Çocukluğumuzun
“Kış Günleri” elbette şimdikinden çok daha hareketli, çok daha heyecanlı ve çok
daha güzel geçerdi. Onca koşuşturmanın arasında yağan kar adeta bizim
bayramımız olurdu. “Çocuklar gibi sevinirdik.” Çocuktuk elbette sevinecektik ve
sevinirdik..
Meteorolojik
olaylardan olan “yağış”lar köylü için çok önemlidir. Zirai faaliyetlerde
“rahmeti / yağmuru” beklemek kadar “güneşi” beklemek de bir ihtiyaçtır. Dikkat
ettiniz mi bilmem yağışın da kendi içinde bir düzeni var. Bazen gece yağar,
bazen gündüz. Bazen sabah yağar bazen de öğleden sonra. Bu düzen münavebeli
olarak sürer.
Zamanlama
konusunda karın gündüz yağsa da tuttuğu pek nadir olur. Aniden bastıran
“tipi”ler hariç. Gündüz başlayan “lapa lapa” kar yağışı tutmaz, erir gider, biz
de buna çok üzülürdük. Kar yağışının en güzel yanı ise sabah uyandığımızda
karın yağmış ve tutmuş halde kendisini bize sunmasıdır. Gece havalar iyice
soğumuş, havada uçuşan ve sığınacakları sıcacık bir yer bulamayan kar taneleri
yere konup mecburen birbirlerine sokulup, sarılıp yeryüzünü kapladığında
sıcacık yataklarında uyuyan bizleri çoğu zaman ailemiz “kalkın çocuklar, kar
yağmış” müjdesiyle uyandırırlar ve tabi bizim de ilk işimiz sevinç
çığlıklarıyla pencerelere camlara koşmak olurdu. Zaten kar yağdığında ortalık “ışıl
ışıl” olduğundan sizi bir başkasının uyandırmasına bile gerek yoktur. Köy
hayatında duyduğumuz doğa seslerinden birisi de lapa lapa yağan kar sesiydi.
Yağmurun sesi olur da karın sesi olmaz mı? Duyan olduktan sonra her ses
duyulur!.. Tarifi imkânsız bir uğultudur kar sesi. Binlercesi, milyonlarcası art
arda süzülürken yeryüzüne ve kavuştuklarında önce gelenlerle adeta çığlık
atarlar. Uyu uyuyabilirsen.
Bu
sırada ocakta gürgen ve meşe odunları gürül gürül yanmakta, ocaklık çengeline
asılı kazanda pişmiş çorbanın yağı yağ tavasında kızdırılmış “cozzz” diye
üzerine dökülmek üzeredir. Bir yandan tahta yer sofrasının üzerine ekmekler ve
tahta kaşıklar tıkır tıkır konurken bir ses daha duyulur; “haydi çocuklar
sofraya, yimeezi yiyin de undan soona oynarsıız.”
A-
Avcılık
KALBUR
KAPAN
Üzerinde
dumanı buram buram tüten ortadaki sahandan çalakaşık girişip içtiğimiz sabah
çorbasının ardında ilk işimiz evin camından dışarıya uzattığımız tütün ipinin
ucuna kurduğumuz “kalbur kapanı” gözcülüğüdür. Salaç ya da samanlık önlerindeki
kuruluklara ya da bunlar müsait değilse karı eşeleyip açtığımız alana
kurduğumuz kalbur kapana gelip tutacağımız “cırtlık” kadar kuşlardan
nemalanırdık. Buğday ekmeğinin bile nadir pişip sofraya konulduğu o 1960’lı
yılların yoksulluk günlerinde un çorbası, mısır çorbası, mısır ekmeği ve bulgur
pilavıyla beslenen bizler için küçücük serçe kuşu şimdilerin “piliç”i gibi
gelirdi. Aile büyüklerimiz her ne kadar bizi “uyarsalar” da biz en az bir tane
kuş yakalayıp, boynunu koparıp, tüylerini yonup, içini temizleyip bir miktar
yağ ile hemen tavada kızartıp, yağına ekmek banıp yutmadan ağzımızda adeta
emercesin yağını “sorarak” yer, etini ise kemiğiyle birlikte “kıtı kıtır”
yerdik.
DAL
KAPAN
Kar
yağdığında küçükler kalbur kapanla kuş avındayken biraz yetişkinlerimiz
çoturluk yerlere, çalı diplerine ve samanlık arkalarına “dal kapan” kurarak
“bakal” avı peşine düşerlerdi. Karatavuk da denen akbakal, karabakal,
paslıbakal ve çıraburun gibi türleri olan bu iri kuşları yakalamak epey zordu.
Evden uzak, sulak alanlardaki kapanlara kısılan “çulluk”lar ise bize süpriz
olurdu.
KIL
TUZAKLAR
Kıl
tuzağının orijinali , at kuyruğundan koparılan kıllardan yapılır. O günlerde
köyümüzde at olmadığı için, oltalarda kullanılan misina (sentetik iplik)
ipinden yapardık. 30-40 cm2’lik bir tahta üzerine belli aralıklarla çivi
yardımıyla saplanan misinaların ucu ilmiklenir, üzerine konan yemi yemeye gelen
kuşların ayakları bu ilmiğe takılır, tuzağı uçururlar ama ayaklarını
kurtaramazlardı. Bunu da yine sarmaşıklı ağaçlara ya da bir kazık üzerine monte
ederek açık alanlara dikerdik.
KUŞ
RASTİĞİ
Sapan
da denen iki uçlu çatal bir dala bağladığımız “şamyel” lastiklerden kesilerek
elde edilen iki lastik ve bunları birleştirildiği meşin kısmına yerleştirilen
taşın fırlatılmasıyla kuş vururduk.
Kar
ve soğuk nedeniyle dışarı salınmayıp ahırlarda tutulan hayvanların alt
temizlikleri ve sabah yalı ve yemlenmeleri ardından örüğü genişletir, elimizde
kuş rastiği, cebimizde can erik büyüklüğünde çakıl taşları ev dışına çıkar
uzaklara giderdik. Tek başımızaysak bir sarmaşıklı ağaç altına kamp kurar,
saatlerce sarmaşığın meyvesini yemeye gelecek olan bakal ve sığırcıkları
beklerdik. Geldiklerinde de “furmak” bir dert, sarmaşıklara takılı kaldıysa
ağacın tepesine çıkıp vurulanı almak ayrı bir dertti. Bir keresinde Züver
emmingilin dağında küçük bir kuş vurmuş, almaya çıkarken tutunduğum dal
kırılınca sırt üstü yere düşmüş, kafamı toprağa öyle bir çarpmıştım ki o an
duyduğum çınlama ve beyin zıngırtıları hâlâ beynimde ötüp durur. Buna benzer
bir olayı da yine Züverin Mehmet emmim anlatırdı. Çocukluğunda “Temer”
(Kundaklı Ok Yay) ile vurduğu küçücük bir kuş dala takılı kalır. Mehmet emmim
binbir zahmetle ağaca çıkar, tehlikeli bir şekilde dalın ucuna kadar ulaşır ve
tam tutacakken kuş “pırrr” diye uçup gider.
Yanımızda bir arkadaş varsa örüğü daha da uzatır, “küstürme” yöntemiyle bakal avlamak için birimiz çalının beri tarafında diğerimiz öbür tarafında gözümüz çalı içlerinde koşa koşa soluk soluğa, o çalı senin bu çalı benim deyip taa köyün dışlarına çıkarız da çook sonradan fark ederdik nerelere gittiğimizi. Eğer biir av kıstırdıysak atışlar başlar, her atan “aha furdum” diye bağırır ama kuşun vurulduğu falan yoktur. Hatta kuytu bir köşe bulduysa oraya saklanır, görebilene aşkolsun. Bazen çakıl taşımız biter, yerlerde bulduğumuz ne varsa takar rastiğe basardık hedefe.
TEMER
Temer,
bildiğimiz yay’ın ok takılan kısmına tüfek kabzasına benzeyen “kundak” takılmış
halidir. Atılacak oku oturtmak için yatağı, yayı gerip kirişini takmak için
eşiği ve oku fırlatmak için tetiği olan bir ok atma aletimizdir. Diğerlerinden
farklı olarak bu temerimizin oklarının ucu sivri değil toparlak olurdu.
Ucundaki bu ağırlık sayesinde kolay kolay savrulmaz, hedefini isabetle vurur,
avı delmez, parçalamaz idi. En son Nihat Ustaoğlu, Necmi Şen ve Abbas Yılmaz’ın
elinde görmüştüm.
…VE
TÜFEK
Çocukluk
çağını aşmış adam sınıfına girmişseniz öyle çocuklar gibi elinizde kuş
rastiğiyle köyde gezemezsiniz. Ya elinizde TEMER’iniz ya da omzunuzda
TÜFENK’iniz olmalı.
Bizim
zamanımızda plastik fişekler yoktu. Eski fişeklerin ateşleme kısımları metal,
barut ve saçma konacak yerleri mukavvadan idi. Hem kullandıktan sonra bu
fişekler atılmaz, yıpranana kadar ellerimizle defalarca doldururduk. Tekrar tekrar doldurmaktan
yıpranan fişeklerin boyu yarıya kadar inerdi.
Kışın
başında fişek doldurmak için gerekli olan malzemeler EVZE, BARUT VE BOY BOY
SAÇMA alırdık. Önce ateşleyici kısım olan evzenin eskisi çıkarılıp yerine
yenisi takılır, barut konulur ve bir parça çul ile sıkıştırılır. Son olarak da
kuş saçması, ördek saçması ya da domuz saçması dediğimiz farklı boylardaki
saçmalardan biriyle doldurup ağzını kapatır ve üzerine de kaç numaralı saçma
kullandığımızı yazardık.
B-
Kültür
KARDAN
ADAM YAPMAK
Sahi
neden kar yağdığında hemen kardan adam yapmaya kalkarız ki!.. Nereden geliyor
bu sanat aşkımız ki iki gün içinde eriyip gideceğini bile bile o soğukta
çabalar didinir, tam süpürgesi ve şapka gibi şeylerimizi de bu işe alet ederiz.
Hem neden sadece tek vücut ayakta duran ayaksız kardan adam yaparız. Bu adamlar
hiç oturmazlar mı? Ağzını burnunu, gözlerini ellerini düşünürüz de nerede bu
adamın bacakları diye kimse sormaz. Hem bu dünyada sadece adamlar mı var? Neden
“kardan kadın” yapmayız. Ha tabi, bizler kadına “el kaldıramayız” değil mi?
Nasıl olsa kardan adamı yapıp bitirip yanında biraz oynadıktan sonra ya
kendimiz ya da bir başkaları tarafından “tekme-yumruk” atarak yıkacağız ya
bunun kadın olmasını gururumuza yediremeyeceğimiz için sadece kardan adam
yapmasını biliriz.
KAR
ÜSTÜNDE YÜRÜMEK
“Kar
üstünde yürüyüp izini belli etmemek.” diye bir deyimimiz vardır. Kimsenin
sezemeyeceği biçimde gizli iş yapanları ifade etmek için söylenen bu deyimde
geçen “kar üstünde yürüyüp izini belli etmeyeni” ben küçüklüğümde “mutkak”
olarak gördüm. Bu Nermin Halam idi ve bilfiil bir metrelik karın üzerinde
batmadan kara saplanmadan yürüyordu. O gün bizde misafir olan Saliye teyzem
görmüş hayretle “Aaa kıza bakın karın üzerinde batmadan yürüyor!..” demişti.
Bir gün öncesinde yağan kar belimize kadar çıkmıştı. Sonrasında da ayaz yapınca
karın üzeri hafiften buzlanmış bunu fırsat bilen bir deri bir kemik Nermin
halam yüzyılın bu yürüyüşünü gerçekleştirmişti. Böylesine kalınlıkta yağan
karda yürümek mümkün değildi, insan kara saplanı saplanıveriyordu. Büyüklerimiz
bunun için, gidilecek yere yol, çığır açmak için ahırdaki öküzleri
kullanırlardı. Özellikle okula gidecek çocuklar için, “bugün kar yağdı paydos!”
diye bir şey yoktu. Köylü elbirliğiyle köyün okula uzanan sokaklarını önde
öküzleriyle karı yararlar, bir insan geçecek kadar genişlikte çığır açarlardı.
OMCA
ve BALTA SESLERİ
Yaz
ve Sonbahar aylarında hazırlanan kışlık odunların kıymeti kar yağdığında,
insanların soğuğu iliklerinde hissettiklerinde anlaşılmaktadır. Kış aylarının
köy içinde duyulan mutat seslerinden birisi de “balta” sesleridir. Özellikle
akşamüstleri köylerden yükselen odun kesme sesleri kulağa hoş gelen ilginç bir
musiki oluşturmaktadır. Kütük üstünde kesilen odunlardan baltayı her
vuruşumuzda çıkan ses, kütüğün desteğiyle daha bir tok ve daha bir tınılı
olmaktadır ki tüm köy bu işi akşamüstü aynı anda yaptığı için solo sesler
koroya dönmekte adeta bir orkestra oluşmaktadır.
Ocakta
yakılan odunların ateşi sönmemesi için kesilen odunlarla birlikte ocağa bir de
omca konur ki bu sürekli bir köz sağlayıcıdır. Gece yatarken omcanın ateşli ucu
külle kapatılır ve her daim közlü olurdu.
(Omca
ile ilgili yazımız için bkz: https://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/omca.html
KIŞ
PEKMEZLEMESİ
Yeni
yağan kar yenmez. En az bir gece ayaz gören karları yerdik. Özellikle diz boyu
karın üstünde bin bir zahmetle yaptığımız av sporları esnasında susuzluğumuzu
gidermek için ağzımıza sık sık kar atar yerdik. Ancak bunun dışında bir kar
yeme şeklimiz daha vardır ki biz “kar pekmezlemesi” desek de bu bir nevi
“tatlı” niyetine yediğimiz bir yiyeceğimiz idi.
Bunun
için gerekli olan “eski kar” idi. Hayvanatın uğramadığı ormanlık ya da çalılık
alanlardan temin edilen kristalize olmuş bir kase kara bir çorba kaşığı dut
pekmezi katıp, karıştırır yavaş yavaş yerdik. Hızlı yediğimizde gözlerimize
ağrı saplanır, sanki gözlerimiz şişip patlayacak gibi olurdu.
Şimdi,
o soğuk şeyi yiyince hasta olmuyor muydunuz gibi bir soruya verilecek cevap;
“hasta etmek şöyle dursun aksine bu kar helvası da denen yiyeceğin
bağışıklık/imnün sistemini güçlendirdiği virüstük enfeksiyonlara karşı vücudu
koruduğu tespit edilmiştir. Tabi bu tespit günümüzün kirli şehir doğası için
geçersiz olup eski günlerdeki temiz havalı kirlenmemiş ortamlar için
geçerlidir. Deterjan reklâmlarında duyduğumuz “beyazın da beyazı var” sözünde
geçen kar beyazlığının farkını kar yağdığı bir dönemde Samsun’dan Ayvacık
ilçesine gidince görmüştüm.
En
güzeli yüksek dağlara yağan karlardan yapılanıdır ki insanın içine derin bir
ferahlık verirdi. 20 Mayıs’ta Gökçeboğaz köyündeki “Yol Evliyası” nın başında
kutladığımız Hıdırellez ya da Mayıs 7’si panayırlarında kamyonlarla Dütmen
Dağından getirilip satılan karların lezzeti de bir başka olurdu.
POTLAK
KAVURMAK
Uzun
kış günlerinin en güzel anlarından birisi de “potlak” dediğimiz mısır patlağı
yapıp yemek idi. O günlerde patlatmalık mısırımız olmadığı için su
tenekelerinde normal mısırlarımızı patlatır hepsi patlamadığı için kimini
“kıyır kıyır” kimini de “kıtır kıtır” yerdik. Ocağın başına toplaşıp ısınırken
ilk anlarda içimizdeki soğuğa atamaz, önümüzdeki ateşin sıcaklığıyla yüzümüz
gözümüz kızarır pişer ama arkamızda yani sırtımızda adeta yeller eser üşürdük.
Bu durumu ifade etmek için de “Önümüz potlak kavuruyor, arkamız som savuruyor.”
derdik.
OCAKBAŞI
SOHBETLERİ
Kış
günlerinin hafızalarımızda kalan belki de en tatlı anları ailecek ya da bir
misafirle birlikte gürül gürül yanan ocağın başına dizilip yapılan ocakbaşı
sohbetleri idi. Ateşin alevleriyle aydınlanan odanın içinde lambaya da gerek
olmadan yapılan sohbetlerin tadına doyum olmazdı. Biz çocuk olsak bile bu sohbetin
bitmesini istemezdik. Çünkü, ömrü iş güç peşinde bin bir zahmetle geçen
ailemizin dinlendiği, eğlendiği en güzel anlardı. Çocuklar olarak onların kendi
aralarında geçen konuşmalara kulak misafiri olur bizler de kültürlenirdik.
KAR
KIRIK VE YIKIKLARI
Kış
mevsimi boyunca yağan karların eriyip aylarca karın altında gömülü kalıp
ezilmiş doğanın tamiri için köylünün önemli işlerinden birisi de bu kar
kırıklarını temizlemek idi. Karın yükünü taşıyamayan ağaç ve çalılar neyse de
ev ve samanlık gibi yapılarımızın çatılarının nadiren de olsa çökmesi başlı
başına bir sorun idi.
Devrilen
ağaçlar, kırılan dallar toplanır odunluğa yığılır, özellikle yatan dikenli
çalılar ayağa kaldırılır, olmadı yerine “dizeme çalı /fraktala” yapılır,
çürüyen kazıklar yenisiyle değiştirilir, çöken ve akıtan çatılar onarılır,
kırılan kiremitler yenisiyle değiştirilir idi.
C-
Spor
KAYAK
Taze
yağan ya da erimeye yüz tutmuş olsun, 2-3 metrelik ince tahta üzerinde kaymak
en lüks kar oyunumuz idi. Lüks diyorum, bu işimizi görecek tahtanın kalınlığı
çok önemliydi ve kayarken esneyecek bir incelikte olması şarttı. Bunun için
bazen salaç ve samanlık gibi yapıların “sundurma”lıklarından söker, kayma
esnasında kırar yerine takamaz, bi’ton azarı da yerdik büyüklerimizden. Eğer
Çarşamba günü ise, tütün istifinde kullanılan istif tahtasını yürütür, kaydırır, ıslatırdık. Yine
laf işitmekten kurtulamazdık. İster tek, ister 2-3 kişi birden, ayakta
bindiğimiz tahta “kayak”larımızda yön değiştirici tertibat olmadığı için son
durağımız genellikle dikenli bir çalının içi olurdu. Tabi yüzümüz gözümüz yara
bere içinde günlerce bu anın “zevkini” yaşardık. Hafif buzlu zamanlarda kısa
tahtalara oturarak kaydığımız olurdu.
BUZ
PATENİ
Köyde
patenimiz yoktu tabi. Lastik ayakkabıyı zor buluyorduk. Hem buz pateni
yapacağımız üstü donan göl ve nehirimiz de yoktu. Bu yoklar ülkesinde yol
kenarlarında ya da tarla içlerindeki küçük su birikintilerinin üzerinde oluşan
buzların üzerinde ayakkabılarla kaymak için ise buzun kırılıp suya düşüp batıp
ıslanma riskini göze almak gerekiyordu.
KARTOPU
OYUNU
Kar
yağdığında ilk aklımıza gelen elbette kartopu oynamaktı. Genlerimizde olan
saldırganlık ruhumuzu rahatlatmak için başvurduğumuz yöntemlerden birisidir
aslında kartopu oynamak. “Yakantop” oynar gibi yumuşak yumuşak oynasak neyse de
o ne öyle kartopunu elimizde iyice sıkıştırıp sıkıştırıp, hatta arasına bazen
çakıltaşı da koyarak kim olursa olsun karşımızdakinin kafasına gözüne fırlatıp
atmak. Bir de kardan adamı tekmeleme işimiz var. Bu durumumuzun psikologlar tarafından
incelenmesi gerekir. Tövbeler olsun!..
/Çetin
KOŞAR
22 Şubat 2021
Benzer
Makale:
http://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/akbulut-koyunde-avclk-atclk-ve-tutuculuk.html
Yanımızda bir arkadaş varsa örüğü daha da uzatır, “küstürme” yöntemiyle bakal avlamak için birimiz çalının beri tarafında diğerimiz öbür tarafında gözümüz çalı içlerinde koşa koşa soluk soluğa, o çalı senin bu çalı benim deyip taa köyün dışlarına çıkarız da çook sonradan fark ederdik nerelere gittiğimizi. Eğer biir av kıstırdıysak atışlar başlar, her atan “aha furdum” diye bağırır ama kuşun vurulduğu falan yoktur. Hatta kuytu bir köşe bulduysa oraya saklanır, görebilene aşkolsun. Bazen çakıl taşımız biter, yerlerde bulduğumuz ne varsa takar rastiğe basardık hedefe.
22 Şubat 2021
http://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/akbulut-koyunde-avclk-atclk-ve-tutuculuk.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder