp konmaya başladılar.

Daha önce yaptığım “Akbulut Köyü’ne Gelenler” adlı bir folklor araştırmasında köye iktisadi, ticari ve sosyal maksatlarla gelip gidenleri sıralamıştım. Bu yazımızda da 17.yüzyılın sonlarında yerleşime açılan Sordanköy’e kimler gelip yerleşmiş birer birer hatırlayalım istedim.

İlk gelenler elbette köyün kurucuları Ömer kardeşlerdi. Bunlar o gün Amasya iline bağlı Vezirköprü ilçesi Bengü köyünden gelmişlerdi. Bu köy bugün Bafra ilçesine bağlı bir köy olup, ancak, baraj nedeniyle Bafra’ya ulaşımı kesilmiş, Bafra’ya gidebilmek için Pelitbükü- Kızlan- Alaçam rutunu kullanmaktadırlar.

İkinci gelenler savaş ve işgal nedeniyle Trabzon ve Rize’den göçüp gelenlerdir. Bunlar tek bir grup değil farklı zamanlarda farklı yerlerden gelen farklı gruplardır. Ağırlıklı olarak, o günkü adı Atina olan Rize ilinin Pazar ilçesinden gelenlerin ilki Dimit lâkaplı Rıfat (Ürfet) Koşar ile emice uşağı Selahattin Koşar’ın ataları olmalı. Muhtar Sunay Bakioğlu’nun yaptığı bir araştırmaya göre Gelemet Köy’ünün muhtarlarından birinin adı Enes’tir ki Rıfat Koşar’ın baba adı da Enes’tir. Rıfat Koşar aynı zamanda “Enesin Ürfet” diye de anılmaktadır. Enes’ten sonra muhtar Rıfat Koşar olur; ardından yarım yüzyıl süreyle damat Ali Rıza Bakioğlu, peşine torun Sunay Bakioğlu bu yükü omuzlarlar.

Rize Pazar’dan gelen ikinci grup, “Nukutup” lakaplı Ahmet ve Osman kardeşlerdir. Ne ilginçtir ki, Rize Pazar’dan kayıkla gelirlerken direkt olarak köyümüze gelmek yerine, önce Kızılırmak’a girip o günkü adı “Güründür Pazarı” olan Bafra’ya gelirler. Geldikleri “Pazar”a benzemeyen “Güründür Pazar”ını geride bırakıp Kızılırmak’ı takip ederek Bengü köyüne ulaşırlar. (O günün şartlarında Vezirköprü ile Bafra arasında ulaşım kayıklarla sağlanmaktadır ve bu durum 1950’lere kadar sürer. Irmak kenarı boyunca yapılan karayolu ulaşımı da 1987’de yapılan Altınkaya Barajıyla Bengü Köyü merkezi de yolu da iptal olur.)

“Irmağın Kıyısındaki Köy BENGÜ” romanının yazarı Sayın Orhan BAYLAN Bey’den “çok soğuk ve kar” yüzünden bu köyde fazla kalmayan yolcularımızla ilgili o günlere ait izlerin olup olmadığını sorduğumda, verdiği bilgilerden, Bengü köyü Kızılırmak’ın kenarındaki bir köy olduğu için ılıman bir iklime sahip olup, yoğun bir kar yağışı da görülmediğini öğrendim. Ancak, Bengü’nün merkez köyü haricindeki diğer köylerin tepelerde olduğu, oraların  tıpkı Pelitbükü köyü’nde olduğu gibi ağır kış şartlarına sahip olduğunu da belirtmişti.

Burada kalmayı denerler ancak o zaman yedi yaşında olan ilaz Osman (Hacı Osman Şen)’ ın ifadesiyle çok kar yağdığı için Bengü’yü terk edip bir süre Güves Köyünde kalırlar. Bu süre zarfında aileden bir kaç kişi vefat eder ve Güves Köyü mezarlığına defnedilir. Daha sonra burasını da terk edip, son olarak da Sordanköy’de karar kılarlar. Önce ağabey Ahmet ardından Osman, bu iki kardeş, “melmeket” dedikleri Pazar’dan daha önce gelip bu köye yerleşen Rıfat Koşar ailesine damat olurlar. Köydeki tahsil hayatına verdikleri önem ile dikkat çeken Nukutuplardan yetişenler arasında eğitimciler, maliyeciler, doktorlar ve kamu idarecileri dikkat çeker. Fevzi, Harun, Kenan, Hasan, Adil, Tuncay ve Radi ilk aklıma gelenler. Bir de bunların köyde oluşturdukları “Kelebek Etkisi” var ki, ilkokulu bitirmek neredeyse Kaymakam olmak gibi görülen köy hayatında ilazların açtıkları bu çığırı gelecek nesillere aktarmak boynumuzun borcudur. Köye yapılan bir iyilik, önderlik, örneklikten bahsediyorum.

Rize Pazar’dan gelen üçüncü grup BAKOĞULLARI olup, soyadı kanunu gereği “ZADE-OĞUL” ibaresinin kullanımı önce yasaklanıp, sonra yasağın kalkmasıyla tekrardan alınması sırasında farklılıklar olmuş, sanki farklı ailelermiş intibaını uyandıracak şekilde BAK- BAKOĞLU- BAKİOĞLU gibi üç farklı soyadı alınmıştır. Bu gruptan gelen ilk taife Kâzım, Hamit ve Şaban Bak kardeşler olup daha sonra da Rahmi Bak’ın geldiğini görüyoruz. Rahmi Bak’ın kız kardeşi Sefiye Şaban Bak ile evlidir. Köyümüze yerleşen bu Bak ailesinin erkeklerinin hepsi “usta”dır. Kazım Usta, Hamit Usta, Şaban Usta, Rahmi Usta.


İlaz Kâzım ve Eşi (İlazgarısı) Emine BAK

Bakoğulları…

Okuyup, Kaymakam Oldu Bak! Sadece Kaymakamlık mı? Cumhuriyet Savcılığı, Mahkeme Başkanı Hakim, Belediyecilik… Bunlar her yiğidin harcı meslekler değil. Konuya bir Rize Halk Türküsüyle gireyim;

“Masa ustuna roman
Okurum zaman zaman
Uşak seni alurum
Hâkim olduğun zaman.”
 /Rize Halk Türküsü

Bakoğullarının hepsi köyümüze yerleşmeyip kimi “melmeketinde” kalmış, kimisi de Samsun il merkezine yerleşmişlerdir. Onların bazıları, Samsun Cumhuriyet Savcısı Merhum Nevzat Bakoğlu, kızı Ankara 8. Ticaret Mahkemesi Başkanı Emriye BAKOĞLU, Atakum Kaymakamı Ali Bakoğlu, Samsun Büyükşehir Belediyesi, SASKİ Müdür Yardımcısı Namık Bakoğlu, Rize Milletvekili Osman Aşkın Bak ve Eğitimci-Şair-Yazar Ali Faik Bak ilk sıralayabileceğim isimlerdir. Köyümüzdeki eğitimciler Kemal Bak ve Günay Bakioğlu isimlerini de saymadan geçmeyelim. İlazların köylümüze açtığı devlet adamı, devlet memuru olma inancı/ fikri yanında bir başka önderliği vardır ki o da köyün dünyaya açılması fikridir. İlk Reşat Bak’ ı görüyoruz Alamanya sokaklarında gezelerken.


İlazlar Dışarıya Kız Verir Mi?

Köyümüzdeki söylenişiyle ilazlar “ne dışarıya kız verirler, ne de dışarıdan kız alırlar.” Ancak bu kuralı Rahmi Usta bozmuş, oğlu İsmail’e Gocamorolardan Salih Ay’ın kızını almıştır. 1970’li yıllarda gerçekleşen bu evlilik üzerine bu defa bir başka Gocamoro Hakkı Koşar, Rahmi Usta’dan kızı Bakiye’yi oğlu Adem’e ister fakat ilazlar kızı vermezler. “Bizden kız almasını biliyorsunuz da iş, kız vermeye gelince niye vermiyorsunuz” diyerek olaya içerleyen damat adayı Adem sevdiği ilaz kızını kaçırır. Kaçırır kaçırmasına ama ortalık bir güzel karışır; şükür ki silahlar konuşmaz ama ilaz “biçağunun yarası” uzun süre geçmez köyde. Bir şükür daha edelim ki bu durum husumete dönüşmez, tatlıya bağlanır. Daha sonraki yıllarda Gocamorolar bu ilazlardan bir daha kız alamazlar ama ilazların torunları Gocamoroların kızlarından istediklerini seve seve alırlar.


Oflu Köylümüz
Hacı Habib MERAL

Oflu Hoca

Of’a Of deyip geçmemek lazım.  Bir anımı anlatayım. Yılını tam hatırlamıyorum 1985 yılı olmalı, Devlet İstatistik Enstitüsü(DİE- Şimdi TÜİK oldu)’nde çalışıyorum,  “Sanayi ve İşyeri Sayımı” için Trabzon’un Of ilçesi sokaklarında işyerlerini ziyaret ediyor, çalışan sayısı, iş hacmi gibi ticari boyutlarını ölçümlüyoruz, elimizdeki formda  üstte “İli: Trabzon, İlçesi: Of, Mah:…” yazıyor ya bir esnaf buna içerledi. “Avu Trabzonu üste Ofi niye alta yazıyorsunuz; Of üstte olacak, üstte demişti. Buradan da anlıyoruz ki Oflular “bencil” değil “enci”ldirler. Her şeyin en iyisi onlardadır; milliyetçilik, dindarlık…

Pazar’lılardan başka köyümüze gelen ve köyümüzde dini hayatın canlanmasına vesile olan Trabzon ili Of İlçesinden Hacı Habib Meral vardır. Malum Of, “Ofli” hocalarıyla meşhur bir yerdir. Köyümüz de bu hocalardan nasibini almıştır. Camimiz yeni yapıldığında (1967) henüz kadro verilmemiş köylü Muşta’dan Ramazan imamlığı için bir hoca tutmuş, kendisi de Oflu olan bu hocamız 70 yaşındaki Hacı Habib Meral’a Cuma namazı kıldırmasını öğretmiş, sair zamanlarda camiimizin hocalığı Oflu Hacı Habib hocaya kalmıştı.

Yine, Trabzon’un Of ilçesi Gülen Köyü (Visirköy)’ünden daha  önce 1910 yılında gelip Gelemet caminin oraya yerleşen Sepetçi Hüseyin ve kardeşi vardır. Mehmet ve Sefer Yeşil’in babaları Sepetçi Hüseyin, “Seferbirlik” çağrısına uyarak kardeşi ve köyden 6 kişiyle birlikte “postlarını sırtlarına sarıp” Kırım harbi için cepheye koşarlar. Malum, giden gelmiyordu zaten.

Meksut Yaprak, Paşa Yavuz, Helim ve Ali Koşar’ın babaları da köyümüze gelip yerleşen diğer ilazlar olup detayları araştırma aşamasındadır.

Savaş yıllarının karmaşasında Ordu ili Fatsa ilçesinden kaçıp gelen bir yerleşimcimiz daha vardır ki bu kişi aynı zamanda doktordu. Hikmet Ustaoğlu’nun babası olan Dr. İzzet, yanında çalıştığı Mustafa ağanın vefatı üzerine hanımağası Hediye Koşar ile evlenir. Halk hekimliği düzeyindeki doktorumuzun aynı ismi taşıyan torunu İzzet Ustaoğlu, köyümüzden yetişen ilk Ziraat Mühendisi’dir. (İkinci Ziraat Mühendisimiz ve aynı zamanda Baytarımız Şabanoğlu Uğur Koşar’dır.

Sarımsak köyümüz de ilaz ağırlıklı karar kılıcılar tarafından oluşturulmuş bir köyümüzdür. Çelenk’ler; Helimağa, Mecidler, Deli Şükrü. Baş’lar: Mahmut, Süleyman… Özkurt’lar; Şaban... (Araştırılacak)

Lozan Nüfus Mübadelesiyle Rum vatandaşlarımızdan boşalan Çetirlik mahallesine dışarıdan herhangi bir “mübadil” yerleştirilmez. Köylünün “Mısdava Reyiz” dediği Alaçam ilçe merkezinde mûkim Mustafa Reis’in mülkiyetine verilen Çetirlik 1950’li yıllardan itibaren dağ köylerinden gelen yeni yerleşimcilerle yeniden köy olur. Köylünün genel bir adlandırmayla “Türkmenler” dediği bu gruptan İlk gelen “Kedi Murat”tır. Büyük Kırık köyünden Hatipler, Mutaf köyünden gelen Koca’lar, Yoğunpelit’ten Kör Şaban, Nuri Gülyüz, Gambur Şakir, Şenler, Özarslanlar, Çakmak dayı, Fevzigil ve Halilağanın Kâzım... (Araştırılacak)

/Çetin KOŞAR
14 Nisan 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder