Çemberimde gül oya
Gülmedim doya doya
Dertlere karıyorum
Günleri saya saya….
(Biga türküsü)
Geçen senelerde, Ali Çolak (hocam da olur) herkesin gidebileceği bir köyü olmalı yollu bir şeyler yazmıştı... Canevimden vurulmuştum. Kuzey’in o ayaz gecesinde hayalen de olsa, memleketime götürmüştü beni o yazı...
Köyümün hür ovalarına, deniz gibi kabaran yemyeşil ekin tarlalarına, gelincik öbeklerine, bağ bostan bozumlarına, fokur fokur kaynayan pekmez kazanlarına, koyun kuzu melemeleriyle inleyen kırlarına, tezek kokulu sokaklarına, yunup yıkandığım derelerine, günabakan vadilerine, velhasıl çocukluğumun günlük güneşlik günlerine gidivermiştim. Bu tatlı rüyadan uyandığımda Ali Çolak’a hak verdim. Evet, insanın gidebileceği bir köyceğizi olmalıydı.
Memleket hasreti işte böyle bir şeydi, ansızın gelip hançerini saplıyordu yüreğinize. Gitmesek de görmesek de, orda bir köyümüz olduğunu bilmek, belki bir gün ansızın çekip gitmek, bir bayram sabahı köyün ihtiyarlarının ellerinden öpmek, çocukların yanaklarından okşamak, yüzlerine bakakalıp kendi çocukluğunu aramak, sünnet mevlitlerinde bol tereyağlı pilava, keşkeğe iştahla kaşık sallamak… Ve sizi oracıkta bekleyeduran çocukluk arkadaşlarınızın varlığını bilmek... Memleketin sımsıcak hayalleriyle avunup gurbetleri ısıtmak...
Şükür ki bir köyüm var, köylüm var bu ölümlü dünyada. İşte yine ruh okşayan bir nisan sabahıyla Biga’ya doğru yaklaşırken arabanın içinde, çocuksu heyecanımla hiç bir ayrıntıyı kaçırmamak için hop oturup hop kalkıyordum. Günün ilk ışıklarıyla mevcelenen Boğaz suları karşımdaydı, sarıçiçek ve papatyalarla dolu koyaklar, kekik kokulu bayırlar, aşina evler, sokaklar, kokular ve benim insanım...
Balıkkaya tepesine sırtını veren Biga, antik zamanlardan tevarüs ettiği asil edasına, hala hiç toz kondurmuyordu. Türklerin Anadolu’da perçinledikleri aziz varlıklarının mağrur bir nişanesi olduğunu nasıl da biliyordu!
Ne güzeldir memleketimin insanı! Gözü bir şey görmez ki, halay yerinde Harmandalına dönen delikanlının. Yaşlısına gençliği yeni baştan yaşatır, klarnetle yükselen Estergon kalesinin nağmeleri.
İşte Biga’dayım... İçini Marmara’ya döken Kocabaş çayının kenarındayım. Köye gidecek bir taksi çevirdim.
Erik çiçeklerinin patlamış mısır gibi uçlandığı bir mevsimdi. Kuzuların memeden ha kesildi ha kesileceği bir mevsim.
Araba köye yaklaştıkça tam bir duygu karmaşası içinde zamanın dışına çıkıyordum. Ruhumda kökleşen gurbet duyguları birer birer yok oluyordu. Daha bir benleşiyordum. İşte minaresi görünmüştü köyümün. Bağrında anayı babayı barındıran köyümün.
Tozlu yollarında çocukluğumu yitirdiğim, koyun sürülerinin ardında türlü hayallere daldığım, ağaçlarından düşüp başımı yardığım anacağım karşımdaydı. Burada her şey ve herkes bendendi...
Cümle âlem bir yana, memleket bir yana...
Elveda gurbet, merhaba ey vatan…
Vesselam...
/Engin SEZEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder