Şahin YILMAZ (Gocagaşuğun)'ın Avlusundan Köy Ormanlarımızın Görünüşü
Zobalarında guru da meşe yanıyor efem
Yanıyor ya Memet efem de üşümüş de donuyor
Boncuklu gelin ortalıkda dönüyor da dönüyor
Aslanım da efeler vay vay
Kar mı yağıpba Yarengöme'nin dağına efem
Mehmet efem de oturudavermiş efelerin de sağına
Çıkam haden de şu dağların başına da başına
Aslanım da efeler vay vay
/ Özay Gönlüm
Türküyü Orijinal Kaynağından
Doya Doya Dinlemek İçin Tıklayınız
https://youtu.be/IpT4V-GbhEI
Köylerde yaşayanların her yıl düzenli olarak yaptığı bir takım çalışmalar vardır; Ekim, dikim ve hasat işlerinin yapıldığı tarla işleri, yumurtasından, etinden, sütünden ve gücünden faydalanılan her tür hayvan yetiştiriciliği, eğitim, sağlık, gıda ve giyim gibi ihtiyaçların giderilmesinde gerekli paranın temini için çarşı-pazar işleri ve diğerleri. Bu yazımızda bahsetmek istediğimiz konu köydeki genel adı ile ODUN ÇEKME işleri ve onun çevresinde dönen olaylardır.
Yaz bitip ağaçlardan meyveler, tarlalardan son hasat ürünler toplandığında DIŞARI İŞİ olarak geriye buğday ve mısırı öğütüp un elde etmek için değirmene gitmeleri saymazsak (ki saymayalım artık un fabrikaları var) EKİN EKME ve ODUN ÇEKME işi kalmıştır. Dışarı işi diyoruz. Çünkü önümüz kış ve ev dışında yapılabilecek iş kalmamıştır. Dışarıda kar, fırtına, yağmur, çamur ve en önemlisi mevsim soğukları cirit atarken iş yapmak elbette mümkün değildir. Buna zaten ne toprak ne de ağaçlar yani doğa müsait değildir. Mevsim kış, iş güç yok diyemiyoruz. Bu mevsimde eskiden köylerimizde ev içinde yapılacak yığınla iş vardır. Bunlar, tütün seçme, pastal yapma, istifleme ve tonga yapma gibi 15 ayda elde edilen tütün ürününün süre giden temel işlerine ilaveten ahırdaki hayvanların üç öğün yemlenmesi ve her gün sulanması işi bunlardan bazılarıdır.
Baltalar Elimizde Uzun İp Belimizde
Köyümüz geniş bir ormanlık alana sahiptir. Kömürlük Dağı, Eskiköy, Kabaalmanın Düzü, Dikilitaş, Temron Tepe Kökçe ve Ayle başlıca ormanlarımızdır. Bunlardan Ayle Dağı KORULUK ‘tur.
Küçüklüğümde hatırladığım kadarıyla ormanlarımızdan düzensiz olarak, rasgele yararlanılmaktaydı. Yani herkes kendi başına gider koruluk dışındaki her hangi bir ormandan kışlık odun ihtiyacını temin ederdi. Burada prensip genç ağaçları kesmemekti. Önceden ormana gidilir, yaşlı ya da yıkılıp kurumaya yüz tutmuş ağaçlar dibinden ya da kalın dallarından kesilip parçalanır ve belli alanlara toplanıp yığılır. Ertesi günü öküz arabalarıyla gidilip bunlar eve taşınırdı.
Bu iş için özel bir zaman yoktu. Kar yağmamışsa her zaman gidilirdi. Özellikle bahar ve yaz aylarında ormanlar yeşillendiği için bu zamanlarda yaş ağaç kesimi kesinlikle yasak olurdu. Bu zamanlarda odun taşıyanların arabaları yaş odun var mı diye köylü bir birlerini gözleyerek bir nevi otokontrol sağlanırdı. Ancak her işin bir hilesi olduğun gibi bu işin de suyunu çıkaranlar yok değildi. Birkaç hafta önceden keserek onu ormana saklayıp kurumaya bırakanlar, yaş odunları kuruların arasına saklayanlar olduğu gibi başkasına ait hazır odunlara el koyanlar da yok değildi hani!
Topyekûn Temizlik
Gün geldi bu rasgele kesim işine hükümet el koydu. Ormanın herhangi bir yerindeki yaşlı ağaçları kesip taşırken genç ağaçlar da zarar görebilmekteydi. Bilimsel bir gerekçe olmalı ki Orman Dairesinin talimatıyla önceden izni alınan bir bölge tümden kesime tabi tutularak yaşlı-genç ayrımına son verilerek o bölge adeta TRAŞLANDI. Köylü hep beraber çalışarak kesim yapılıyordu. Bu arada teknolojinin nimetlerinden de bol bol faydalanılıyordu. Odun kesme moturu dediğimiz motorlu testerelerle ormanlarımız adeta katlediliyordu. Katkı payı ödeyerek evine odun alacak hane sayısı kadar odun taksimatı yapılıyordu. Çekilişle herkes payına düşen odun öbeğini evine taşıyordu. Böyle bir durumda ihtiyacı olsun olmasın herkesin eşit miktarda odun alması gerekiyordu. Bu ormana aşırı yüklenme demekti. Gün geldi bu tip bir kesim işinden de vazgeçildi.
Bir Tutam Yağ
Odun çekme işi köyümüzde adeta bir merasime dönüşürdü. Bu törenin baş aktörleri de yine köylünün eli ayağı konumundaki öküzler idi. Tarlada çift sürme, özellikle boz tarla çiftleri dışında öküzlerimizin en ağır işlerinden biriydi odun çekmeleri. Kelimenin tam anlamıyla işin bütün yükü onların omuzlarındaydı.
Dağa oduna gidileceği zaman sabah erkenden kalkılır. Bir miktar, takriben yarım çorba kaşığı tereyağı ile önce öküzlerimizin gözleri ve boynuzları bir güzel ovularak yağlanır. Ardından öküz arabalarının MAZU’larına yağ çekilirdi.
Hayvanların gözleri özellikle yaz mevsiminde sineklerin gözyaşına yaptıkları saldırıları önlemek, hayvanı rahatsız etmelerine mani olmak içindi. Boynuzların yağlanması ise öküz sahipleri olarak bizim için bir gururlanma ve övünmemiz içindi. Kalın ve ileri dönük, uçları sivri boynuzlara sahip bir çift öküz sahibi olmak köylü için büyük bir zenginlikti. Parlak boynuzlu bir öküz bir yerde gücün timsaliydi. Bu güc, zaman zaman öküzünün boynuzuna güvenen sahipleri tarafından hayvanları FURUŞ ettirerek gösteriye dönüşürdü. Furuş (vuruş) boynuzlu hayvanların güç gösterisidir. Otlaklarda kendi başlarınayken hayvanlar kendi tercihleriyle de bu işi yaparlarken zaman zaman sahiplerinin isteği üzerine de bu hayvan düellosu bireysel düzeyde yapılırdı. Köyümüzde hayvanların savaştırılmasına dayalı (Boğa, Horoz vb) herhangi bir yarışma geleneği yoktur.
Arabanın mazusuna sürülen yağın amacını ben, “tekerlerin daha rahat dönmesini sağlamak için” zannederdim. Ama ne kadar yağlarsak yağlayalım yine de onların çıkardığı GICIRDAMA sesinin aslında bir övünme ve gururlanma olduğunu tahmin etmeliydim. Çünkü her ailenin araba gıcırtısı müzik olarak farklı tınıya sahipti. Bu gıcırtılardan, arabanın yükü ne kadardır, kimin arabasıdır, hızlı mı ağır mı gidiyor, öküzler yorgun mu gibi birçok çıkarımlar yapmak mümkündü. Bu araba gıcırtıları özellikle yokuş yukarı çıkılırken tam bir müzik şölenine dönüşür, araba sahibinin öküzlerini “GEHLEME” esnasında onları övücü sözler söylemesi onlara moral desteği verirken attığı naralar bu gıcırtılara karıştığında ortaya çıkan sesler adeta bir operayı andırırdı. Bu gıcırtı ve çığırtılara bir de yük altındaki öküzlerin de bağırarak katıldıkları da olurdu ki o cümbüşü burada anlatmak ne mümkün!... Özellikle dedem Sefer KOŞAR’ın Gökmen Öküzünü köyde tanımayan yoktu. Bu hayvan köye girerken ve özellikle eve yaklaştığında o yükün altında başladığı ince sesiyle peş peşe, uzun uzun “mööö mööö” diye bağırışları çok meşhurdu.
Odun Çekerken öküz Arabasında Kullanılan Aksesuarlar
Öküz arabalarının aksesuarları üzerine vurulacak yüke göre değişmektedir. Bu arabalarımızın temeli boyunduruk (BONDURUK) ve ARABA olmak üzere iki kısımdır. Arabanın boyunduruğa bağlanmasını sağlayan KAYIŞ, arabadaki taşınacak yükü arabaya bağlamak için URGAN, yükün cinsine göre urganı sıkmak için kullanılan ve o an yükleme esnasında seçilen esnek bir dal parçası CIRGANA ve gerek orman içinde odunları bir araya toplamada ve gerekse araba yüklenip yola koyulduğunda arabanın arkasına bağlayıp sürüyerek çekmek için uzun dal ya da tomruk bağlamaya yarayan KOŞUM ZİNCİRİ ile öküzleri dehlemeye yarayan ucunda ince çivi bulunan yaklaşık iki metre uzunluğundaki ÖNDÜRE ve BALTA-NACAK-GiREBİ üçlüsünü saymak gerekir.
Arabayı Devirmek
Boş arabanın devrilmesinde sorun yok. Sorun odun yüklü arabanın devrilmesidir. Bunun için bozuk yollardan geçerken araba ve öküzler adeta elde taşınır. Mümkün olduğunca ağır gidilir. Yol çok dik bir inişe sahipse arabanın arkasına frenleyici olarak dallar bağlanır ve yardımcılar bunun üstüne binerler. Son yıllarda arabaların tekerine kızak takma denemeleri de yapılmıştır.
Her şeye rağmen arabanın devrilmesi durumunda yapılacak iş derhal öküzlerin boyunduruğundaki kayışı kesmektir. Böylece devrilen arabanın hayvanlara zarar vermesinin önüne geçilmiş olur. Gerçi arabanın kayışa takılan yeri alttan dişli olduğu için araba devrilince bu dişliler yan döner ve kayış otomatik olarak kurtulup öküzler serbest kalır.
Ormandaki Öğle Yemeklerimiz
Orman köyümüze oldukça uzak olduğu için bazen bir araba odun toplamak için iki üç kişi gün boyu ormanda kalıp çalışmak zorunda kalıyordu. Bu nedenle dağa oduna gidenler yanlarına AZIK almak zorundaydılar. Azık dediğimiz de SOĞAN – EKMEK’tir. Buna bazen bir bakır kaba konan YOĞURT, EKŞİ, PEKMEZ ya da NARDEK den oluşan katı yiyecek eklenir. Bunlar yemek vakti gelince ormanda içine su katılıp eritilerek ÇALKALAMA adını verdiğimiz sıvı içeceğe dönüştürülürdü. Öküzlerin yiyeceği ise genellikle birer bağ MISIR SAPI ya da birer kucak KURU OTTUR.
Arabanın orta kazıkları arasına yerleştirilen ot ve saplar urganla hafifçe sarılır, kazıklardan birine de bir bez parçasına bağlanmış olan azıklar asılarak yola çıkılırdı. Genellikle babalar ya da kocalar arabaya biner, eş ya da çocuklar öküzlerin önünde yürüyerek yola çıkılırdı. Zaten ormana gidene kadar onca yol yorgunluğuyla işe başlanırdı. Tüm bu zahmetler göz önüne alındığında kış ortasında o soğuk havalarda bu odunlar ateşe dua ile verilirdi. Yani odun bol diye ocaklar gürül gürül yakılmazdı.
Odunluk
Köylerde odunluklar evin yanı başında bir çalı kenarında olurdu. Taşınan odunlar tiplerine göre bir yere yığılır kış boyu yetip yetmeyeceği hükmüne göz kararıyla varılırdı. Zaten yetmezse yaz kış fark etmez istenildiği zaman dağa oduna gidilebilmekteydi. Ormandan getirilen her odun yakılacak diye bir şart yoktu. Sağlam ve düz olanlarının bir kısmı çalı tutmak için KAZIKLIK ve CEREKLİK olarak ayrılırdı.
Odunlar soba ya da ocak için günlük olarak parçalanırdı. Odun kesmek için BALTA ve onun bir boy küçüğü olan NACAK ve bir de burun kısmı biraz uzun ve eğri GİREBİ dediğimiz aletler kullanılırdı.
Omcalık olarak ayrılan ağaçların dışındaki kalın kütükleri parçalamak için komşulardan yardım istenirdi. Özellikle bu iş için yapılmış demir MURÇ’lardan faydalanırdı. Yani, baltayla tomrukta açılan küçük çatlağa bu kalın demir çiviler balyoz yardımıyla ardı ardına çakılır ağaç, kesmeyle değil de yarma yoluyla parçalanırdı. Bazen de iki kişinin kullandığı iki metre uzunluğundaki tek ağızlı HIZAR’dan yararlanılırdı. Bu hızarlar bir USTA malzemesi olduğu için herkeste olmazdı. Bazı aileler boş vakitlerini değerlendirmek için TEKLİ TESTERE ve GERMEÇLİ TESTERE ile de odunları düzgün bir şekilde keser bir çatı kenarına kuruluğa istif ederdi.
Odun Kesme
Bazen diz boyu kar yağar ve karın altından çıkarılan odunlar kesilip öyle ocağa taşınırdı. Zaten kış günlerinde günün son işi, mallar için samanlıktan çit ile saman getirmek, ev için kuyudan su çekmek ve odun kesmektir. Özellikle akşam vakitlerine doğru her evin önünde yapılan bu odun kesme işi esnasında köyü bir balta ve odun sesleri kaplardı ki bu seslerdeki ahengi durup dinlemeye değerdi.
Odunluk dediğimiz yerde bir kereye mahsus olarak yerleştirilen kısa bir kütük parçası vardır. Diğer odunlar baltayla hep bunun üstünde kesilir. Kesim esnasında bu kütüğün çevresi kabuk ve kıymıklarla dolar ve bunlar da zaman zaman ayrıca toplanıp ateşi tutuşturmada kullanılırdı. Aynı kütük üstünde kesim yapıldığı için kaçan ya da odunu kestikten sonra hızını alamayan balta darbelerine maruz kalan bu kütük de darbe ala ala zamanla işe yaramaz hale gelir ve parçalanarak o da odun sınıfına geçerdi.
Şimdilerde ise odunlar MOTORLU TESTERELERLE kesilmektedir. Bu testereye sahip olan kişi ücret karşılığı bir iki saat içinde hanenin bütün odunlarını tar-u mar edebilmektedir. Maalesef motorlu testereler çıkalı beri özellikle erkeklerin bir güç ve karizma gösterisi olan odun kesme sahneleri de ortadan kalktı. Özellikle Türk Filmlerinde gördüğümüz odun kesme sahnelerini bir hatırlayalım. Kadın baltayı oduna vurup durur ama bir çentik dahi açamaz. Oysa bir erkek olan kahramanımız “Ver bakalım şunu” deyip baltayı sağ eliyle kavrayıp kaldırıp başının üstünden geriye doğru hafif bir esnetmenin ardından “HIH” sesiyle birlikte kuvvetlice oduna indirmesi ve odunun parça pinçik oluşuyla kızın gözlerindeki “GÜÇLÜ ERKEĞİM BENİM” edalı bakış sahnesini kaçırmamak lazım. Tabi köylerimizde kadın erkek ayrımı olmadığı için yani kadınlarımızın da en az erkekler kadar güçlü kuvvetli ve zorluklara karşı dayanıklı oldukları için odun kesme işi herkesin işiydi. Yani analarımız da yerine göre dağa oduna gider, odun eder eve getirir ve onu keserdi.
Odun keserken bir takın kazalar da yaşanırdı. En yaygın kaza kesilen parçanın fırlayıp bir tarafımıza çarpmasıydı. Sakat bırakıcı bir kazaya köyümüzde tanık olmadım ama Lisede okurken bir öğretmenimiz fırlayan odun yüzünden tek gözünü kaybetmişti. Odun keserken başa gelebilecek en belirgin bir kaza ise baltanın kayması sonucu bir tarafımızı kesme riskidir. Her halükarda odun kesen birinin yanında durmamak oradan uzaklaşmak en akılcı yol idi.
Köylünün Odun İhtiyacı
Her tarafı çalı çırpıyla dolu olan köylerimizde odun sıkıntısı olmaz diye bir şey yoktur. Eskiden ocaklarda şimdilerde ise GüZiNE (kuzine) dediğimiz sobalarda yılın her günü mutlaka odun yakılmaktadır. Yakılan ateşin sıcaklığı bacadan uçup gittiğinden yaz mevsimlerinde OCAK’lar (şömine) yandığında ashap olan evlerimizin oda sıcaklığını pek etkilemezken günümüzde güzineler yaz mevsimi geldiğinde dayanılmaz bir sıcaklığa neden oldukları için ev dışına kurulmakta, ekmek ve yemek pişirme işleri burada sürdürülmektedir. Gerçi son yıllarda evlerimizin mutfağında tüp gaz kullanımına geçilmiş olup birçok pişirme işi tüp gazlı set üstü ocaklarda yapılmaktadır. Ancak bu da köylü için oldukça pahalı bir yöntem olduğu için acil işler dışında ister istemez yine eski geleneksel düzene devam edilmektedir. Öte yandan ekmek pişirme işini elektrikli fırınlarla halletmeye çalışan aileler olsa da odun ateşi olmadan ne pişen ekmeğin, yemeğin tadı olmakta ne de ısınmanın zevki olmaktadır. Her durumda soba ve güzineler ısınma işi için yakıldığında ekmek ve yemek pişirme işi yine bunlarla yapıldığından köylü bütün bir yıl boyunca odun kullanmak zorundadır.
Odun sorunu yaz bitip güz yelleri esmeye ve sonbahar yağmurları yağmaya başladığında kendini derinden hissettirmektedir. Bu günlük güneşlik günler bitince fırtınalar kar yağışlarını tipiye döndürüp, kar öbekleri dağ gibi her tarafa yığıldığında köylü Ağustos Böceğinin konumuna düşmemek için önceden tedbirini almaktadır. Yaz günleri kıyıdan köşeden topladığı dallar budaklarla işini görebilse de özellikle ısınma işi için kış mevsimlerinde odun büyük bir ihtiyaç olmaktadır.
Köylünün oduna olan ihtiyacı ne yazık ki son 20-30 yıldır artış göstermektedir. Küçüklüğümden hatırladığım kadarıyla köy yerinde özellikle kış mevsimlerinde akşamın alaca karanlığıyla birlikte köyde hayat biter, dışarıda ne kadar pin (kümes) kapısı, tam (ahır) kapısı, sokak kapısı gibi ne kadar kapı varsa hepsi kapatılır en sonunda da evin kapısı sürgülenirdi. Küçük gaz lambası (İDARE) eşliğinde akşam yemeği yenir eğer oturmaya ya da yatmaya gelen misafir yoksa yemeğin ardından herkes yatar uyurdu.
Şimdilerde köy medeniyete kavuştuğu için insanlarımızı daha fazla uyanık kalmaya mahkum edildi. Sağlıklı bir yetişkinin günlük uyku ihtiyacının günlük 8 saat olduğunu söyleyenlere şimdi günde sekiz saat ancak ahmakların uyuyabileceğini, aslında günde dört saatlik uykunun yeterli olduğunu söyleyenler hatta bunun kitabını bile yazanlar çıktı.
Köyde elektrik var. Renkli ve uzaktan kumandalı televizyonlar da var. Şimdiler de çanak antenlerle kanal sayıları artıp yayınlar ülke sınırlarını da aşınca vatandaş nasıl uyuyup dinlensin. Oturur sabahlara kadar televizyon izler; o dizi senin bu dizi benim kanal kanal gezer, eğlence kültür programları derken olmadı bir filme takılıp kalır. Bunun için sobası gürül gürül yanar. Gündüz hayatı ortalama 12 saat olan köylü bu sayede kendine bir altı saatlik bir yaşam daha kazandırdığını düşündüğü medeniyete kendini teslim eder. Tanrının lutfettiği “gündüz çalış gece dinlen” proğramı iptal edilmiş yeni bir yaşam düzeni kurulmuştur.
Nasıl Isınılır
Köyde eski-yeni herkes, gerçek ısınmanın ateşi görerek yapılan ısınma olduğu kanaatindedir. Ancak teknoloji bize bu imkânı da vermemektedir. Özelikle kentlerde merkezi ısıtma sistemleri sayesinde ateşin yüzünü görmek hayal olmuştur.
Şimdilerde şömine dediğimiz o köylerimizdeki eski OCAK’ larda ateş yakmak oldukça kolay ve basitti. Birkaç odun ile bir miktar çalı çırpı ile tutuşan ateş bir iki üflemeyle alevlere dönüşürdü. Uzun kış gecelerinde bu ateşin hiç sönmemesi için ocaklara bir adam kalıbında tomruklar (OMCA) konulurdu. Dağdan getirilen odunların tasnifinde omcalık olarak ayrılan bu odunlar çetin kış günlerinde evlerin adeta emniyet sibobuydular. Ocakta ateş çok yandığı ve oda ısındığı zaman omca geri çekilerek ateşin şiddeti düşürülür. Oda soğuduğunda ileri sürülerek ateşin harlanması sağlanırdı. Geceleyin diğer odunlar yanıp kül olduğunda bu omcaların ucundaki ateş sönmez yerine göre sabaha kadar köz olarak kalır ve sabah ocak ateşi tutuşturulurken bu omcanın ateşi çentiklenerek elde edilen KöZ’lerden yararlanılırdı.
Tüm bu nimetinin yanında elbette bu omcanın eve taşınması oldukça külfetli bir işti. Islak ve çamurlu olurdu. Ocağa ilk yerleştirilmesi esnasında baya uğraştırırdı insanı. Bazen uzun gelir, yeni omcaya alışkın olmayan ev sahipleri kapıdan girip çıkarken zaman zaman bu omcaya takılıp düşerler ya da bir taraflarını incitirlerdi. Hatta genellikle eve gelen misafirlerin dolaşmasıyla daha vahim olayla meydana gelirdi. Hatta bazen yerinden oynayan bu omca, ocaktaki ateşi odaya sıçratma tehlikesi bile yaşatırdı.
Ocak ateşleri yakılırken karşılaşılan bir başka güçlük de bacanın çekmemesi esnasında o ilk dumanların odanın içine doluşmasıydı. Bu nedenle eski ocaklı evlerimizin içi dışı hep isli ve paslıdır. Ancak, ahşap mimariye sahip bu evlerimizin her tarafı hava alacak şekilde açık olduğu için bu duman insan sağlığı için tehlike oluşturacak düzeyde olmazdı. Bu evlerimiz o kadar havadar idi ki, kış gecelerinin sabahında uyandığımızda sert esen rüzgârla beraber kar yağmışsa yorganlarımızın üstüne serpilmiş karlarla birlikte uyandığımız olurdu.
Ocakta Isınma Kültürü
Özellikle dışarıda kar tipi ve fırtınalı soğuk bir hava varsa çıtır çıtır yanan bir ocağın başına ailece üşüşüp ısınmak ayrı bir güzellikti. Evin gelini dışında (çünkü o ev işleriyle meşguldür) herkes ocağın çevresine bir hilal oluşturarak oturur, dizlerimizi karınlarımıza çekerek bunların üstüne iki elimizi kenetleyerek oturur, zaman zaman avuç içlerimizi ateşin alevine tutarak ısıtıp yüzlerimize sürerdik. Tabi bu esnada ön taraflarımız ısınırken sırtlarımız buz keserdi. Bununla ilgili bir deyim de oluşturmuşuzdur. “Önümüz Potlak kavururken arkamız som savurmaktadır.” Bu açığı telafi etmenin bir yolu da önü ısınan kişinin yön değiştirip ateşe sırtını dönmesidir. Zamanla sağımız solumuz, önümüz arkamız iyice ısındığında herkes gerilere, odanın içlerine doğru çekilir ocağın çevresi boşalırdı.
Bu ocak başlarında oturma şekli de bireylerin aile içindeki statülerine göre değişmekte idi. KÖŞE dediğimiz ocağın odanın içindeki baş kısmına her zaman dedeler otururdu. Ardından nineler, erkek çocuklar kızlar ve gelinler. Ocağın kapı tarafında da genellikle omca olduğundan yer bulamayanlarımız bazen bu omcanın üstüne oturmak zorunda kalırdı. Öte yandan eve bir misafir geldiğinde bu sıralamada kaymalar olur ve yine gelen misafirin statüsüne göre oturacağı yer otomatikman belli olurdu. Gelen misafir uzaklardansa ve kelle felli ise başköşe ona ikram edilirdi.
Yeni mimari nizamıyla inşa edilen evlerimizde ocak işi bitirildi. Şimdi ateşler odanın orta yerinde soba ve kuzinelerde yakılıyor. Ateşin yüzünü bunların kapağındaki hava deliklerinden görüyoruz. Ocaklara göre ısı odanın içine eşit şekilde yayılıyor. Betonarme mimarisiyle hava sirkülasyonu kapı, pencere ve baca dışında sıfırlanmış vaziyettedir. Eskiler bu yeni mimariye hep karşı gelmişlerdir. Hatta canlı canlı mezara sokulduklarından bahsetmekteydiler. En son köylere kadar uzanan plastik kapı pencere sistemleri sayesinde ısı yalıtımına gösterilen aşırı hassasiyet neticesinde göz ardı edilen doğal yaşam önce kentlerimizde, şimdi de köylerimizde çeşitli sağlık problemleriyle kendini göstermektedir.
Soba Kazaları
Siz siz olun boyunuzdan büyük işe kalkışmayın. Bu yazımızı okuyanlarımız köyden ziyade kentte yaşayanlarımız olduğuna göre bu bölüm onları ilgilendirmekte. Hiç kimse, eski geleneksel yaşam tipinden kurtulduk artık çok daha kolay ve modern yaşıyoruz diye sevinmesin. Ocaklar kapatılıp sobalar kullanıma gireli beri karbon monoksit gazı zehirlenmelerinden kaybettiğimiz insan sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.
Köyde sobalar yaşamımıza ilk girdiğinde başlangıçta bayağı zorlanmıştık. Ucuz tenekeden yapılan borular iki üç ayda delinince TÜTMELER den çok çekerdik. Kazayla elimizi ayağımızı az mı yaktık bu sobalarda. Özellikle yeni sürünmeye ve ayağa kalkmaya başlayan bebekler için büyük tehlikeler oluşturdular. Çünkü ocakta ateşi yani tehlikeyi görüyorduk. Sobada yanan ateş görülmediği için bir tarafımız sabaya yapıştığı anda sıcaklığı fark etmiş olsak da iş işten geçmiş oluyordu. Şimdi bunu kanıksadık ama gözle görünmeyen zehirli gazlar soba ile ısıtılan evlerimiz için henüz en büyük tehlike olmaya devam ediyor. Yanık yırtıklar bir şey değil, işin ucunda dönüşü olmayan zehirlenmeler ve ölümler sobaların evimizin içindeki ölüm makineleri olduğu gerçeğini hatırlatırlar bize.
Sobaya Odun Atmak
Her işte olduğu gibi soba yakmak ta bir sanat işidir. Ne kadar usta olursak olalım bazen soba sizinle öyle bir inatlaşır ki insanın, üstüne benzin döküp sobayı tümden yakası geliyor sinirden. Bir avuç kömürü tutuşturmak için iki kamyon(!) gazete yakarsın yine tutuşmaz meret. Kızarsın üstüne bir bardak su dökersin iki dakika sonra alev alev yanmaya başlar. Kentler böyleyken köydeki soba yakma maceraları daha az değildi elbette.
Odunlukta odunu keserken dikkat edeceğimiz ilk husus odunun ölçüsüdür. Ocakta yakılacak odunlarda buna dikkat edilmezdi. Uzun kısa fark etmez. İstediğin uzunluk ve genişlikte her ebattaki odunu göz göre göre gönül rahatlığıyla yakabilirdik. Ama sobalarda odun yakmak öyle her yiğidin harcı değildi.
Soba için kesilecek odunda uzunluk faktörü çok önemliydi. Kısa olursa pek sorun olmazdı ama sobanın iç kısım uzunluğundan bir milim daha uzun kesilen bir odun felaketin habercisidir. Öte yandan soba için kesilen odunda kalınlık da çok mühimdir. Sobanın kapak genişliğinden daha fazla kalın bir odun odun değil baş belasıydı.
Köylerimizde hem ısınma hem de pişirme gibi iki ortak maksatla kullanılan kuzinelerimiz sobalar gibi dik değil yataydırlar. Bu sayede bir gözünde ateş yakılırken diğer gözü fırın olarak kullanılır. Daha geniş bir yüzeye sahip olan üstünde iki hatta üç adet kapaklı kısım olur ki buralarda ayrı ayrı kaplarda değişik yemek pişirme imkanı vardı. İşte geldik püf noktasına. Haddinden uzun kesilen odunları bu tip soba ve kuzinelere sığdırmak mümkün olmayınca kapağı tam kapanmayacaktır. Kapak tam kapanmayınca sağlıklı yanma olmayacak bu defa oda bir güzel tütsülenecektir. Peşinden içersini havalandırmak için açılan kapı ve pencere şimdiye kadar sağlanan ısının havaya savrulup heba olması demek olacaktır. Bazen de bu kıl odunları sobanın içine sığdırmak için verilen mücadeleler esnasında ya soba yerinden oynayarak borular bacadan kurtulup odanın içine gezintiye çıkarlar ya da ittire ittire sobanın içine tıkmaya çalıştığımız ODUN gibi odunlar gidip sobanın bir tarafını yamultur hatta deler ki işte ikinci felakette budur. Boruların devrilmesi anlık bir felakettir ama delik bir soba her anlık bir felakettir. Küçücük bir delik için koca soba değiştirilemeyeceğine göre her gün bu delikten sobamızı tüttüre tüttüre yakmaktan başka çaremiz yoktur.
Bir Avuç Kül Oluverdim / Külüm Havaya Savruldu.
Kül deyip geçmeyelim. Kül insanlar tarafından çok uzun süre, çeşitli alanlarda kullanılmış bir kaynaktı. Kül, günümüzde her ne kadar unutulmaya yüz tutmuş olsa da, aslında önemli bir mayalandırıcı, koruyucu ve bir temizlik maddesi özelliğini taşıyor. İşte bu nedenle eskiler odun küllerini rasgele bir tarafa savurup atmazlardı. Özellikle kış günleri yakılan meşe odunu külleri elenip çuvallanıp saklanırdı. Bu küller temizlik işlerinde özellikle çamaşır yıkamada, baharda fidelik işlerinde, yaz günü kurutulup saklanan meyvelerde koruyucu madde olarak kullanılırdı.
Öte yandan ihtiyaç fazlası küller de öyle rasgele yerlere atılmazdı. İnsanların gelip geçerken basamayacağı kuytu yerler tercih edilirdi. Bunun nedeni ise ateş yakılan yerlere (küre) cinlerin gelip yerleştiği gibi bir batıl inancımızın olmasıydı.
Öküzlerin Sona Eren Saltanatı
Bir toplumda öküze verilen değer ve kıymet kalktıysa o toplum kaybetmiş demektir. İlk bakışta öküzlerin traktörlere minnet duyması gerekir gibi görülen bir durumla karşı karşıya kalmışızdır. Önce tarlada çift sürme, hasat edilen ürünleri taşıma, harman dövme derken ormandan odun çekme işi de traktörler tarafından öküzlerin elinden alındı. Peki, bu işleri traktörler yaparken öküzler rahat mı ettiler. Maalesef insanlık tarihiyle eşdeğer bir geçmişe ve kültüre sahip öküzlerimizin saltanatı yavaş yavaş sona ermiştir.
Tarımda modernizasyon ve makineleşme derken daha az zahmetle daha çok kazanma hırsına büründürülen köylümüz öküzlerin ardından traktörlerini de elden çıkararak köyüne sırtını dönüp kentin yolunu tutmuştur. Dünya köylü nüfusunu çeşitli desteklerle ayakta tutmaya çalışırken bizlere tavsiyeleri ise bunun tam tersi yönde olmakta, toplam nüfus içindeki köylü nüfusun dünya standartlarının da altına çekilmesini isteyebilmektedirler. Bunun için de bırak köylünün desteklenmesini, geçim kaynağı bir takım ürünlere devletimiz tarafından kota uygulanarak köy hayatı çekilmez hale getirilmekte, köylü adeta köyünden kaçırılmaktadır.
/Çetin KOŞAR
-Köy Günlüğünden-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder