21 Ocak 2020 Salı

Sordanköy Ağzıyla İmtihan Soruları

AÇIKLAMA
Mahsus: "Şakacıktan, ciddiyetsiz, komik olma maksadı güderek" anlamına gelen bir kelimedir.

NOTLAR:
1-) Şapkalı (â) harfi uzatmak içindir.
2-) Çift harf de (aa, ee) uzatarak okumak içindir.
3-) (Ə) ve (ə) harfi (a-e) arası kalınlıkta bir sestir.
-----------------------

S O R U L A R

Aşşâdâki metini dikədlücene okuyn ve ilg dörd soriye una göre cuvab verün.


"Həmide gelinin Alaçam'dâki agrabalânın mıdfag terənə îtiyəci vardu. Bunun uçun 3-5 tene tâta iləzim olu. Bi hafta günü bunu Həmide geline söylerle. Həmide gelin, tamam bizde var, ben çöcünen gönderürüm diye söz verü. Köye gelince de ôlu Mıstafiyə söyler. Mısdava, ben nəsi əgidürüm u gadar tâtî, yalûz gitmem deyince u sıra aşşa puvar yanındaki têlede gara mancar topliyen Güllü gelinden bi çöcüg ister, Mıstafînen barâbur gitsinne diye. Güllü gelin de iyi uzaman bizim gara oğlanı zabahliin gönderürüm der. İki ilkokul çöcüü birer metüre boyunda üçer tene tâtinen Samsag, Geceglü, Evcü ve Pergelü sırtından ârı taa Alaçam'a gidmeg uçun zabanan erkenden yola çıkarla."

Soru 1: Delümemedin Mıstafinen Güllü gelinin Gara Çöcüü bu tâtaları Sordan köyünden yayan olarak taa Alaçam'a ələdmüşlemüdü, ələdememüşlemüdü?

a-) Ələdmüşdüle, ələdmüşdüle.
b-) Çöcügle çog yorugmuşladu be.
c-) Mısdava yorukunca tâtaları fırladub admuşdu.
d-) Gara Çöcüg tâtaları toplîp Mıstafiye yardım edmüşdü.
e-) Hepsü.


Soru 2: Çöcügle onca yükün altında gidîkenezin başlaana aşşadəkilədən hənkisi gelmüşdü?

a-) Samsag'tan geçîken Gara Çöcüü Delü Şügrü'nün köpə ısırmuşdu.
b-) Evcü çayından geçîkenezin Mısdava kayıp suya düşmüş iicene ıslanmuşdu.
c-) Pergelü'de mal güden çöcügle öönnerini kesip, paralaanı almag isdemüşledü.
d-) Alaçam'a iniiken Goymad Yoguşundan aşşa tâtinen gaymuşladu.
e-) Hiçbirisüde deyil.

Soru 3: Pergelü çobannarinən gâşulaşunca çöcügle naabmış olabilüle?

a-) Gara Çöcüg geri gaçalım demüşdü.
b-) Mısdava unnarı görmiyemüşüg gibi yapıp yannarından geçib giderüg demüştü.
c-) Mısdava öönnerine çıkan ilk çöcüün gafasına tâtî geçümüşdü.
d-) Pergelü çöcügle peşleene düşince unnarda tâtaları bırakib gacmuşladu.
d-) Ye öönnerine kimse çıgmadise bu söyleenin hepisi yalanısa.
e-) Bacaggadaran çöcügle yalan mı gonuşacamışla, tööbe tööbeee.


Soru 4: Alaçam'a varıb tâtaları agrabalâna buragdugdan soona Mıstafinən Gara Çöcüg naapmuşladu?

a-) Agrabâlarının verdüü  yime yimüşledü.
b-) Gendü çöcüglēnen çarşuya gönderüb doduma ısmarlamuşladu.
c-) Öylen vakıtı sinemiye gidelim teklüfüne Gara Çöcüg bayulmuşdu.
d-) Mısdava garşu çıgub, "ben sinemiye minemiye gidmem" diye diredmüşdü ve bedava sineməyi seretməmüşlədü.
e-) Sineme parasinen gine dooduma alub yəliye yəliye köye gidmüşdüle.
******


Soru 5: "Köyün genc delügannusu Emin bigün Kömürlüg davına tek başuna odun edmiye gider. Guru odun topliceem diye âşam olduunun fargına varamayıb garanuva galu. Yolunun üzerinde de İrəhmi usdanun evü vardu. Bu ev davın gıyısında olduu uçun daadan geleceg dilki, çakal, gurd ve doğuz gibü zararlu hayvannardan gorunmag uçun ısurgan bi köpeklerü vardu. Gelüb geçeni ısurmasun diye köpee günüz baalarla eme aşam oluşliig çezerle. Emin, köpenen dalaşacâma yolu dolaşurum diyeregden Eskiköy yoluna çıkıp urdan dooru köye gidmiye gərər verü emme Mutaflularun bi sürü köpee olduu aklına gelince bundan vazgeçer. Çaresüz galan Emin omuzuna uzuncana bi gazug alup İrəhmi usdanun urdan geçmiye gerer verü."

Soru: Emin'in başuna aşşâdâki şıglardan hankisi gelmüş olabilü?

a-) Emin, yolun gıyısında üyiyen köpeen yanından sessüzce geçiken köpeg üyenib Emin'i Megsütgilin uriye gadar govalamuştu.
b-) Köpek havliinci Emin evdeekilere söslenmiş, İrəhmi usdanın İsməyil de dışaru çıkıp köpee "mah mah mah" diye çıırub dutmuş, Emin de emin adımlarınan urdan geçip gitmüşdü.
c-) Emin na gadar baarıb çıırdiise de evde çalan irediyenin sösünden kimse duymamuş ve köpeg Emin'i bacaandan yakaladuu gibi Guaranug Derenin çayına yuvarlamuşdu.
d-) Köpeg saldurunca başına gelecegleri hesabeden Emin durmuş, köpeen yanına sokulmasını beglemüş, yanına iicene yaglaşan köpeg de gazuu gafasının ortasına yimüşdü.
e-) Doğru cuvab "d" şıggudu.


Soru 6: “Tegin’inen Həmid, köyde buvalarının ocaglaanı tüddüren iki emmoğludula. Aynı zamanda bir birleriynen iyi aanaşan iki gafadardula. Həmidin bi odun kesme moturu vardu. Uniynen gendü odunnaanı kesdüü gibi bi mazud benzün parasına başgasının odunnaanı da kesmiye gidmegdedü. Uzag yere ya da başga bi köye gidikenezin yanına argadaş olarak Tegini de çaaru. Günnerden bigün bunna Gelemedden Gulug Memedin odununu kesmiye giderler eme Teginin buvası foruz bu işe çok fırslanu. Âşam olunşliik Tegine bârub çârur, bi uvarmaduu galu.

Soru; Sefercüün Səli(Foruz) ooluna niye gızmış olabilü?

a-) Cıgara içiyele deene.
b-) Baa demeden gidiyele deene.
c-) Ekmag yimeden açgine gidiyele deene.
d-) Aşamın garanuuna galdıla deene.
e-) Tegin öküzleri sulamadan giddi deene.


Soru 7: “Sordanköyüne her sene gar yaamaz. Yavarsa da iicüg yavar, u da hemencecüg eriip gider. Bu nedenle köyde av mav işi olmaz. Eme 10 senede bir bi kar yavar bi kar yavar ki Garabovazdâki sazlıglar donup buzlanduu uçun yaban ördegleri gaannarını doyurmag uçun çay sularını təgibederegden taa Sordanköyün daalarına gada çıgarla. U sene hem sazlıklarda hem de köyde bir av olu bi av olu ki sormayın gidsin. Avcıla bayram ederle sənki. İşde bu avcıların birisi İləz Osmangilin Metin diyeri de Güllü gelinin Gara Çöcüüdür. Aaşamdan gəvilleşüle ördeg furmag uçun, zabânan erkenden Gemirlig çayından girip Eskiköy çayından çıkmaya.  Zabah olu, Garaçöcüg Yukarköyde Metini begler begler emme gelen giden olmaz. Bunun üzerine Metingilin evine gider, Metini sorar. Gardeşleri Sedatgil de biz bilmiyog, zabanan erkenden gitmiş derle. Bunun üzerine tek başına çaya giren Garaçöcük beki çaylarda garşulaşurug diye avlanmaya başlar. U gün gocaman gocaman iki dene ördek furur eme Metininen bi dürlü garşulaşub buluşamazla.”

SORU: Metin neriye gidmiş olabilü?

a-) Ugün günnerden Çarşamba günîse Metin nışannusuyla gonuşmiye gitmüş, lafa dalmış, bubaluuna yakalanup bi ton laf işüdmüşdü.
b-) Yannışlugla Samsag çayına gitmüş, uriye gadaran gişmişiken Helima dedesigile uramuş, dayı oolu İrfanınan lafa dalıb galmuşdu.
c-) Çog ördeg furmag uçun ördeglerin köyü Garabovaza gidmüşdü.
d-) Cigara içmiye gişmüşdü.
e-) Yaanış şıg, Metin cıgara içmez ki.


Soru 8: “Sordan Köyünde tütün dikme zamannarında iisənne imecülüg yapıyadula. Tütün dikilecek gişinin təlesinde toplaşulu, gadunnar tütün dikiiken adamların da kimisü aşşa puvardan fucularınan su çeker, kimisü su bonduruglariinen daşur, kimüsü de kadunnarın ıbrıglarına sitiline su doldurur yəni dâtuculug yəpiyedüle. Daşıma işi zâmetlü olduundan çöcugle genellikle dâtma işüne bakıyedüle. Hacı Habibgilin imecisinde bu su dâtucularından birisi de Ömer Meral’du. Emme veləkin imecidəki gızla boyuna Ömer’in üsdüne su dökerle.

Soru: Bu gızla Ömer’i nauçun ıslatiye olabilüle?

a-) Iscagdan buvalmasın diye Ömer’i serinnedmeg uçun.
b-) Aslında Ömer unnarın ayaggabılarını ısladduu uçun.
c-) Fidesi biten imeciye fide götümedüü uçun.
d- Yakup əbisi çîrinci bagmaduu uçun.
e-) Ömer de bişey ânımıyadu belki unun uçun.


Soru 9: Gember yerinde mal güden bi çöcüg mallarını Kelçeben yerine götümeg istese aşşâdâki yollardan hangisini təkibedmelüdü?

a-) Köyaltı- Bıdamalug- Samsag çayı- Çetillik.
b-) Değmenyanı- Sancar- Garunugdere- Arduclug-Salak.
c-) Köklük- Muradlu- Cilim- Aktopraklug.
d- Âşam oluşlig eve gider, ertesi günü zabânan da Kelçebenyerüne gider. Noolmuş yəni.
e-) Həə, çog dooru vallâ. Gember yerine gıran mı girdi de dutup malları köyün bi ucundan öteki ucuna götümeg uçun uraşacak.

19 Ocak 2020 Pazar

Akbulut Köyü’nde Mutfak Kültürü: KAB KACAK -3


SAĞIN VE KATIKLA İLGİLİ KABLARIMIZ

Yine konunun başında hemen bu bölüme ait kab kacak, alet ve edevatlarımızı alfabetik olarak sıralayalım; Göveç, Huni, İnek Çanağı, Kolçak, Sele, Süzek (süzgeç), Süzme Torbası, Şişe, Tencere, Tokat Pakrağı, Tülbent, Yallık, Yal Kabı, Yalak, Yayık.


Sağın Ne Demektir.

Sağın kelimesi, Akbulut Köyünde “sağılan hayvanı” ifade eder. Her ailenin ahırında bir çift öküzden başka en az bir ya da iki tane sağılan inek olurdu. Öküzün gücünden yararlanırken ineğin de sütü ve doğuracağı yavrularından faydalanılmakta idi. Çift inek beslemenin bir avantajı da biri sağılırken diğeri “yüklü” olur, biri sütten kesilince diğeri devreye girerdi. Böylece “kapı” sağınsız kalmamış olurdu. Bazen iki inek de olsa ikisinin birden sütten kesildiği de olur, kapı sağınsız kalırdı. Peki kapı sağınsız kalınca ne olur? Dünyanın sonu gelmez ama o ev katıksız kalınca çok zorlanacağından imdada konu komşu yetişir, her fırsatta özellikle “ayran” vererek komşularını katıksız bırakmazlardı.

Köy yerinde evler ayrı ayrı olsa da insanlar hayatlarını bir arada geçirdikleri, hep birbirleriyle görüşüp sürekli irtibat halinde oldukları için tek bir aileymiş gibi birbirlerinin halini görüp, gözetirler, hiç kimsenin sıkıntı çekmesine göz yumulmazdı. Köy yerinde zaten herkes birbirinin akrabası olduğu için bu konuda hayat gayet çekilir bir haldeydi. Ne enflasyonlar ne develüasyonlar köylüyü enterese etmez, “bir taşımlık aşım tasasız başım” şiarı birilerini rahatsız etmiş olacak ki köylülük oranımızdan rahatsız olmuşlar, köylüyü kentlere yığarak kendilerine yeni ekmek kapıları açmışlar; Daha düne kadar kent pazarlarına tavuk, yumurta, süt ve peynir satan köylü şimdi tam tersine bunları şehirden alıp köye taşımaktadır. Ne bir taşımlık aşı ne de tasasız başı kalmıştır artık köylünün.


Sağının Önemi.

Köylü mutfağı için inek her şeydir. Bir lokma ekmeğinle iki kaşık ayranın varsa senden mutlusu olamazdı. Yüksek mimar İbrahim Canbulat’ın “Paflagonya Yemek Kültürü” adlı araştırmasında şu tespiti çok yerindedir. Canbulat der ki; ”Türkmenin başlangıçta hemen yalnızca koyun etine dayalı bir yemek düzeni varken daha sonra fazlasıyla fakirleştiğini düşünüyorum. Paflagonya kırsal kesiminde (Kastamonu, Sinop, Samsun ve diğerlerinde) yaşayanların özel günlerde  bile  en  önemli  hayvansal  besin  kaynağı  kümes  hayvanları  olmaktadır. Yemek  derlemelerinde ve sözlü tarih çalışmalarında da bu açıkça görülmektedir. Tavuğu bile daha çok yumurtası için beslemektedir. Büyük baş hayvanı ise yalnızca sütü için beslerler.”


Süt İçtim Dilim Yandı.

Tabi buradaki süt, son tüketilen değildir. Süt “katık” hammaddesidir. Buğdaydan sonra gelen en önemli besin kaynağıdır. Süt, bebek maması yapımı ve hastalık dışında pek kullanılmaz. Misafir geldiğinde ya da o an evde katık olmazsa şeker katılarak sofrada topluca kaşık kaşık yenir ya da su ve tuz katılarak pişirilmiş mısır çorbasına katılarak yenirdi. Zaten kıt olan sütten hemen yoğurt mayalanır. Hatta mecbur kalınmadıkça yoğurt kabına da dokunulmaz, “yoğurt bozulmaz,” bir hafta boyunca biriktirilen yoğurtlardan “yayıkta yayılarak” yağ çıkarılırdı. Yeni yağdan çocukların ağzına birer lokma verilir ya da yemesi için bir parça ekmeğin üzerine sürülür, bunun dışında bolca tuzlanan yağ, toprak bir kab olan ağzı geniş testi, “göveç”lere basılır, doldurulurdu.. Tuzlanarak saklanma nedeni bozulmaya karşı bir tedbirdi. Genellikle azar azar olmak üzere tavada kızartılıp su ve tuz katılarak pişirilen çorbaların üzerine dökülür ya da bir misafir geldiğinde yağda yumurta pişirmekte kullanılırdı.

Yayıktan çıkan ayran genişçe bir kaba doldurulur, sabah çorbası dahil her öğünde mutlaka bir şekilde (sade ya da yan ürün olarak) sofrada yerini alırdı. Tarla ya da orman gibi ev dışı işlerine giderken yanımıza aldığımız ekmek ve soğandan sonraki üçüncü ve son azığımız şişeye doldurulmuş ayrandır. Evde ayran hafta gününden erken biterse ve acil bir ihtiyaç doğarsa yapılacak iş bir çalıntı/yoğurt tenceresini bozmaktır. Yoğurt önce “özelenir,” inceltilir sonra su katılarak ayran yapılırdı. Yağı alınmadığı için de bu ayran gayet güzel olurdu. Bu durumlarda, hazır yoğurt bozulmuşken bazen sofraya yoğurt da konur, üzerine dut pekmezi gezdirilerek, ekmekle kaşık kaşık yenir. Burada “bozmak” ifadesi, bilindiği gibi yoğurt mayalanınca üzerinde bir kaymak tabakası oluşur, bu tabaka sayesinde hava almayan yoğurt “ekşimeden / bozulmadan” daha uzun süre dayanmaktadır. Yoğurt ekşirse ayranı da ekşi olur, yazın hadi neyse de sair soğuk ve serin günlerde “ekşi ayran” rağbet görmez, yenmez ekşir gider, bozulmaması için süzme torbasına doldurulup dışarı asılır, ekşi süzme yoğurt elde edilirdi. Sütün çökmesiyle süzülüp elde edilen “ham çökelek” gibi, ayranın kaynatılmasıyla da “minci” dediğimiz çökelek elde edilir. Buna benzer bir yöntem de yoğurdun bizzat süzülmesiyle elde edilen süzme yoğurdumuz da olurdu ki tıpkı krem peynir gibi çaylı sabah kahvaltılarının vazgeçilmezi olurdu. Görüldüğü gibi “süzme torbası” mutfakta mühim işlevi olan edevattandır.


İnek Deyip Geçmeyin.

Eski sığır ineklerinin süt verimi oldukça düşüktür. Bir iki litrelik “inek çanağını” doldurabilirsen ne mutlu sana. Bazen hayvan keyifsiz olur yarım litre bile alınamazdı. Annelerimiz ineğin dilinden anladıkları için sağım esnasında önlerine kepek ve pancardan oluşan, ocakta yal kabında pişirilen, sıcak yal verdiklerinde inek çanağı dolduğu gibi hayvanın meme uçlarını yıkamak için kullanılan su kabı taslar da ek olarak dolardı. “Kara Irk” da denilen yerli ineklerimiz zamanla günlük 5-10 litre süt veren yabancı “sarı ırk-Jersey” ile değiştirildikçe mutfaklarda ayran dışında süt ve yoğurt yüzü de görülmeye başlanmıştı. Sabah kahvaltısında yemenin dışında bollaşan “sağın yağı / tereyağı” pazara inerek ailenin yeni gelir kaynakları arasına girmişti.

Köydeki ineklerimiz de tavuklarımız gibi “gezen” idi. Ahıra bağlanıp hazır GDO’lu gıda, küspe, yem ve daha çok süt versin diye hergün kuyruk sokumundan  vitaminler almıyorlardı. Sık sağılmadıkları için (en fazla sabah akşam iki kere) sık sık hastalanmıyor böylece sürekli antibiyotik verilmiyordu. Besi inekleri 5-7 yıl yaşıyorken, merada otlayan ineklerimiz ortalama 13-15 sene yaşıyorlardı. Açık havada gezip dolaşan ve meralarda otlayan ineklerimiz besi ineğine göre miktar olarak çok verimsiz idi ama kaliteli süt veriyorlardı ve sütlerinde “Omega 3” vardı. Artık yok. Endüstri inekleri kapalı ahırlarda yem ve sürekli iğne yedikleri için sütlerinde “Omega 3” olmuyor. Eski süt ürünleri, tüketicisinin ömrüne ömür katar iken şimdiki süt ürünleri ömrümüzü yiyor, kendisi bozulmuyor ama bizim hücrelerimizi bozuyor; kanser ediyor.


Kur’an-ı Kerim’deki İnek ve Süt.

Oysa inek ve sütü ne mübarek bir hayvandır ki Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’inde bir çok yerde onlardan bahsetmiştir. Hatta Kur’an-ı Kerim’in ikinci surenin adı da inek manasına gelen “Bakara”dır.

Bir âyet-i kerîmede insanlar için sağmal hayvanlarda ibretler bulunduğu ifade edilerek bunların bir sanat hârikası olduğu şöyle beyan buyrulmaktadır:

“Muhakkak sizin için sağmal hayvanlarda bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz.” (en-Nahl 16/66)


Dana mı Düve mi?

Hanede öküzler babanın, inekler annenin sorumluluğundadır. Baba tüm gayretini öküzlerin sağlıklı ve güçlü olması üzerine harcarken anne de “ineğime daha iyi nasıl bakarım, ne yedirsem de daha çok ve uzun süre süt alsam”ın hesabını yaparken bazen “öküzün hakkı, ineğin hakkı” gibi hayvan yiyeceklerini paylaştırmada anlaşmazlıklar olurdu. Doğan buzağı erkek ise gürbüz bir dana/boğa/öküz olması için baba tama gittiğinde anneden gizlice buzağıyı salıp emzirir, inek sağmaya giden kadıncağız da az süt alınca “hayvan sütten mi kesiliyor, hasta mı oldu yoksa” diye hayıflanırdı.

Günlük hayatta karşılaşılan “kız çocuk, erkek çocuk” efdallığı (üstünlüğü) tartışması hayvanlar aleminde de yaşanırdı. Doğan buzağı erkekse, dişi buzağıya nazaran daha çok sevinilir, hele sonraki doğumun ya da ikinci ineğin de erkek doğurması halinde evde bayram edilirdi. Çünkü onlar yarın büyüyüp “bir çift öküz” olacak bu ise büyük bir servet idi. Özellikle kapıda yetiştirilen öküzün dışarıdan satın alınandan daha bereketli olacağına inanılırdı. Ayrıca, kapısında besili bir dana/boğası olan aile başkalarının ilgisine mazhar olmaktaydı. İneklerin döllenmesi için kapısı çalınan boğa sahibinin havası bir başka olur, “hayvan yoruldu, zayıfladı..” bahanelerine sığınılarak karşılığında yallık olarak bir ölçek(18 litre teneke) arpa-buğday-mısır istenirdi. Tabi öküz yapılacak erkek yavrular genç yaşta “iğdiş edilir / enenir” di. Bu konuları “hayvancılık” bahsinde tedaylandırız. Dölleme hususunda bir konuyu daha belirtelim eskiden kara ırklar kendi aralarında çiftleştirilirken ırkın ıslahı projesi kapsamında hafta içi hergün köye belirli saatte baytar gelir, köyde uygun bir yere kurulan dölleme merkezlerinde “göğe gelen, öğsemiş” ineklere “fenni dölleme” ve danalara da “fenni eneme, burma” yapılırdı.


Hayvan Halinden Anlamak.

Sağım esnasında da ineklerin memeleri önce suyla yıkanır, hatta inek sütünü tutmasın salsın diye sağım öncesi “edükleme” dediğimiz, her memeden kontrollü olarak buzağının emzirme işlemiyle de bir temizlik yapılmış olurdu. Kara ırklar zamanında küçük tas ya da inek çanağı dediğimiz 2-3 litrelik kabların yerini, sarı ırka geçilince 5-10 litrelik kovalar almıştı. Herkes inek sağamazdı. Sağsa da aynı verimi alamazdı. Sağan kişi ile ineğin arasında samimi bir ilişki olur, inek, sağanın halinden sağan da ineğin halinden anlardı. Sağım esnasında inekle kurulan temaslardan birisi de ineğin rahatlaması için söylenen “döşü kızım” sözünün kimin söylediği önemliydi. Bunun dışında inek ikna edilemez, sütünü buzağısına ayırmak için kendini sıkar süt vermez ise önüne konulan yal ikramına ilaveten buzağısı da salınarak bir taraftan buzağı emer bir taraftan da sağım sürerdi. En sonunda da buzağı ve inek bir süre başbaşa kalır, hasret giderirlerdi. İnekle buzağının bir arada kalma süresi çok önemliydi. Çünkü, buzağı doğduğunda sürekli annesinin yanında bırakılmaz, “tam” dediğimiz ahır içine buzağının içinde dönebileceği kadar genişlikte bebek yatağı gibi küçük bir yer yapılır, ancak sağım sonrası annesiyle baş başa bırakılırdı. Yeni doğum yapmış inekler işin başında bu hasrete fazla dayanamaz, “yazı / mera” ya da ormandaki otlama işini bırakır, kaçar yavrusunun yanına gelirdi. Bu nedenle yeni doğum yapmış inek yazıya gönderilmez, ev yanlarında bakılır, böylece sabahtan akşama kadar ahırdaki buzağı ile ineğin karşılıklı bağırışları bize konser gibi gelirdi. En güzeli buzağının sürekli annesiyle birlikte kalmasıydı ama el koyacağımız/ sağacağımız sütünün yanında uzun yola dayanamaması ya da korunmasız şekilde merada kalmasının da sakıncaları vardı. Hava koşullarından kolaylıkla etkilenebilmekte, hastalanabilmekteydi. Bunun için diğer hayvanlar dışarıda bakılırken buzağıların bakımı belli bir yaşa kadar ahırda özel olarak yapılırdı.

İnekleri sağan kişi aynı zamanda iyi bir baytar/ hayvan doktoru/ psikoloğu olmak zorundaydı. Sağım yapılan hayvanın rahatsızlığını sağılan sütün miktarından, renginden ve kokusundan anlardı eskiler. En çok da “nazar / göz değmesine” bağlı rahatsızlıklar (hayvanın huysuzlaşması, sütündeki koku değişikliği vb.) durumunda “el almış” kadınlar çağrılıp okutulur, olmadı “erkek gözü” var diye yaşlı bir erkeğe ya da hocaya okutulurdu. Bunun dışında göze çarpan diğer rahatsızlık durumlarında “halk doktoru” gibi köyde bulunan bazı kimseler de “hayvan doktoru” olarak olaya müdahil olurlar, gerekiyorsa kulağından, kuyruk altından ya da sırtından kan akıtır, gözetler, hayvanda belli bir rahatlama izleyemezse sahibine “baytara götürmesini” önerirdi. Bu hususta hatırladığım merhum Mendü Ay’ın bir takım yetenekleri vardı.


Sağın Ekonomisi.

Ekmekten sonra en önemli yiyeceğimiz “katık” söz konusu olunca elde edilen katığın kaynağı hayvanlar konusunu biraz uzattık ama konunun iyi anlaşılması için temelimizin sağlam olması iyidir. Köylü için sütün kendisi değil sütten elde edilen ürünlerin önemli olduğunu belirtmiş, zorunlu haller dışında sütün içilmediğini söylemiştik. Birkaç aile denese de köyde küçükbaş hayvancılık yapılmazdı. (Hellen Kazım hariç.) Daha ziyade sütü ve yavrulaması için yetiştirilenler büyükbaş hayvanlar, sığır idi. Züver Koşar ve Selahattin Koşar Kömüş dediğimiz Camış da beslerlerdi. Şimdi o da kalktı.

Sağın, gıda dışında hane halkının ek gelir kaynağı idi. Hafta günleri yaz kış farketmez, çarşı pazara götürülen ürünlerin önemli bir bölümünü bu hayvansal ürünler oluştururdu. İlçemiz Alaçam’ın “hafta günü” Çarşamba günüydü. Bu nedenle köylünün çarşı pazar telaşı Salı gününden başlardı. Bir hafta boyunca sağılan sütler “çalıntı / yoğurt” yapılır, Salı günü “yayık” kurulup yayılıp, yağ ve ayran elde edilir, eğer ayran ailenin ihtiyacından fazla ise bir kısmı kaynatılarak bez torbada süzülüp “minci” dediğimiz ekşi çökelek elde edilirdi. Yayıktan çıkan yağ bakır bir kaba basılır, minci kendi torbasıyla (temizliğini alıcı görsün diye) ya da başka bir kaba konur, pazar yolculuğuna hazır beklerdi. Pazara gidecek olan yoğurtlar tencereye değil de 2-3 litrelik “tokat pakrak”ı dediğimiz kulplu küçük kazanlara mayalanırdı. Pazar yolculuğunun en meşakkatli ve yorucu ürünü ise sütün kendisi idi. Mevsimine göre sabah ve akşam günde iki kere sağılan sütlerden çarşı pazara gidecek olanları, Salı akşamı ve Çarşamba sabahı sağılır, süzülür ve bir hafta önce yıkanıp temizlenip bir kenarda bekletilen şişelerin kaynar suyla tekrar dezenfekte edilip hazırlanmasıyla “huni” vasıtasıyla şişelenmesi işiydi. Şişede bulunan en ufak bir kalıntı / bulaşık bir şişe sütün bozulması, çökmesi, zayii olması demekti. Bu nedenle şişelerin içi, tütün iğnesinin iplik deliğine takılan bir bez parçası yardımıyla pazar dönüşü sabunlu sıcak suyla ovularak iyice temizlenip bir kenara kaldırılır, ertesi hafta için de önceden ikinci bir temizlemeyle kullanıma hazır hale getiriliyordu ve çatlamaya, kırılmaya karşı da hassas oldukları için taşırken de bir risk oluşturuyorlardı. Şimdiki sütler, daha önce kullanılıp atılmış muhtelif ebatlardaki pet şişelerde sevkediliyor ama ne kadar sağlıklı, soru işareti. Hâkeza, bakır kaplarda sevkedilen yoğurtlarımız da bunun gibi şimdi plastik bidonlar içinde kapımızı çalıyor. Yâ Rezzak. Süt şişelerinin ağzı mantarla tıpalanır, mantarı kayıpsa şişenin ağzına uygun kalınlıkta bir mısır koçanı parçası bir naylonla sarılıp tıpa niyetine kullanılırdı. Süt şişeleri kolçak dediğimiz büyük ve yayvan, kuplu sepetlere yerleştirilir, bu sepetler de kolumuzun dirseğe yakın yerine takılarak taşınırdı. Kolçak adı da belki kola takılan manasına buradan geliyordu. Belli müşteriler olduğu gibi rastgele müşterilere de pazarlanan süt ve süt ürünlerinin bir kısmı bazen satılamaz elde kalır, geri getirilip evde tüketilirdi.

Küçük bir not daha düşelim, bizde “süte su katma” edepsizliği ve kaymağını alıp sütü öyle satma çakallığı yoktu. Şimdilerde pazardan aldığımız sütü pişirirken yarısının buhar olup uçmasını fazla kaynatmaya, üzerinde oluşması gereken kaymağın olmayışını da hayvanın zaifliğine bağlayıp teselli buluyoruz. Elbette ürünü belli ve aynı kişiden alıyoruz ama menfaate dayanan dostluklar fazla uzun sürmüyor.


Yayık Yaymak.

Burada kısaca “yayık”tan da bahsedelim. Bizim yayıklarımız, ipe bağlı ağaç ya da deri yayık değildi. Bizimki, fıçı misali ağaçtan yapılmış, döveceği de olan, ayakta kullanılan bir araçtı. Dibi geniş, ağzı dar olarak yapılan bu yayıklar tahta parçalarının birkaç çember vasıtasıyla tutturulmasıyla elde edilirdi. Kullanılmadığı zamanlarda iyice kuruyan yayığımız ek yerlerinden açılma yapar delik deşik görünürdü. Bunun önüne geçmek için de yayık önceden ıslatılır, tahta malzemenin şişmesi beklenirdi. İçi kaynar suyla haşlanarak temizlenen yayığa yoğurtlar bir iki karış doldurulur, sapı ucunda yuvarlak tekerlek gibi bir parça olan dövecek ile ara sıra ılık su katarak bir saate yakın süreyle sürekli dövülür, ara sıra bakılarak üzerinde oluşan yağ tabakasının miktarına göre “olup olmadığına” karar verilirdi. Tabi bu süre içerisinde hiç fasıla verilmez, yayan kişinin “kolu kanadı” kırılırdı.


Kab Seçimi.

Tokat pakrakları da bakırdan idi. Her ne kadar “kalay”ına özen gösterilse de keskin kıvrımlı yerlerinin temizliğinde sorunlar yaşanırdı. Daha sonraları bunun alüminyum olanları da icad edilse de pek tutulmamıştır. Her bakır kabın güvenliği kalaylanmasına bağlıydı. Bunun için ara sıra köylere gelen kalaycılar köyün bir yerine kamp kurarlar, köylünün kablarını topluca kalaylarlar idi. Tabi bunun dışında da köylü ihtiyaç doğduğunda birer ikişer kabını çarşıya götürür kalaylatırdı. Yoğurt mayalanan bu kapların oluşturduğu en büyük risk kalayı kalkmış yerlerinde “cenger ya da cengel” dediğimiz mavi renkli zehirli pasın oluşması için. Bu hususta köylünün imdadına alüminyum kablar yetişse de zamanla bunlarda da yüzey çökmeleri sonucu oluşan noktalarda temizlenemeyip kalan artıkların doğurduğu sorunlar insanları tereddütte bırakmıştır. Son zamanlarda karar kılınan çelik kaplar, şimdilik saltanatını sürdürmektedir.

Sağım sonrası ilk iş sütün bekletilmeden süzülüp pişirilmesidir. Süzmek için plastik süzeklerin üzerine mutlaka ek olarak bir tülbent örtülerek maddi temizliği garantilenirdi. Dağ köylerinde koyuncular bu süzeğe yıkanıp temizlenmiş koyun yünü doldurur öyle süzerlerdi. Bilindiği gibi koyun yüğü/yünü üzerinde mikrop barındırmayan, antibakteriyel bir üründür.


Taze İnek Peyniri.

Pazara götürülüp satılan süt ürünlerimizin arasına 1975 sonrası “taze peynir” de eklenmiştir. Sığır sütünden peynir bilinmez, yapılmazdı. Peynirin sadece koyun ve keçi sütünden yapıldığını düşünürdük. İşte bu tarihlerde küçücük şişelerde pazarlanan peynir mayasından 5 litrelik çiğ süte katılan bir damla ile akşamdan sabaha peynirimiz mayalanır, süzme torbasına doldurulup üzerine de baskı koyduğumuzda “teze peynir”imiz 24 saatte hazırdı. Tercihe göre isteyen tuzsuz haliyle yer, isteyen tuzlu suda / salamurada bekletir öyle yerdi.

/Çetin KOŞAR
20 Ocak 2020

6 Ocak 2020 Pazartesi

Akbulut Köyü’nde Mutfak Kültürü: KAB KACAK -2

ÇAY - KAHVE İLE İLGİLİ KAB KACAKLARIMIZ

Mevzuya girmeden hemen başta çay ve kahveyle ilgili kab kacak, alet ve edevatlarımızı sıralayalım.

KAHVE: Cezve, Fincan, Bardak, Kahve Değirmeni, Dövecek(Havan).

ÇAY: Çaydanlık (Demlik ve Su Kabı), Çay Bardağı, Çay Kaşığı, Çay Süzgeci, Çay Tabağı, Çay Tepsisi, Semaver, Şekerlik, Şeker Kaşığı, Şeker Maşası, Piknik Tüpü.

Akbulut köyünde çay ve kahve kültürü yenidir. Eski zamanlarda çay, ancak bir misafir geldiğinde, akşam oturmalarında demlenip içilirdi. Kahveyi ekseri yaşlılar içerken çay, yaşlı genç herkesin içeceği olmuştu. İlk zamanlarda çocuklar, misafire ikram edilen çaydan artan kalan olursa onları içerdi. Burada yetişkin çayı ile çocuk çayının farkını da belirtmeden geçmeyelim. Yetişkinler çayı sıcak sıcak içerken çocuklar sıcak çay içmekte zorlanmaktadırlar. Bu nedenle çocuklara “paşa çayı” verilirdi. Yetişkinlerin çay içtiğini gören çocuklar her şey gibi buna da özenirler, çay içeyim derken ellerini ağızlarını yakarlar, o telaş ile ellerindeki bardağı da düşürür kırarlar, üstüne üstlük bir de tokat yer, azar işitirlerdi. Nasrettin Hoca’nın yeni nesil torunları olarak biz testi kırılmadan önce değil kırıldıktan sonra yerdik dayağı.  

Gerçekten camdan mamul bardaklara alışmakta epey zorlanmıştık. Su taslarıyla ya da plastik bardaklarla idare etmeye kalksak da camın bizi kendine bağlayan, dayanılmaz bir cazibesi vardı. Köylüydük ama kaba saba insanlar değildik. Lâkin cam bardaklar da çok narindiler canım. En küçük bir çarpmada hemen kırılıveriyorlardı ve tamiri de mümkün değildi. Her ne kadar kırılmaz bardak diye satsalar da daha çarşıdan alıp getirirken yolda bile kırılırlardı. En çok da kış günlerinde soğuk bardağa kaynar su dökerken çatlatır kırardık bardakları. Çay içerken, kirlileri yıkarken, yerinden alırken ve yerine koyarken kazaen kırı kırıverirdik bardaklarımızı. Bu yüzden bardaklarımızın kirlenip sararmaya vakitleri olmaz, hep yeni ve pırıl pırıl bardaklarda içerdik çayımızı.

Her çocuk bilirdi ki kırılan bir bardağın cezası vardı. Bu durum karşısında refleks geliştirenlerimiz de vardı. Bunlardan biri de Salihoğlu Tekin Koşar idi. Bir gün kahvaltıda bardağını kırmış ve peşinden de basmış yaygarayı, bir ağlıyor bir ağlıyor ki zaptedene aşkolsun. Aile ne oldu, yandı mı, elini mi kesti diye telaş ederken Tekin tüm masumiyetiyle ağlamayı sızlanmayı sürdürmektedir. Sonunda anlaşılır ki çocuk bardağı kırdığı için çok ama çok üzülmüştür, güzel güzel çayını içmek varken böyle bir beceriksizlik gösterdiği için kendi kendine kızmış, bu duruma çok içerlemiştir. Tüm aile tarafından teselli etmeler, sakinleştirme girişimleri, sevgi sözleri Tekin’i yatıştırmış, çocuk ağlamayı kesse de iç çekmeleri bir süre daha devam etmiştir. Teselli sözlerinden bazıları; “Alt tarafı bir bardak. Kırıldıysa kırıldı, senden kıymetli mi, yenisini alırız. Cana geleceğine mala gelsin vb.”

Çocuklara, işte bu gibi mahzurların önüne geçmek için demi çok açık yapılan ve soğuk su katılıp soğutulan çay verilirdi. Çocuklar uyanık ya, açık çayı beğenmezler, demli olmasını isterler. İşte şimdi sıra “çocuk kandırmaya” gelmiştir ve çocuklara bu “çocuk çayı” demezler, bu “paşa çayı” bu çayı paşalar içer, sen de bir paşa olduğuna göre bu çayı içeceksin, yoksa sen paşa değil misin? diye de sorulurdu. 

Çocukların hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir. Onlarla oynayan büyükler de hep çocuk ruhludurlar. Her çocuğun hayatında bir büyük vardır. İşte bu büyük, çocuk için "eğilebilen" kimsedir. Hani "çocukla çocuk, büyükle büyük olmak" gibi bir deyimimiz vardır ya tıpkı bunun gibi Züverin Mehmet Koşar da çocukluğumuzun dünyasında önemli yeri olan birisiydi. "Usta" biriydi. Ondan gördüğüm bir "çocuk çayı"nın şifrelerini de burada vereyim. Çay açık ya da koyu tek renkli olur ya, bizim bu çayımız iki renkli olurdu. Başka bir ifadeyle çay ile suyu bardağın içinde ayrı ayrı dururdu. İster altta çay üstte su, isterse altta su üstte çay olurdu. Mesela bardağa önce suyu doldurur şekerini katar karıştırır, sonra çay kaşığını suyun yüzeyinde tutarak çayın demini yavaş yavaş kaşığın üzerine döker böylece dem ile su karışmaz bardağın içinde ayrı durur, iki renkli çayımız olurdu.
...

Sabah kahvaltısı olarak çorba kazanıyla her sabah taze taze pişirilen un ya da bulgur çorbaları yenilirdi. Yenilirdi diyorum çünkü burada ekmekle birlikte yemek gibi kaşık kaşık yenilen bir yiyecekten bahsediyoruz. Çorbalarımız taneli olurdu. Mesela, un çorbası ya da ufalama çorbası önce katı ve oldukça kuru olarak yoğurulan hamurun el ile pirinç tanesi büyüklüğünde ufalanmasıyla elde edilen malzemeden yapılır, yenmeyip ertesi güne kaldığında bu taneler şişer, fasulye büyüklüğüne ulaşır, hatta iri ufalananların bir tanesi bile kaşığa sığmazdı. Zaten diğer yemeklerimiz de çorba gibi bol sulu yapılır, bu nedenle normal zamanlarda, öğün sofralarında tek çeşit yemek olurdu. Sabah çorba, öğleyin yemek ve akşama bulgur pilavı. Şimdi biz bunları üç öğünde değil bir oturuşta yiyoruz. Normal zamandan kastımız gündelik yaşamdır. Düğün, bayram, misafir ve imece durumlarında halk ne kadar fakir olursa olsun, sofralar zenginleşirdi tabii olarak. 

[Hicabi Ay kardeşimin desteğiyle birlikte hazırladığımuz Akbulut Köyü Yemek Kültürü Yazılarımıza buradan ulaşabilirsiniz:
http://akbulutkoyu.blogspot.com/search/label/Yemek%20K%C3%BClt%C3%BCr%C3%BCm%C3%BCz?m=0 ]

Kahvaltı kültüründe yaşanan değişimle çay içme alışkanlıklarımız da değişmiştir. Artık sabahları çorba yerine çay ile kahvaltı yapılmaya başlanmıştır. Bol şekerli çayın yanında her biri aynı anda değil farklı günlerde olmak üzere, yağda pişmiş yumurta, pekmez, reçel, margarin, zeytin, ev peyniri, yoğurt, çökelek ve soğanlı sebze kavurmaları (mevsimine göre pırasa, pancar, ıspanak, turşu vb.) yenirdi. Zamanla kahvaltı sofraları sadelikten kurtulup zenginleşti, serpildi. Dolapta ne var ne yok hepsi sofraya serilir oldu. Böylece başımıza bir “serpme kahvaltı” kültürü çıktı ki israfın âlâsıyla başbaşa kaldık. Bulduğunu değil umduğunu yemek sevdası içimize işledi…

Artık gece gündüz farketmez, kahvaltı dışında da çay içilmesi yaygınlaşmıştır. Önceden, gelen misafirin önemine binaen çay demlenir ya da demlenmezken şimdi gece oturmalarında herkes için mutlaka çay ve meyve gibi atıştırmalık ikramı yapılmaktadır. Sadece gece misafirliği değil gündüz misafirliğinde de bir kişi de gelse sohbet çayla demlenir oldu. Şimdilerde misafir şartına da gerek yoktur. Aile isterse kendi başına da günün her saatinde çayını demler, kahvesini hazırlar oturur keyifle içer. Yaz günlerinin o yoğun işleri sırasında içilen “yorgunluk çayı” insana günün bütün yorgunluğunu unutturmaktadır. Bir de, gece yapılan tütün dizme imecelerinin  vazgeçilmez içeceğidir çay. Özellikle vakit ilerledikçe günün yorgunluğu göz kapaklarını değirmen taşı gibi ağırlaştırdığında, gözünü açmakta zorlananlara, yani uykusu gelenlere yapılan çay servisi uykuları kaçırmakta, gözleri fal taşı gibi açmaktaydı. Buradan ortaya çıkan durum şudur ki çay içme sebeplerimiz çoktur. Hani “yorgunluk kahvesi”nden bahsedilir ya tıpkı bunun gibi “Kahvaltı çayı, Keyif çayı, yorgunluk çayı, dinlenme çayı, işçi çayı, misafir çayı,atıştırmalık çayı… say say bitmez. Hani İngilizlerin “five o'clock tea” sı vardır ya tıpkı onun gibi bizde uzun çalışma günlerinin İkindi vakitlerinde (bu vakit, yaz günleri saat beş civarıdır) çay içme dışında kahvaltı türü yiyecekler ve hatta yemek bile yenirdi. Sözün kısası, son dönemde köyümüzde çay içme
kültürü oldukça yaygınlaşmıştır.

Çay demlemede ilk iş demlik seçimidir. Önceleri dışı mavi içi beyaz renkli emaye kaplı demliklerimiz vardı. Özellikle kış günleri içi ıhlamur ya da adaçayı dolu bu demliğimiz ocaklıktaki ateşin yanındaki küllü alandan hiç ayrılmaz, her daim sıcak sıcak bir şeyler içilmeye hazır bekletilirdi. Ada çayını köyün dağlarından bayırlarından toplar kuruturduk. Fakat, özellikle nezle grip gibi rahatsızlıkların ilacı ıhlamuru ilaç niyetine çarşıdan alırdık. O zamanlar ıhlamur ağacı köyümüzde yoktu.

Bir ara alüminyum çaydanlık takımları yaygınlaşmış olsa da son olarak paslanmaz çelikten mamul  çaydanlıklarda karar kılınmıştır. Ocaklar feshedilince kuzine ve sobaların üstünde yerini alan çaydanlık takımları sayesinde kış günlerinde en azından her an sıcak su hazır bulunurdu. Zaman ilerledikçe sobayla ateş yakmaya uğraşmak yerine 12 kg.’lık lpg gazlarının kullanıldığı tüp gazlı ocaklar üzerinde boş ya da dolu hayatlarını idame ettirir oldular. Nedense diğer kablar işi bitince dolap ya da tereklerde yerlerini alırlarken bu demlik takımı her daim kullanıma amade şekilde ocağın üstünde durmaktadırlar.

Kemal-i afiyetle çay içmenin ilk adımı “çay demlemek” ile başlamaktadır. Çeşitli çay demleme usullerimiz vardı. Çayı önce yıkayanlar ya da kavuranlar; çayın üstüne kaynar su dökerek ya da  kaynamış suyun üstüne çay koyarak; kaynar suyla karışmış çayı bir süre kaynatarak ya da kaynayan suyun üstünde buharla pişirmek vb. gibi. Bir de çay paketlerinin üzerinde “iyi çay demleme” tarifleri olurdu.

Bu işi sanat haline getirenler de vardı. Züverin Mehmet Koşar’dan gördüğüm bir çay demleme usulünü aktarmak isterim.

Demlenecek çayın kendisi önce bu demliğe konur ve kaynamakta olan su kabının üstüne oturtarak bir süre bekletilir, bu süre zarfında altta kaynayan suyun buharında çay bir güzel kurur ve kavrulur. Ateşten indirilip bir süre dinlendirilen sıcak su demlikteki çayın üzerine ağır ağır dökülür. Demliğin kapak ve uc kısmı sigara paketlerinde bulunan alüminyum folyo ile kapatılır; burun kısmı minik bir külahla, ağız kısmı da kapağı kapatılmadan evvel folyo konur, üzerine kapağı kapatılır. Hava ile teması kesilen demlik bir kenara konur ve bu defa altı üstü havlu ile örtülüp çepe çevre sarılırak demlenme esnasında soğuması önlenir. Bu şekilde demlenmeye bırakılan çay 8-10 dakika sonra içilmeye hazırdır. Sarıp sarmalanmış demlik sakin sakin, sarsmadan huşu içinde açılır, önceden kaynar suyla kaşık ve tabaklarıyla birlikte çalkalanarak dezenfekte edilip ısıtılan bardaklara, yine kaynar suyla yıkanıp dezenfekte edilmiş metal süzgeçten geçirilerek ağır ağır bir miktar dem konur ve üstüne de suyu eklenince sıra şekerini ilave etmeye gelir.

Çay şekeri olarak önceleri “toz” halindeki şeker alınırdı. Anti parantez belirtelim ilk zamanlar 250 gr. ya da 500 gr. olarak azar azar alınan şeker daha sonraları, 1975 sonrası çuval ile alınmaya başlanmıştır. 50 kg.’lık bir çuval şeker dört kişilik bir aileye bir yıl yetmez, tütün satışına kadar azar azar alınırdı. Aile kendisi için çay şekeri olarak “toz şeker” dediğimiz “kristal şeker” kullanırken, büyük misafirleri için “kesme şeker” dediğimiz karton kutulu “küp şeker” almaktaydı. Toz şeker bittiğinde acil durumlarda (örneğin, bişi ve cızlavak ekmeklerinin üzerine serpmek için) bu küp şekerlerden birkaç tanesi bir bez parçasına sarılıp dövülerek ezilip toz haline getirilerek “toz şeker” elde edilirdi.

Çayımız demlendi, çay süzgecinden geçirilerek bardaklara dolduruldu, şekeri katılıp koro halindeki “dıngır dıngır” sesler eşliğinde bir güzel karıştırıldı ve sıra içmeye geldi. Çay hemen içilmez. Tam doldurulmayarak “Dudak ve Tutak Payı” bırakılan bardak önce buruna yaklaştırılarak kokusundan bir nefes çekilir ardından ilkinde hafifçe “höpürdetilerek” çekilir bu sayede çayın sıcaklığı kontrol edilir ve sonrasında ara sıra koklayarak, sohbet edilerek zevkle içilir.

“Dudak ve tutak”tan kastımız şudur. Malumunuz üzere millet olarak bizim çay bardaklarımız “kulpsuz” olup “ince belli”dir. Tabaklarımız da kırmızı benlidir. İşte sıcak çay dolu bardağımızı tutup ağzımıza götürürken elimiz yanmasın diye bardak ağzına kadar doldurulmaz, yarım santimlik bir boşluk bırakılır, bu sayede elimiz yanmadığı gibi bardağı dudağımıza değdirirken de dudağımız sıcaktan korunmuş olur, haşlanmaktan kurtulur.

Höpürdetme hususunda da bir kaç kelam edecek olursak; çay, kahve ve çorbalar sıcak sıcak yenilip içilmesi gereken yiyecek ve içeceklerimizdir. Bunun için sıcak içilecek çay, kahve ve çorbalar başlangıçta havayla karıştırılarak ağza çekilir, höpürdetilir ki böylece aşırı sıcaklığı soğutulmuş olur. Bu höpürdetme işini bilmeyen kimseler sıcak içecekleri hemen içmez, soğumalarını beklerler. Oysa höpürdeterek içme sayesinde nefesle birlikte çekilen buharlı sıcak hava akciğerleri, bronşları ve dolayısıyla kanımızı yani içimizi ısıtmaktadır. Tabi höpürdetmenin de bir usulü ve adabı vardır. Adab-ı Muaşeret kuralının dışına çıkanlar tedip edilir, uyarılır. Gerçi yetişkinler bu işi sessizce yaparlar ancak burada tekdir, uyarma işi çocuklara mahsus olup zaten onlar her işi oyuna çevirirler, bu da normaldir.
...

Söz “Memet Emmi”den açılmışken bir anıyı da anlatmadan geçmeyelim. Eskiden köylü “fakir”liğin dışında bazen de “fasfakir” olurdu. Bazı ihtiyaçlarını imkansızlık nedeniyle karşılayamaz, ertelerdi. Anti parantez belirtelim, bir ihtiyaç maddesi bittiğinde hemen bir koşu gidip alma imkanı yoktu eskiden. Alış veriş için maddiyatın dışında bir de “hafta günü” nü beklemek zorundaydık. Çok çok acil olduğunda başvurulacak kapılarımız elbette vardır; bir birlerinin külüne muhtaç olan komşular... Sefercüğün Salih Koşar da bu ertelemeyi yapanlardan birisidir. Bir akşam evde arkadaşlarıyla toplanıp sohbet ederlerken misafirler çay bekliyor fakat Salih’ten bir hareket yok. Sonunda anlaşılır ki Salih’in evinde çay şekeri bitmiş ve yenisini de alamamıştır. Misafirlerden biri de Hakkıcüğün Şadi Koşar’dır ve der ki “Benim emmioğlu Mehmet, Çarşamba günü çay ve şeker aldı. O’nu da çağıralım, çok önemli bir misafirimiz var diyelim, gelirken şeker de getirsin.” Plan tutar. Hatta, gelirken şekerle birlikte çayı da getirir ki misafire yeni çaydan ikram edelim diye düşünür. Türk misafirperverliği işte budur; “misafirini en iyi şekilde ağırlamak.” Tabi bu numarayı yutan Züverin Mehmet Koşar bunun acısını emmioğulları Salih ile Şadi’den kat kat çıkarmasını bilir.
...

Kahve içme adeti ise her ailede yoktu. Hikmet Ustaoğlu’nun evinde görmüştüm,  kahve değirmeni vardı ve tane olarak alınan kahve çekirdekleri azar azar içecekleri kadar bu el değirmeninde çekilirdi. Ama genel olarak çarşıdan alınan çekilmiş kahveler kullanılırdı. Cezvede köpürterek pişirmek bir beceri gerektirdiği için biz daha ziyade sıcak süte bir çay kaşığı çiğ toz kahve atar, şekerle tatlandırır öyle içerdik. Tabi şimdi poşetli her türlü hazır kahveler (nescafe örneği) çıkınca çoluk çocuk herkes kahve içer oldu. Kahve konusunu kapatmadan bir konuyu daha belirtelim. Şevkinin Sefer Koşar(Sefercük), nereden bulduysa nohut bitkisine benzer bir “kahve bitkisi” tohumunu avlunun bir kenarına eker, sık sık sular, olgunlaşınca toplar, kurutur, eliyle öğütüp içerdi. Tam bir kahve olmasa da kahve kokusu ve ona yakın bir keyif alırdı.

Çay kahve konusunda sona gelmişken bir kaç ritüelden de bahsedelim. Çayın demi bardağa koyulurken her ne kadar süzgeç kullansak da ince telli olan süzek kısmı zamanla kırılır paslanır, sağlık için risk oluştururdu. Bunun önünü almak için sık sık yenilenmesi icap ederdi. Bu da köylüye ek bir yük idi. Bir ara plastik olanları da çıktı ama çayın tadını bozduğu için rağbet görmedi. Ama işin çaresi vardı; süzgeç kullanmamak. Bu kültür Samsun genelinde de yaygınlaşmış olmalı ki Samsunlular için “çayı süzmeden, küpürüyle birlikte içerler” gibi bir fenomenimiz vardır.

Bu hususta bir diğer ilginç durum daha vardır; şekeri karıştırdıktan sonra çay kaşığını çıkarıp tabağa koymak yerine bardağın içinde tutarak çayı öyle içmektir. Bu kullanım şeklinde çay bardağı başparmak ve orta parmakla kavranır, işaret parmağıyla da bardağın içindeki kaşık üstünden bastırılarak tutulur ve çay öyle yudumlanır. Kupa dediğimiz kulplu bardaklar çıkınca bardağın içindeki çay kaşığını zaptetme görevi başparmağa geçmiştir. Bazılarımız kaşığı hiç tutmaz, öyle içerdi. Son zamanlarda bilinmeye başlanan diyabet (şeker) hastalığına düçar olanlar şeker yerine tatlandırıcı (şeker hapı) kullanırken bazıları hiç bir tatlandırıcı kullanmamakta hatta şekerin zararlarından korunmak için sağlıklı kimseler bile hiç şeker kullanmamaya başlamışlar, çayı şekersiz içtikleri için “çay kaşık”larını tedavülden kaldırmışlardır.

Evlerdeki çay ikramında içilen çay miktarının haddi demlikteki çay bitene kadardır. Kalabalığın durumuna göre büyük ya da küçük demlikle demlenen çay yerine göre açık ya da koyu demlenerek ayarlanmaktadır. Olmadı iki demlik birlikte de demlendiği olurdu. İlk servis çay tepsisiyle yapılır, herkes çay dolu bardağını ve tabağını önüne alır peşinden gelen şeker servisiyle zevkine göre miktarınca şekerini katar, karıştırır çayını içer. Bardağında çayı biten ya bardağını uzatıp servis yapan kişiye verir, doldurup alır ya da servisci çaydanlık takımıyla çayı bitenin yanına gidip önünde doldurur. Bazen de biten boşlar tepside toplanır topluca doldurulup servis edilirken bardakların karışmamasına özen gösterilir, herkese kendi bardağı dönmesi için tabaksız ya da kaşıksız olarak vermek gibi muhtelif işaretlemeler yapılırdı. Boşları toplayan kişi yeni çay dolduracaksa bardakların dibindeki küpürleri lavobadan aşağı dökerek önce temizler öyle yeni çay doldururdu. Çaylar herkesin önünde tazelenecek ise dipteki bu küpürler için ya ayrı bir kab gezdirilir ya da bu iş için içmeyen birisinin bardağı kullanılırdı. Bazı kişiler bunun yapılmasını yani bardağının temizlenmesini istemez üstüne doldurulurdu.  Çay doldurma işinin bir adı da “tazeleme ve dökme”dir. Örneğin, “yine çay ister misin?” yerine “çayını tazeleyeyim mi?” ya da “çay dökeyim mi?” denir. Çayının, demli ya da açık olmasını isteyenler, çayın demi doldurulurken “yeter”, “biraz daha dem koy” ya da “su çekme sadece dem olsun” diye servisçiye talimatlar verirlerdi. 

Çay ikramında kullanılan şekerin konulduğu kablarımızın adı "şekerlik" tir. İlk başta bunlar sıradan "zaan, tas ya da kapaklı plastik bir kap" olabiliyordu. Daha sonra bu iş için imal edilen şekerlikler kullanılır olmuştur. İkramda toz şeker kullanılacaksa çay ile çorba kaşığı arası büyüklükte olan özel "şeker kaşığı" kullanılırdı. Bazen saplı ilaç ölçekleri bu iş için biçilmiş kaftan olurdu. Hiç birisi yoksa herkes kendi çay kaşığıyla alırdı şekerini. Bir kaşık, iki kaşık, üç kaşık... sürüp giden şekerlikten çayına çay kaşığı ile şeker alma işi bıkkınlık verirdi. Bunun da bir kolayını bulmuştuk. Şeker almak için küçücük kaşıkla uğraşırken, çayımızdan bir kaşık çayı şekerliğin içindeki şekere döker, ıslanan şeker, şeker topuna döner, biz de bir alışta iki kaşıklık şekeri çayımıza taşırdık. Misafire ikram edilen çay servisinde "toz şeker"den ziyade "küp şeker" kullanmayı tercih ederdik. Bunun için de "şeker maşa"ları olurdu; ister servis yapan kişi tercihe göre kendi servis ederdi ya da çay içen kişi kendisi şekeri bununla tutar, tek tek çayına katardı. Bu da zaman alıcı bir işti. Daha sonraları bu maşa işi de kalktı yerine herkes kendi şekerini kendi eliyle alıp katar oldu çayına. Günümüzdeyse iyice moderinleşip her küp şeker ayrı ayrı ambalajlanıp satılmaya başlandı.
...

Genellikle ikinci ve üçüncü bardaktan sonra çekilmeler başlar, yeni çay istemeyenler her ne kadar sözlü olarak bir daha içmeyeceğini söylemiş olsa da kaşıklarını bardağın içinde ya da tabakta bırakmak yerine bardağın üstüne koyarlar ki yeni çay istemediği tam anlaşılsın. Yeni çay içmek istemeyenlerin söyledikleri sözlerden birisi de Allah artırsın manasına “ziyade olsun” sözüdür. Çay ikramlarında yaşanan şakalaşmalardan birisi de bu sözün fonetiğiyle oynanarak ortaya çıkarılan “ziya dolsun” sözüdür. Hikaye bu ya, arkadaşları Ziya’nın misafiridir, Ziya onlara çay ikramı yapar, daha fazla çay içmek istemeyen bir arkadaşı “ziyade olsun” dedikçe bizim Ziya Efendi “ziya dolsun” anlar ve habire adamın çayını doldurup tazeler. Zavallı adamcağız da “ikram”dır geri çevrilmez diye düşünür ve habire içer durur.

Buna benzer bir vak’a da Akbulut köyünde yaşanmıştır. Hakkıcüğün Şadi Koşar anlatıyor: “Hacı ilaz Osmanın Sadık Şen ve yine Züverin Mehmet Koşar bir davet ya da ev oturmasındadırlar. Sadık Şen’in pek çay içesi yoktur, ilk bardakta yelkenleri indirir ve kaşığı bardağın üstüne koyar. Hane sahibi ısrar eder, “iç bidene ta” der ama Sadık Şen kararlıdır, “yok yok, içmeyeceğim, adam olana bir bardak yeter” der. Bu söz üzerine çay tiryakisi Züverin Mehmet Koşar, muzip bir ifadeyle “ben adam değilim” diyerek çayının tazelenmesi için bardağını uzatır. Ve bu söz üzerine herkes kahkahayı basar.
….

Normal yemek kablarının bulaşığı sadece yemek artıkları olurken çay kahve ile ilgili kabların bulaşığı şekerli çayın yanında el parmak ve dudak izleri olmaktadır. Özellikle de cam olan bu kabların yıkanmasına ve temizliğine ayrı bir özen gösterilmekte; Mutlaka kaynar su, sabun ya da deterjanla oğularak yıkanırdı. Güzelce yıkanıp durulanan bardaklar kuruyana kadar mutfak tezgahında bekletilir, daha sonra ağızları aşağıya gelecek şekilde çay tepsisine dizilir, tabakları da yanında bir sonraki kullanıma hazır şekilde tereğe ya da “vitrin” denen herkesin görebildiği gözü olan camlı dolaba konur, üzeri dantelli ya da düz bir örtüyle örtülürdü.

Köyün kurucuları Vezirköprülü olmasına rağmen köyümüzde semaver kullanımı yoktu. Ancak, semaver köyümüze kültürel göç ile değil şehirleşme yoluyla ulaşmıştır. Ev dışında çay demlemek için semaver yerine seyyar olarak taşınabilen 2 kg.’lık piknik tüpleri kullanılmaktaydı.

Konumuz çay kahve olunca çayhane ve kahvehane hakkında iki çift laf etmeden geçmeyelim. Üç kez kahvehane açılmasına rağmen Köyümüzde Kahvehanecilik rağbet görmemiştir. 

Eminin Gavesi: Yılını bilemiyorum ama yanılmıyorsam köyümüzde ilk kahvehane (Gave) Emin Koşar tarafından köydeki evlerden uzak köyaltı mevkiine özel olarak yaptırılan bir binada açılmıştı. 

Selfettinin Gavesi: Daha sonra Seyfettin Yılmaz bir değirmen kurmuş bitişiğine de oğulları Süleyman ve Süreyya birlikte bir kahvehane açmışlardı. 

Hetemin Salinin Gavesi: En son olarak Ethemin Salih Yılmaz evinin yanına bir kahvehane açmış fakat o da diğerleri gibi tutunamayıp kapatmıştır. Bu da gösteriyor ki köylünün boş zamanı yoktur. Gündüz tarlada tabakta, çiftinde çubuğunda, akşam olunca evinde istirahatındadır.



/Çetin KOŞAR
6 Ocak 2020

Birinci Bölüm:
https://akbulutkoyu.blogspot.com/2019/12/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab.html