25 Nisan 2020 Cumartesi

Aşşapuvar Yanı Hikayeleri -I



Hep hayıflanmışımdır; Niçin bizim köyümüzden hatta bölgemizden bir saz ustası, türkücü, dillere destan bir âşık, edebiyatçı, yazar vb. çıkmaz diye. Nihayet kafama “dank” etti, şimdi anlıyorum bu söylediklerimin niçin gerçekleşmediğini. Çünkü bizim köyde ÇEŞME yok. Tabi ya!.. Çeşme olmayınca “Çeşmebaşı Kültürü” ve devamında o özlemini çektiğimiz kişi ve ürünler ortaya çıkmayacaktır. Ama bunda bizim suçumuz yok; bu hususta ne ben ne de köylülerimiz suçluyuz. Tek suçlu var o da şu bizim AŞŞAPUVAR.

Köyün hayat menbaı bir su kuyusunun ne suçu var demeyiniz efendim, bir değil, iki değil çok suçu var. O’nun yüzünden değil midir ki köyümüzde bir tanecik bile olsa bir çeşmemiz yok. Yaz kış kaynağından gür bir şekilde gelip de “gürül gürül” ses çıkararak akmasa da “şırıl şırıl” akan suyu olmasaydı belki köyümüzde bir çok çeşmemiz olacak, “Susadım çeşmeye varmaz olaydım...” şeklinde başlayan “yanık” türkülerimiz dilden dile dolaşacaktı. Olmadı, ne yapalım, bu da bizim kaderimizmiş!.

Pınar’ın köyümüzdeki söyleniş şeklidir Puvar. Aslında biz pınarın da ne olduğunu bilmeyiz. Pınardan kastımız kuyudur, su kuyusu. İçinde suyu olsa da olmasa da su kuyusu. Suyu olmayan iki kuyumuz vardı, biri Cafercüğün diğeri de Fikrücüğün puvarları. İlk kazıldığında su çıkmış olmalı ki duvarları taşla örülmüş her ikisinin de. Cafercük, 5-6 metre derinliğindeki bu kuyunun suyu kaçınca yaklaşık elli metre öteye 2-3 metre derinliğinde yeni bir kuyu kazmış bu kuyu, sığlığına rağmen kıtlık zamanlarında bile köylüye su sağlamıştı. Rıza Yılmaz’ın evinin karşısına denk gelen  Fikricüğün kuru kuyusu dikenli çalı (bürük) içindedir.

Köyümüz bir dağ köyü olmanın ötesinde bir TEPEKÖY’dür. İsmi Yukarköy olan kısımdan daha yukarıda olan Karşıköy ve Çetillik (Çetirlik) daha da yüksek tepelerdedir. Garanukdere (Karanlıkdere) ve Samsak (Sarımsak) köyleri hariç dere ve çay gibi akarsuyumuz da yoktur. Bu nedenle “kuyu kültürü” yaygındır. Hemen hemen her ailenin avlusunda kendine mahsus bir su kuyusu vardır. Okulun bahçesindeki tuzlu su çıkan kuyu dışındaki su kuyularımızın her biri farklı tatlarda içilebilir sulardır.

Tütün tarımıyla uğraşan köylümüz için özellikle Mayıs ayında başlayan tütün dikmelerinde artan su ihtiyacını karşılamak için tarla başlarına kazılan ve yağmur sularıyla doldurulan göllerin yerini “su tankerleri ve su depoları” almıştır.

Kuyuyu “GÖL” den ayıran bir çok özellik vardır. Bunlar, kuyu özel olarak eşilir, yuvarlak olarak kazılır, su bulunduğu takdirde duvarları taşla örülür ve temel özelliği ise içinin dışarıdan gelen “taşıma/dolma su” ile değil kaynağından çıkan  “doğma su” ile dolu olmasıdır. Dışarıdan yağmur suyu ve sair maddeler girmesin, kazaen çocuk ve hayvanlar içine düşmesin diye su kuyuları PETEK (kuyunun ağzını kapatan beton künk) ile taçlandırılır. Kuyu derin ise bir bir DOLAP (çıkrık) yapılır.

Dolu derken kastımız “ağzına kadar dolmak” değil kova dalacak kadar su olmasıdır. Eğer kuyunun suyu kıt olursa su çekmek için daldırdığımız kova dipteki az olan suyu bulandırır, elimize içilemeyecek derecede bulanık su gelir. Gerçi Sonbahar’da baş gösteren kıtlık zamanlarında bu bulanık suları bulduğumuzda “eğilir doğrulur” dua ederdik. (Aslı “yatar kalkar” dua ederdik.) Aşşapuvarımız işte bu ağzına kadar dolan ve hatta ağzından taşan bir “SU KUYU”sudur. Bu özelliği nedeniyle belki de “PUVAR” yani “PINAR” adını almaktadır. Bir not daha düşelim, nedense bu Aşağı Pınar’ın suyunu içmez, sadece çamaşır, bulaşık gibi temizlik işleri, tütün dikmeleri, bağ-bahçe ve hayvan sulamak için kullanırdık.
(...)

Sözcük ormanında “kaybolmamak” ya da kelimeler deryasında “boğulmamak” için önce her bir şeyin adını koyalım. Referans kaynağımız Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğü olsun.

PINAR Nedir?
1-) Yerden kaynayarak çıkan su, kaynak. 2-) Bu suyun çıktığı yer, memba. 3-) Çeşme.


ÇEŞME Nedir?
Genellikle yol kenarlarında herkesin yararlanması için yapılan, borularla gelen suyun bir oluktan veya musluktan aktığı, yalaklı su hazinesi veya yapısı, pınar.

KUYU Nedir?
1-) Su katmanına varıncaya kadar derinliğine kazılan, genellikle silindir biçiminde, çevresine duvar örülen, suyundan yararlanılan çukur. 2-) Toprağa kazılan derince çukur. 3-) [mecaz] İçinden çıkılamayan durum veya yer. 4-) [madencilik] Yer altındaki iş yerlerine ulaşmak için açılmış ve kesit boyutları derinliğine oranla sınırlı, düşey veya düşeye yakın bağlantı yolu.

GÖL Nedir?
1-[coğrafya] Oluşması genellikle tektonik, volkanik vb. olaylara bağlı olan, toprakla çevrili, derin ve geniş, tuzlu veya tuzsuz durgun su örtüsü. 2-) Yapay su birikintisi.


Tüm bu tanımları “üst üste” ya da “yan yana” koyduğumuzda değişen bir şey yok. Aşşapuvarımız her tanıma uyuyor. Bazen akarı tıkandığında yol dahil çevresi baraj gölü gibi suyla dolardı. Hem pınar, hem çeşme (tamam oluk ve yalak gibi yan yapıları yok ama yer ile dümdüz oluşu doğal bir yalak vazifesi görüyor), hem kuyu ve hem de göl vasfı taşıyan bu puvarın açılış tarihi belli değil. İsminde “Aşağı” ibaresi olduğuna göre coğrafi olarak yukarısında oturanlar, yani ”Yukarı Köylü” birileri tarafından yapılmış olmalı.

Köydeki su kuyularımız genellikle evlerin avlusu içinde olup, her ne kadar teklifsiz, herkesin kullanımına açık olsa da bir yerde “özel mülkiyettir.” hatta isimleri de “Sefercüğün Puvarı, Cafercüğün Puvarı, Züverin Puvarı, Hasbinin Puvarı...” gibi iyelik/sahiplik bildirir şeklindedir. Ama Aşşapuvar böyle değildir; herkes istediği zamanda, istediği gibi tepe tepe kullanır. Yani kamu/devlet malıdır bir yerde.


Bulmaca meraklılarımız bilir “IS” “SAHİP” demektir. Bu durumda “sahipsiz” demek aynı zamanda “ıssız” demek oluyor. Issız, kelime olarak “kimse bulunmayan veya az kimse bulunan, tenha, yaban, yalnız, kimsesi olmayan” manalarına geliyor ama herkesin ortak kullanım alanı olan aşşapuvarın ne mecazi ne de gerçek anlamda sahipsiz, ıssız olduğunu söylemek mümkündür. Gece gündüz biteviye bir canlı sirkülasyonu bu suyumuzun başında döner durur. Kuşlar, gurtlar, arı, sinek gibi börtü böcekler, kurbağalar, yılanlar, tosbalar, ördekler, şibikler, kazlar(gögazları değil) kargalar. öküzler(sığır ve kömüş), inekler, danalar, düveler, buzolar, taylar, atlar, eşekler, hotuklar, gölbezler, cibenler, köpekler, minekler, kediler, horozlar, tavuklar, cücügler, çocuklar, kadınlar, gençler ve adamlar, önü “yol ve yolak” olan Aşşapuvar’a gelen ziyaretçiler. Mahşer yerini andırırcasına bunca canlının herc-ü merc olduğu bir noktadan hiç hikaye çıkmaz mı? Ühüüü! Çıkar. Hem de bissürü!...
(...)


Ne zaman, bir pınar, çeşme, derekenarı gibi “subaşı konusu” geçse hemen aklıma Hz. Musa(as)’nın şu kıssası gelir. Asıl hikayelerimize girmeden bu dînî hikayemizi anlatalım, kıssadan payımıza düşen hissemizi alalım. (Yazı camii vaazına döndü, iyi mi?!..)


SABRIN SONU SELAMET

Hz. Musa (a.s) Tur dağına çıkıp Rabbine münacatta bulunurdu. Bir münacatında:

– Ey Rabbim! Bana, kullarına uyguladığın adaletini göster, diye dua etti. Allahu Teala:

– Ey Musa! Sen atılgan, cesur ve aceleci birisin; sabretmeye gücün yetmez“ dedi. Musa (a.s):

– Senin özel yardımınla sabredebilirim, dedi. Allah (c.c):

– O zaman filan yerdeki ÇEŞME’nin yanına git, çeşmenin hizasında, orayı görebilecek bir yere gizlen; kudretime ve gaybî ilmimde sırlarıma bak! buyurdu.

Musa (a.s) çeşmenin yakınlarındaki bir tepeciğe çıktı ve kendini gizleyerek çeşmede olacakları gözetlemeye başladı.

Biraz sonra çeşmeye bir atlı geldi. Adam atından indi, suyunu içti. Sonra, acele ile atına binerken bir kese altını düşürdü.

Atlıdan sonra çeşmeye küçük bir çocuk geldi; çeşmeden su içti, o esnada altın kesesini gördü, onu alarak gitti.

Çocuktan sonra çeşmeye ihtiyar ve kör olan bir adam geldi; su içti. O sırada atlı, altın kesesini düşürdüğünü anlayınca geri döndü. Çeşmenin yanında ihtiyar kör adamı görünce hemen yakasına yapışıp ona:

“Ben burada az önce bir para kesesi düşürdüm; kesemi bana ver! Çünkü buraya senden önce başka birisi gelmedi!” dedi. İhtiyar kör:

”Baksana ben yaşlı ve kör birisiyim! Nasıl olur da senin keseni görebilirim?” dedi. Atlı, yaşlı adamın sözüne inanmadı, kızdı; kılıcını çektiği gibi adamı orada öldürdü. Yaşlı adamın üzerinde kesesini aradı ama bulamadı. Atına binip tekrar yoluna koyuldu. Musa (a.s) o an daha fazla dayanamayarak:

“Ey Rabbim! Sabrım tükendi. Ben biliyorum ki sen en âdilsin. Acaba bu gördüğüm şeylerin aslı nedir?” dedi. O esnada Cebrail (a.s) geldi ve şöyle dedi:

“Ey Musa! Allah (c.c) şöyle buyuruyor: ‘Ben senin bilmediklerini ve bütün gizlilikleri bilenim. Gördüklerine gelince:

– Keseyi alan küçük çocuk, hakkını ve kendisine ait olan malı aldı. Onun babası bu atlı adamın yanında ücretle çalışan bir işçiydi, ama parasını alamamış, alacakları birikmişti. İşte bu altınlar onun hakkıdır. Bu ihtiyar ise kör olmadan önce atlının babasını öldürmüştü. Bu da onu öldürerek (benim katımdaki) KISASI uyguladı. Gördüğün gibi her hak sahibi hakkına kavuştu. Benim adaletim çok gizlidir.”

***


Bir yerde su varsa orada hayat daha bir başka, daha bir canlı, daha bir heyacanlı ve daha bir hareketli olur. Su, hareketli hareketsiz tüm canlıların ortak yaşam kaynağıdır. Hareketsiz canlılardan kastımız bitki örtüsü ve ağaçlardır. Bunlar da ölüp ölüp dirilirler suyu gördükçe, her bahar yeniden doğarlar. Ama hareketli canlılar böyle mi? Onlar için su ölüm-kalım meselesidir, bir ölürlerse bir daha dirilemezler kıyamete kadar. Ya aralarında bir düzen kurup, suyu ve hayatı paylaşarak birlikte yaşayacaklar ya da kaos oluşturup savaşarak, kendilerine suyu zehir, hayatı zindan edeceklerdir.

Aşşapuvar’ın yanında yaşananları ben bir yerde “herc-ü merc” olarak tanımlasam da hayatın özünde var olan düzen burada da hüküm sürmektedir, bir nizam ve intizam dahilinde; zaman zaman bazı hayatlar çakışsa da… “Çakışan Hayattan” kastımız örtüşemeyecek canlı kümelerinin üst üste gelme durumudur. Nasıl ki kurt ile kuzu yan yana gelemez ise tıpkı bunun gibi tüm canlılarda var olan “KAS SİSTEMİ” de bu suyun başında geçerlidir. Kültürümüzde “su küçüğün, yol büyüğündür” ama o kural burada geçersizdir. Farklı yaşam zincirinden gelen herkes kendi koyduğu kuralı uygulamaya kalkınca iş “BÖLÜŞME” yerine “GÜCÜ, GÜCÜ YETENE” dönüşüyor. Herc-ü merc ‘den kastım buydu. Herc-ü merc, Arapça’da kaos olarak tanımlanırken, Süryanice ve Farsça’da ölüm, öldürme olarak tanımlanıyor.

İş dönüp dolaşıp “HAK-HUKUK” konusuna, hak, “haklının mı güçlünün mü?” sorusuna dayanıyor. İnsanların, onca gelişmişlik özelliklerine rağmen kendi aralarında halledemedikleri bu basit kuralı hayvanlardan beklemek abesle iştigal olur.

Alman Hazerfen, Edebiyatçı, Politikacı, Ressam, Doğa Bilimci ve düşünür Johann Wolfgang Von Goethe “İNSANLARA ALIŞMAMIŞ İNSANLAR”dan bahseder. Biliyoruz ki insana alışmış hayvanlar, insana zarar vermezler, biz bunlara “ehlileştirme ve evcilleştirme” diyoruz. Hak’kın kime ait olduğu sorununu çözmek için de hayvanı insana alıştırdığımız gibi “insanı da insana alıştırmamız” gerekmektedir.

Sözü fazla uzattım, “reytingimi” düşürmeden şu hikayelere girmek lazım. “HİK YE”’ nin de hikâyesine folklorik bazda  kısaca değinelim ki köy yerinde hikâyenin geçerli bir hükmü yoktur aslında. Temel itiraz şekli, ”geç bunları, bana “HİK YE ANLATMA” ya da inanmıyorum sana hikâye bunlar!” tarzındadır. Tanım olarak hikâye, “yaşanmış ya da yaşanması mümkün olan bir olayın ve bu olayla ilgili kimselerin halet-i ruhiyelerini anlatan metinlerdir.” İşte size başımdan geçen Metinli bir hikaye metni.



DELÜ MEMEDİN DANASI BENİ SÜSTÜ

Aşşapuvar yanında hüküm süren hayatlar özellikle havaların iyice ısındığı yaz günlerinde zirve yapmaktaydı. Kış boyunca evindeki insanlar, ahırdaki hayvanlar, yerin altındaki ve üstündeki tüm canlılar yaz gelince her yerde olduğu gibi bu kuyunun başında da dönüp dolanırlardı. Benim hikayem havanın iyice ısındığı Temmuz ayının bir öğle vaktine denk geldi.

Henüz pantolon giyecek çağa erişmemiş altında “Timi” ile gezen çocuktum. Öküzler çiftte çubukta, büyükler tarlada tabakta olduğu için köyün sokaklarında ve köyaltı meşveretlerinde mal gütmek biz çocuklara kalıyordu. Her hanenin hayvanı sürü aklıyla hareket eder, birbirinden ayrılmadan tek küme olarak “yayılır/otlanırdı.”

Hepsi olmamakla birlikte, özellikle genç erkek sığırlar yani danalar yaninin yanisi boğalar, tanıdığı tanımadığı insan ya da hayvan kim olursa olsun gördüğünde boynuzlarına güvenerek onu süser/boynuzlar, özellikle korunaksız insanlara ciddi zararlar verir idi. Hani şu İspanyolların sokaklardaki boğa festivalleri var ya, hah, tam onlar gibi.

Bir Hadis-i Şerifte; “Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas sûretiyle hakkı alınacaktır.” buyrulmaktadır. Bu boynuz hikayesi hayvanlar arasında bir sorun olduğu gibi hayvanlar ile insanlar arasında da bir sorundur. Hatta hayvanlarda olan bu boynuz sorunu gün gelir insanlar arasında da sorun olur. İnsanlar yaptıkları bir takım fiillerle “boynuzlu” olmakla suçlanır, birisini çok kızdırmışsak elindeki bastonla üstümüze yürüyüp “kırarım senin o boynuzlarını” diye bizi tehdit edebilir. Biz insanların boynuzları teşbihidir ama hayvanların boynuzları gerçektir. Yukarıya doğru olan, birazda hafif öne eğik ve uçları sivri bir çift boynuza sahip olan bir öküz kendini sığır sürülerinin kralı zanneder, sağa sola saldırır, önüne gelene boynuz atar bu yüzden her hayvan hatta çocuklar ondan çekinir, korkardı. Şimdi soyları kurudu tabi.

Beni süsen Delü Memet dayımın danası da böyle bir öküz adayı idi. Boynuzlarına güvenerek herkese efelenir, bu yüzden kendi ailesi dışında hiç kimse tarafından sevilmez, herkes ondan uzak durur, sosyal mesafesini korur idi. Biz çobanlar da zaten hayvanlarımızı birbirine karıştırmaz, hatta yaklaştırmazdık bile. Yoksa, ineklere hava atmak isteyen öküz adayları birbirleriyle “furuş/kafa kafaya itişip kakışma” edeceğiz diye yayılmayı/otlamayı bırakır, akşam eve aç dönerler, “bu hayvanın karnı niye aç?” diye bir ton laf işitirdik. Hayvanın aç ya da tok oluşu yiyecek için sağa sola sarmasının yanında, karnının şişliğiyle ölçülür, arka ayaklarının sırt kısmıyla birleştiği noktada her iki yanında pencereyi andıran birer kesit vardır, soldaki sabit kalsa da sağ tarafındaki kesitin dışarıya doğru şişkinliği tokluğu, içeriye doğru çökük oluşu hayvanın aç olduğunu işaret eder.

Bu furuş etmeler esnasında karın boşluğuna boynuz darbesi alan hayvan dalaklanır, böğürerek yere yığılır, bacak kadar boyumuzla koşar gider, bir baytar edasıyla yerde yatan dalaklanmış hayvanın ağzını açar, dilini iki elimizle kavrar var gücümüzle asılır, çeker, beş on saniye içinde hayvan kendine gelir, kalkar, bir kaç sendelemenin ardından otlamaya başlardı. Laf aramızda bazen biz çobanlar da hayvana kızdığımızda, elimizde dayak ya da çalı-çırpı gibi sopalık bir şey yoksa hayvanın karnına  “depük/tekme” atar (karate yapar) dalaklanırsa aynı müdahaleyi, dil çekme işlemini yapardık. Bunu bize kimse öğretmemişti fakat biz böyle görmüştük atamızdan. Buna “köy bilgeliği” denmekteydi, çağlar boyu nesilden nesile yaşanarak aktarılan bilgi ve beceriler.
(...)

Yol kenarlarında ve yazılarda yaydırdığımız hayvanları sulamak için aşşapuvar yanına götürürken de bu sosyal mesafe kuralına dikkat eder, eğer puvarın başında başka bir hayvan kafilesi varsa hemen gitmez, oyalanır, o grubun oradan ayrılmasını beklerdik.

İşte böyle günün birinde baktım, Aşşapuvar yanı boş, malları sulamak için gehleyip vardık suyun başına.

Aşşapuvarımızın genişletme işlemi görmeden önceki orijinal hali şimdiki gibi petekli değildi. Üst tarafı oldukça dik meyilliydi. Bu yüzden etrafında dolanmak mümkün değildi. Haliyle kuytu bir köşede kalıyor, toprak zemin ile aynı seviyede olup, iki üç parmak kalınlığında bir su, dolu olan kuyunun ağzından akardı. Su içmeye gelen hayvanlar gerek akarındaki gölcüklerden ve gerekse puvarın içinden sırayla sularını içerler, üst taraftaki Mehmet ve Sefer kardeşlerin koca koca meyve ağaçlarından dökülmüş “gozak/gök/olgunlaşmamış/ham” elma, armut ve karaca eriklerini, özellikle elma armut gibi meyveleri yemeye müsait olmayan ağızlarına alırlar, onları azı dişleriyle ezip parçalayana kadar o meyvelerden  alacakları sudan fazla su ağızlarından salya olarak akardı ama sonrasında yerken “kütür kütür” çıkarttıkları seslerle bizim de ağzımız sulanır biz de onlar gibi gozak meyveleri yerdik.

Gerçi ben o esnada elma yemiyor, elimde ince bir çomak, hayvanların ayak izlerinin birine saklanmış bir yavru kurbağa ile oynuyordum. Dalmışım, nasıl olsa bizden başka kimse yok, mallar rahat rahat sularını içsin, kendilerine meyve ziyafeti çeksin, biraz da dinlenip serinlesinler diye oyalanıyor/oynuyordum.

Arka tarafımda bir hareketlenme oldu, katır kutur bir ayak sesleri, sağa sola kaçışan hayvanların arasından siyah bir dana/boğa kafa yerde tam tos vurmak üzere pozisyon almış, dibime kadar sokulmuştu. O saniyeden sonra ne kaçmaya ne de çığlık atmaya vaktim kalmıştı. Boynuzu yemem ile birlikte kendimi yarı kuru yarı çamurlu yerde yüzükoyun yatar vaziyette buldum. Yerde hareketsiz durursam belki bırakır gider diye düşündüm ama bu dana Delü Memet dayımın deli danasıydı, ne yapacağı belli olmazdı. Ben yerde yatarken kafasını eğip bana boynuz takamıyordu ama burnuyla, olmadı ön ayaklarıyla saldırısını sürdürünce son bir gayretle kalkıp yukarı kaçıp, dizeme(çalı) lere çıkmaya karar verdim ama ben kendim mi kalktım yoksa boynuz takıp o mu beni havaya fırlattı bilemiyorum duyduğum bir “cıırt” sesiyle altımdaki “timi” nin yırtıldığını hissettim. Timi, belli bir yaşa kadar çocuklara giydirilen, kalın bezden dikilen, hem “don/tuman” hem de “pontul/pantolon” vazifesi gören bir çocuk kıyafetiydi.

Eyvah dedim yırtık timiyle kimseye görünmeden eve nasıl giderim endişesiyle birlikte kaçmaya yeltendim fakat mabadıma yediğim çifte boynuz darbesiyle yerden boyum kadar bir yüksekliğe fırladığımı gördüm, dronalar gibi dünyaya havadan bakıyordum. Son hatırladığım kendimi havada uçarken gördüğüm oldu. Havadayken ikinci hatta üçüncü boynuz darbesi yedim mi, yemedim mi, yere düştüm mü, düşmedim mi, düştümse daha kaç boynuz darbesi yiyerek hallaç pamuğu gibi havalara savrulduğumu hatırlamıyorum.
(...)

Evdeyim. Yer döşeğinde yatıyorum. “Beni kim kurtardı, eve nasıl geldim, bugün günlerden hangi gün, kaç gün oldu ben bu yatağa düşeli, hatta “ben kimim?” gibi bilinç kaybı yaşamış insanların sorduğu soruları soracak durumda değildim. Baş ucumda ninem, elini başıma koymuş okşarken, öbür yanımda hem polis, hem savcı hem hakim, hem zindancıbaşı abim Metin!... Beni sorguya almış;
-“Kim dövdü seni, söyle?”
-”Kimse dövmedi yaa!..”
-”Seni birisinin malı süsmüş, kimin malı süstü, söyle?”
-”Kimsenin malı süsmediii!...” diye inkar ediyorum.

Bu olaydan bir kaç gün evvelinde, Mehmet dayının oğlu Mustafa yaramazlık yapmış, anasını kızdırmış/hırslandırmış/sinirlendirmiş ve Hamide abamda abime onu şikâyet etmiş, “tutamadığını/yakalayamadığını” kaçtığını söylemiş, “Metin şunu sen yakala da benim yerime “fur/vur” şuna, yapıştır tokatı, bir güzel döv onu” demiş, bu işe dünden razı olan abim de Mustafa’yı gözümün önünde uzun bir söğüt dalıyla patır patır dövmüştü. Evin tek erkek çocuğu olan Mustafa biraz söz dinlemez, “yaramaz/haylaz” biriydi. Annesini sürekli kızdırır,  bağırtırdı. Aşşapuvar yanındaki tarlada çalışırken Hamide abamın bu bağırıp çağırmalarından muzdarip olan abim bu durumdan dolayı anasını bağırttıran Mustafa’ya hırslanıyordu zaten. Hamide abasından aldığı cüret ile daha bir öfkeli ve acımasız davrandığını gördüğüm için şimdi gider,  “dananıza niye sahip çıkmadınız” diye, yine Mustafa’yı döver ya da “Delü Memet dayının danasını dövmeye kalkar, dana bu defa onu da süser” gibi bir çok endişe ve korkuyla suçu bizim “koca inek”in üstüne atmıştım.

Aradan birkaç gün geçti. Bir bakarım ki abim bizim koca ineği bağlamış halludaki kara incirin dalına, almış eline bir dayak ineği dövüyor; bir yandan da “sen benim kardeşimi nasıl süsersin ha!” diye söyleniyor. Hemen koştum yanına, arkasından elbisesine asılıp “tamam abi tamam, bu kadar dövdüğün yeter, zaten fazla süsmediydi ki” diye elinden ineği kurtarmaya çalışmıştım. Daha sonraki günlerde koca ineğimize attığım bu iftiranın azabını çok çektim. Bir süre verdiği süt, yoğurt ve ayranını yiyip içemedim. Ancak, kendimi affettirebilmek için sık sık boynuna sarılıp onu sevdiğimi söyleyip, ağladığımı, otlatırken uzanamayacağı yerlerdeki otları elimle yonup ağzına verdiğimi yani onu özel olarak beslediğim günleri unutamıyorum. (Kemalettin Tuğcu romanına döndü hikâyemiz. Kestik.)

(Devam Edecek)

/Çetin KOŞAR
22 Nisan 2020






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder