6 Ocak 2020 Pazartesi

Akbulut Köyü’nde Mutfak Kültürü: KAB KACAK -2

ÇAY - KAHVE İLE İLGİLİ KAB KACAKLARIMIZ

Mevzuya girmeden hemen başta çay ve kahveyle ilgili kab kacak, alet ve edevatlarımızı sıralayalım.

KAHVE: Cezve, Fincan, Bardak, Kahve Değirmeni, Dövecek(Havan).

ÇAY: Çaydanlık (Demlik ve Su Kabı), Çay Bardağı, Çay Kaşığı, Çay Süzgeci, Çay Tabağı, Çay Tepsisi, Semaver, Şekerlik, Şeker Kaşığı, Şeker Maşası, Piknik Tüpü.

Akbulut köyünde çay ve kahve kültürü yenidir. Eski zamanlarda çay, ancak bir misafir geldiğinde, akşam oturmalarında demlenip içilirdi. Kahveyi ekseri yaşlılar içerken çay, yaşlı genç herkesin içeceği olmuştu. İlk zamanlarda çocuklar, misafire ikram edilen çaydan artan kalan olursa onları içerdi. Burada yetişkin çayı ile çocuk çayının farkını da belirtmeden geçmeyelim. Yetişkinler çayı sıcak sıcak içerken çocuklar sıcak çay içmekte zorlanmaktadırlar. Bu nedenle çocuklara “paşa çayı” verilirdi. Yetişkinlerin çay içtiğini gören çocuklar her şey gibi buna da özenirler, çay içeyim derken ellerini ağızlarını yakarlar, o telaş ile ellerindeki bardağı da düşürür kırarlar, üstüne üstlük bir de tokat yer, azar işitirlerdi. Nasrettin Hoca’nın yeni nesil torunları olarak biz testi kırılmadan önce değil kırıldıktan sonra yerdik dayağı.  

Gerçekten camdan mamul bardaklara alışmakta epey zorlanmıştık. Su taslarıyla ya da plastik bardaklarla idare etmeye kalksak da camın bizi kendine bağlayan, dayanılmaz bir cazibesi vardı. Köylüydük ama kaba saba insanlar değildik. Lâkin cam bardaklar da çok narindiler canım. En küçük bir çarpmada hemen kırılıveriyorlardı ve tamiri de mümkün değildi. Her ne kadar kırılmaz bardak diye satsalar da daha çarşıdan alıp getirirken yolda bile kırılırlardı. En çok da kış günlerinde soğuk bardağa kaynar su dökerken çatlatır kırardık bardakları. Çay içerken, kirlileri yıkarken, yerinden alırken ve yerine koyarken kazaen kırı kırıverirdik bardaklarımızı. Bu yüzden bardaklarımızın kirlenip sararmaya vakitleri olmaz, hep yeni ve pırıl pırıl bardaklarda içerdik çayımızı.

Her çocuk bilirdi ki kırılan bir bardağın cezası vardı. Bu durum karşısında refleks geliştirenlerimiz de vardı. Bunlardan biri de Salihoğlu Tekin Koşar idi. Bir gün kahvaltıda bardağını kırmış ve peşinden de basmış yaygarayı, bir ağlıyor bir ağlıyor ki zaptedene aşkolsun. Aile ne oldu, yandı mı, elini mi kesti diye telaş ederken Tekin tüm masumiyetiyle ağlamayı sızlanmayı sürdürmektedir. Sonunda anlaşılır ki çocuk bardağı kırdığı için çok ama çok üzülmüştür, güzel güzel çayını içmek varken böyle bir beceriksizlik gösterdiği için kendi kendine kızmış, bu duruma çok içerlemiştir. Tüm aile tarafından teselli etmeler, sakinleştirme girişimleri, sevgi sözleri Tekin’i yatıştırmış, çocuk ağlamayı kesse de iç çekmeleri bir süre daha devam etmiştir. Teselli sözlerinden bazıları; “Alt tarafı bir bardak. Kırıldıysa kırıldı, senden kıymetli mi, yenisini alırız. Cana geleceğine mala gelsin vb.”

Çocuklara, işte bu gibi mahzurların önüne geçmek için demi çok açık yapılan ve soğuk su katılıp soğutulan çay verilirdi. Çocuklar uyanık ya, açık çayı beğenmezler, demli olmasını isterler. İşte şimdi sıra “çocuk kandırmaya” gelmiştir ve çocuklara bu “çocuk çayı” demezler, bu “paşa çayı” bu çayı paşalar içer, sen de bir paşa olduğuna göre bu çayı içeceksin, yoksa sen paşa değil misin? diye de sorulurdu. 

Çocukların hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir. Onlarla oynayan büyükler de hep çocuk ruhludurlar. Her çocuğun hayatında bir büyük vardır. İşte bu büyük, çocuk için "eğilebilen" kimsedir. Hani "çocukla çocuk, büyükle büyük olmak" gibi bir deyimimiz vardır ya tıpkı bunun gibi Züverin Mehmet Koşar da çocukluğumuzun dünyasında önemli yeri olan birisiydi. "Usta" biriydi. Ondan gördüğüm bir "çocuk çayı"nın şifrelerini de burada vereyim. Çay açık ya da koyu tek renkli olur ya, bizim bu çayımız iki renkli olurdu. Başka bir ifadeyle çay ile suyu bardağın içinde ayrı ayrı dururdu. İster altta çay üstte su, isterse altta su üstte çay olurdu. Mesela bardağa önce suyu doldurur şekerini katar karıştırır, sonra çay kaşığını suyun yüzeyinde tutarak çayın demini yavaş yavaş kaşığın üzerine döker böylece dem ile su karışmaz bardağın içinde ayrı durur, iki renkli çayımız olurdu.
...

Sabah kahvaltısı olarak çorba kazanıyla her sabah taze taze pişirilen un ya da bulgur çorbaları yenilirdi. Yenilirdi diyorum çünkü burada ekmekle birlikte yemek gibi kaşık kaşık yenilen bir yiyecekten bahsediyoruz. Çorbalarımız taneli olurdu. Mesela, un çorbası ya da ufalama çorbası önce katı ve oldukça kuru olarak yoğurulan hamurun el ile pirinç tanesi büyüklüğünde ufalanmasıyla elde edilen malzemeden yapılır, yenmeyip ertesi güne kaldığında bu taneler şişer, fasulye büyüklüğüne ulaşır, hatta iri ufalananların bir tanesi bile kaşığa sığmazdı. Zaten diğer yemeklerimiz de çorba gibi bol sulu yapılır, bu nedenle normal zamanlarda, öğün sofralarında tek çeşit yemek olurdu. Sabah çorba, öğleyin yemek ve akşama bulgur pilavı. Şimdi biz bunları üç öğünde değil bir oturuşta yiyoruz. Normal zamandan kastımız gündelik yaşamdır. Düğün, bayram, misafir ve imece durumlarında halk ne kadar fakir olursa olsun, sofralar zenginleşirdi tabii olarak. 

[Hicabi Ay kardeşimin desteğiyle birlikte hazırladığımuz Akbulut Köyü Yemek Kültürü Yazılarımıza buradan ulaşabilirsiniz:
http://akbulutkoyu.blogspot.com/search/label/Yemek%20K%C3%BClt%C3%BCr%C3%BCm%C3%BCz?m=0 ]

Kahvaltı kültüründe yaşanan değişimle çay içme alışkanlıklarımız da değişmiştir. Artık sabahları çorba yerine çay ile kahvaltı yapılmaya başlanmıştır. Bol şekerli çayın yanında her biri aynı anda değil farklı günlerde olmak üzere, yağda pişmiş yumurta, pekmez, reçel, margarin, zeytin, ev peyniri, yoğurt, çökelek ve soğanlı sebze kavurmaları (mevsimine göre pırasa, pancar, ıspanak, turşu vb.) yenirdi. Zamanla kahvaltı sofraları sadelikten kurtulup zenginleşti, serpildi. Dolapta ne var ne yok hepsi sofraya serilir oldu. Böylece başımıza bir “serpme kahvaltı” kültürü çıktı ki israfın âlâsıyla başbaşa kaldık. Bulduğunu değil umduğunu yemek sevdası içimize işledi…

Artık gece gündüz farketmez, kahvaltı dışında da çay içilmesi yaygınlaşmıştır. Önceden, gelen misafirin önemine binaen çay demlenir ya da demlenmezken şimdi gece oturmalarında herkes için mutlaka çay ve meyve gibi atıştırmalık ikramı yapılmaktadır. Sadece gece misafirliği değil gündüz misafirliğinde de bir kişi de gelse sohbet çayla demlenir oldu. Şimdilerde misafir şartına da gerek yoktur. Aile isterse kendi başına da günün her saatinde çayını demler, kahvesini hazırlar oturur keyifle içer. Yaz günlerinin o yoğun işleri sırasında içilen “yorgunluk çayı” insana günün bütün yorgunluğunu unutturmaktadır. Bir de, gece yapılan tütün dizme imecelerinin  vazgeçilmez içeceğidir çay. Özellikle vakit ilerledikçe günün yorgunluğu göz kapaklarını değirmen taşı gibi ağırlaştırdığında, gözünü açmakta zorlananlara, yani uykusu gelenlere yapılan çay servisi uykuları kaçırmakta, gözleri fal taşı gibi açmaktaydı. Buradan ortaya çıkan durum şudur ki çay içme sebeplerimiz çoktur. Hani “yorgunluk kahvesi”nden bahsedilir ya tıpkı bunun gibi “Kahvaltı çayı, Keyif çayı, yorgunluk çayı, dinlenme çayı, işçi çayı, misafir çayı,atıştırmalık çayı… say say bitmez. Hani İngilizlerin “five o'clock tea” sı vardır ya tıpkı onun gibi bizde uzun çalışma günlerinin İkindi vakitlerinde (bu vakit, yaz günleri saat beş civarıdır) çay içme dışında kahvaltı türü yiyecekler ve hatta yemek bile yenirdi. Sözün kısası, son dönemde köyümüzde çay içme
kültürü oldukça yaygınlaşmıştır.

Çay demlemede ilk iş demlik seçimidir. Önceleri dışı mavi içi beyaz renkli emaye kaplı demliklerimiz vardı. Özellikle kış günleri içi ıhlamur ya da adaçayı dolu bu demliğimiz ocaklıktaki ateşin yanındaki küllü alandan hiç ayrılmaz, her daim sıcak sıcak bir şeyler içilmeye hazır bekletilirdi. Ada çayını köyün dağlarından bayırlarından toplar kuruturduk. Fakat, özellikle nezle grip gibi rahatsızlıkların ilacı ıhlamuru ilaç niyetine çarşıdan alırdık. O zamanlar ıhlamur ağacı köyümüzde yoktu.

Bir ara alüminyum çaydanlık takımları yaygınlaşmış olsa da son olarak paslanmaz çelikten mamul  çaydanlıklarda karar kılınmıştır. Ocaklar feshedilince kuzine ve sobaların üstünde yerini alan çaydanlık takımları sayesinde kış günlerinde en azından her an sıcak su hazır bulunurdu. Zaman ilerledikçe sobayla ateş yakmaya uğraşmak yerine 12 kg.’lık lpg gazlarının kullanıldığı tüp gazlı ocaklar üzerinde boş ya da dolu hayatlarını idame ettirir oldular. Nedense diğer kablar işi bitince dolap ya da tereklerde yerlerini alırlarken bu demlik takımı her daim kullanıma amade şekilde ocağın üstünde durmaktadırlar.

Kemal-i afiyetle çay içmenin ilk adımı “çay demlemek” ile başlamaktadır. Çeşitli çay demleme usullerimiz vardı. Çayı önce yıkayanlar ya da kavuranlar; çayın üstüne kaynar su dökerek ya da  kaynamış suyun üstüne çay koyarak; kaynar suyla karışmış çayı bir süre kaynatarak ya da kaynayan suyun üstünde buharla pişirmek vb. gibi. Bir de çay paketlerinin üzerinde “iyi çay demleme” tarifleri olurdu.

Bu işi sanat haline getirenler de vardı. Züverin Mehmet Koşar’dan gördüğüm bir çay demleme usulünü aktarmak isterim.

Demlenecek çayın kendisi önce bu demliğe konur ve kaynamakta olan su kabının üstüne oturtarak bir süre bekletilir, bu süre zarfında altta kaynayan suyun buharında çay bir güzel kurur ve kavrulur. Ateşten indirilip bir süre dinlendirilen sıcak su demlikteki çayın üzerine ağır ağır dökülür. Demliğin kapak ve uc kısmı sigara paketlerinde bulunan alüminyum folyo ile kapatılır; burun kısmı minik bir külahla, ağız kısmı da kapağı kapatılmadan evvel folyo konur, üzerine kapağı kapatılır. Hava ile teması kesilen demlik bir kenara konur ve bu defa altı üstü havlu ile örtülüp çepe çevre sarılırak demlenme esnasında soğuması önlenir. Bu şekilde demlenmeye bırakılan çay 8-10 dakika sonra içilmeye hazırdır. Sarıp sarmalanmış demlik sakin sakin, sarsmadan huşu içinde açılır, önceden kaynar suyla kaşık ve tabaklarıyla birlikte çalkalanarak dezenfekte edilip ısıtılan bardaklara, yine kaynar suyla yıkanıp dezenfekte edilmiş metal süzgeçten geçirilerek ağır ağır bir miktar dem konur ve üstüne de suyu eklenince sıra şekerini ilave etmeye gelir.

Çay şekeri olarak önceleri “toz” halindeki şeker alınırdı. Anti parantez belirtelim ilk zamanlar 250 gr. ya da 500 gr. olarak azar azar alınan şeker daha sonraları, 1975 sonrası çuval ile alınmaya başlanmıştır. 50 kg.’lık bir çuval şeker dört kişilik bir aileye bir yıl yetmez, tütün satışına kadar azar azar alınırdı. Aile kendisi için çay şekeri olarak “toz şeker” dediğimiz “kristal şeker” kullanırken, büyük misafirleri için “kesme şeker” dediğimiz karton kutulu “küp şeker” almaktaydı. Toz şeker bittiğinde acil durumlarda (örneğin, bişi ve cızlavak ekmeklerinin üzerine serpmek için) bu küp şekerlerden birkaç tanesi bir bez parçasına sarılıp dövülerek ezilip toz haline getirilerek “toz şeker” elde edilirdi.

Çayımız demlendi, çay süzgecinden geçirilerek bardaklara dolduruldu, şekeri katılıp koro halindeki “dıngır dıngır” sesler eşliğinde bir güzel karıştırıldı ve sıra içmeye geldi. Çay hemen içilmez. Tam doldurulmayarak “Dudak ve Tutak Payı” bırakılan bardak önce buruna yaklaştırılarak kokusundan bir nefes çekilir ardından ilkinde hafifçe “höpürdetilerek” çekilir bu sayede çayın sıcaklığı kontrol edilir ve sonrasında ara sıra koklayarak, sohbet edilerek zevkle içilir.

“Dudak ve tutak”tan kastımız şudur. Malumunuz üzere millet olarak bizim çay bardaklarımız “kulpsuz” olup “ince belli”dir. Tabaklarımız da kırmızı benlidir. İşte sıcak çay dolu bardağımızı tutup ağzımıza götürürken elimiz yanmasın diye bardak ağzına kadar doldurulmaz, yarım santimlik bir boşluk bırakılır, bu sayede elimiz yanmadığı gibi bardağı dudağımıza değdirirken de dudağımız sıcaktan korunmuş olur, haşlanmaktan kurtulur.

Höpürdetme hususunda da bir kaç kelam edecek olursak; çay, kahve ve çorbalar sıcak sıcak yenilip içilmesi gereken yiyecek ve içeceklerimizdir. Bunun için sıcak içilecek çay, kahve ve çorbalar başlangıçta havayla karıştırılarak ağza çekilir, höpürdetilir ki böylece aşırı sıcaklığı soğutulmuş olur. Bu höpürdetme işini bilmeyen kimseler sıcak içecekleri hemen içmez, soğumalarını beklerler. Oysa höpürdeterek içme sayesinde nefesle birlikte çekilen buharlı sıcak hava akciğerleri, bronşları ve dolayısıyla kanımızı yani içimizi ısıtmaktadır. Tabi höpürdetmenin de bir usulü ve adabı vardır. Adab-ı Muaşeret kuralının dışına çıkanlar tedip edilir, uyarılır. Gerçi yetişkinler bu işi sessizce yaparlar ancak burada tekdir, uyarma işi çocuklara mahsus olup zaten onlar her işi oyuna çevirirler, bu da normaldir.
...

Söz “Memet Emmi”den açılmışken bir anıyı da anlatmadan geçmeyelim. Eskiden köylü “fakir”liğin dışında bazen de “fasfakir” olurdu. Bazı ihtiyaçlarını imkansızlık nedeniyle karşılayamaz, ertelerdi. Anti parantez belirtelim, bir ihtiyaç maddesi bittiğinde hemen bir koşu gidip alma imkanı yoktu eskiden. Alış veriş için maddiyatın dışında bir de “hafta günü” nü beklemek zorundaydık. Çok çok acil olduğunda başvurulacak kapılarımız elbette vardır; bir birlerinin külüne muhtaç olan komşular... Sefercüğün Salih Koşar da bu ertelemeyi yapanlardan birisidir. Bir akşam evde arkadaşlarıyla toplanıp sohbet ederlerken misafirler çay bekliyor fakat Salih’ten bir hareket yok. Sonunda anlaşılır ki Salih’in evinde çay şekeri bitmiş ve yenisini de alamamıştır. Misafirlerden biri de Hakkıcüğün Şadi Koşar’dır ve der ki “Benim emmioğlu Mehmet, Çarşamba günü çay ve şeker aldı. O’nu da çağıralım, çok önemli bir misafirimiz var diyelim, gelirken şeker de getirsin.” Plan tutar. Hatta, gelirken şekerle birlikte çayı da getirir ki misafire yeni çaydan ikram edelim diye düşünür. Türk misafirperverliği işte budur; “misafirini en iyi şekilde ağırlamak.” Tabi bu numarayı yutan Züverin Mehmet Koşar bunun acısını emmioğulları Salih ile Şadi’den kat kat çıkarmasını bilir.
...

Kahve içme adeti ise her ailede yoktu. Hikmet Ustaoğlu’nun evinde görmüştüm,  kahve değirmeni vardı ve tane olarak alınan kahve çekirdekleri azar azar içecekleri kadar bu el değirmeninde çekilirdi. Ama genel olarak çarşıdan alınan çekilmiş kahveler kullanılırdı. Cezvede köpürterek pişirmek bir beceri gerektirdiği için biz daha ziyade sıcak süte bir çay kaşığı çiğ toz kahve atar, şekerle tatlandırır öyle içerdik. Tabi şimdi poşetli her türlü hazır kahveler (nescafe örneği) çıkınca çoluk çocuk herkes kahve içer oldu. Kahve konusunu kapatmadan bir konuyu daha belirtelim. Şevkinin Sefer Koşar(Sefercük), nereden bulduysa nohut bitkisine benzer bir “kahve bitkisi” tohumunu avlunun bir kenarına eker, sık sık sular, olgunlaşınca toplar, kurutur, eliyle öğütüp içerdi. Tam bir kahve olmasa da kahve kokusu ve ona yakın bir keyif alırdı.

Çay kahve konusunda sona gelmişken bir kaç ritüelden de bahsedelim. Çayın demi bardağa koyulurken her ne kadar süzgeç kullansak da ince telli olan süzek kısmı zamanla kırılır paslanır, sağlık için risk oluştururdu. Bunun önünü almak için sık sık yenilenmesi icap ederdi. Bu da köylüye ek bir yük idi. Bir ara plastik olanları da çıktı ama çayın tadını bozduğu için rağbet görmedi. Ama işin çaresi vardı; süzgeç kullanmamak. Bu kültür Samsun genelinde de yaygınlaşmış olmalı ki Samsunlular için “çayı süzmeden, küpürüyle birlikte içerler” gibi bir fenomenimiz vardır.

Bu hususta bir diğer ilginç durum daha vardır; şekeri karıştırdıktan sonra çay kaşığını çıkarıp tabağa koymak yerine bardağın içinde tutarak çayı öyle içmektir. Bu kullanım şeklinde çay bardağı başparmak ve orta parmakla kavranır, işaret parmağıyla da bardağın içindeki kaşık üstünden bastırılarak tutulur ve çay öyle yudumlanır. Kupa dediğimiz kulplu bardaklar çıkınca bardağın içindeki çay kaşığını zaptetme görevi başparmağa geçmiştir. Bazılarımız kaşığı hiç tutmaz, öyle içerdi. Son zamanlarda bilinmeye başlanan diyabet (şeker) hastalığına düçar olanlar şeker yerine tatlandırıcı (şeker hapı) kullanırken bazıları hiç bir tatlandırıcı kullanmamakta hatta şekerin zararlarından korunmak için sağlıklı kimseler bile hiç şeker kullanmamaya başlamışlar, çayı şekersiz içtikleri için “çay kaşık”larını tedavülden kaldırmışlardır.

Evlerdeki çay ikramında içilen çay miktarının haddi demlikteki çay bitene kadardır. Kalabalığın durumuna göre büyük ya da küçük demlikle demlenen çay yerine göre açık ya da koyu demlenerek ayarlanmaktadır. Olmadı iki demlik birlikte de demlendiği olurdu. İlk servis çay tepsisiyle yapılır, herkes çay dolu bardağını ve tabağını önüne alır peşinden gelen şeker servisiyle zevkine göre miktarınca şekerini katar, karıştırır çayını içer. Bardağında çayı biten ya bardağını uzatıp servis yapan kişiye verir, doldurup alır ya da servisci çaydanlık takımıyla çayı bitenin yanına gidip önünde doldurur. Bazen de biten boşlar tepside toplanır topluca doldurulup servis edilirken bardakların karışmamasına özen gösterilir, herkese kendi bardağı dönmesi için tabaksız ya da kaşıksız olarak vermek gibi muhtelif işaretlemeler yapılırdı. Boşları toplayan kişi yeni çay dolduracaksa bardakların dibindeki küpürleri lavobadan aşağı dökerek önce temizler öyle yeni çay doldururdu. Çaylar herkesin önünde tazelenecek ise dipteki bu küpürler için ya ayrı bir kab gezdirilir ya da bu iş için içmeyen birisinin bardağı kullanılırdı. Bazı kişiler bunun yapılmasını yani bardağının temizlenmesini istemez üstüne doldurulurdu.  Çay doldurma işinin bir adı da “tazeleme ve dökme”dir. Örneğin, “yine çay ister misin?” yerine “çayını tazeleyeyim mi?” ya da “çay dökeyim mi?” denir. Çayının, demli ya da açık olmasını isteyenler, çayın demi doldurulurken “yeter”, “biraz daha dem koy” ya da “su çekme sadece dem olsun” diye servisçiye talimatlar verirlerdi. 

Çay ikramında kullanılan şekerin konulduğu kablarımızın adı "şekerlik" tir. İlk başta bunlar sıradan "zaan, tas ya da kapaklı plastik bir kap" olabiliyordu. Daha sonra bu iş için imal edilen şekerlikler kullanılır olmuştur. İkramda toz şeker kullanılacaksa çay ile çorba kaşığı arası büyüklükte olan özel "şeker kaşığı" kullanılırdı. Bazen saplı ilaç ölçekleri bu iş için biçilmiş kaftan olurdu. Hiç birisi yoksa herkes kendi çay kaşığıyla alırdı şekerini. Bir kaşık, iki kaşık, üç kaşık... sürüp giden şekerlikten çayına çay kaşığı ile şeker alma işi bıkkınlık verirdi. Bunun da bir kolayını bulmuştuk. Şeker almak için küçücük kaşıkla uğraşırken, çayımızdan bir kaşık çayı şekerliğin içindeki şekere döker, ıslanan şeker, şeker topuna döner, biz de bir alışta iki kaşıklık şekeri çayımıza taşırdık. Misafire ikram edilen çay servisinde "toz şeker"den ziyade "küp şeker" kullanmayı tercih ederdik. Bunun için de "şeker maşa"ları olurdu; ister servis yapan kişi tercihe göre kendi servis ederdi ya da çay içen kişi kendisi şekeri bununla tutar, tek tek çayına katardı. Bu da zaman alıcı bir işti. Daha sonraları bu maşa işi de kalktı yerine herkes kendi şekerini kendi eliyle alıp katar oldu çayına. Günümüzdeyse iyice moderinleşip her küp şeker ayrı ayrı ambalajlanıp satılmaya başlandı.
...

Genellikle ikinci ve üçüncü bardaktan sonra çekilmeler başlar, yeni çay istemeyenler her ne kadar sözlü olarak bir daha içmeyeceğini söylemiş olsa da kaşıklarını bardağın içinde ya da tabakta bırakmak yerine bardağın üstüne koyarlar ki yeni çay istemediği tam anlaşılsın. Yeni çay içmek istemeyenlerin söyledikleri sözlerden birisi de Allah artırsın manasına “ziyade olsun” sözüdür. Çay ikramlarında yaşanan şakalaşmalardan birisi de bu sözün fonetiğiyle oynanarak ortaya çıkarılan “ziya dolsun” sözüdür. Hikaye bu ya, arkadaşları Ziya’nın misafiridir, Ziya onlara çay ikramı yapar, daha fazla çay içmek istemeyen bir arkadaşı “ziyade olsun” dedikçe bizim Ziya Efendi “ziya dolsun” anlar ve habire adamın çayını doldurup tazeler. Zavallı adamcağız da “ikram”dır geri çevrilmez diye düşünür ve habire içer durur.

Buna benzer bir vak’a da Akbulut köyünde yaşanmıştır. Hakkıcüğün Şadi Koşar anlatıyor: “Hacı ilaz Osmanın Sadık Şen ve yine Züverin Mehmet Koşar bir davet ya da ev oturmasındadırlar. Sadık Şen’in pek çay içesi yoktur, ilk bardakta yelkenleri indirir ve kaşığı bardağın üstüne koyar. Hane sahibi ısrar eder, “iç bidene ta” der ama Sadık Şen kararlıdır, “yok yok, içmeyeceğim, adam olana bir bardak yeter” der. Bu söz üzerine çay tiryakisi Züverin Mehmet Koşar, muzip bir ifadeyle “ben adam değilim” diyerek çayının tazelenmesi için bardağını uzatır. Ve bu söz üzerine herkes kahkahayı basar.
….

Normal yemek kablarının bulaşığı sadece yemek artıkları olurken çay kahve ile ilgili kabların bulaşığı şekerli çayın yanında el parmak ve dudak izleri olmaktadır. Özellikle de cam olan bu kabların yıkanmasına ve temizliğine ayrı bir özen gösterilmekte; Mutlaka kaynar su, sabun ya da deterjanla oğularak yıkanırdı. Güzelce yıkanıp durulanan bardaklar kuruyana kadar mutfak tezgahında bekletilir, daha sonra ağızları aşağıya gelecek şekilde çay tepsisine dizilir, tabakları da yanında bir sonraki kullanıma hazır şekilde tereğe ya da “vitrin” denen herkesin görebildiği gözü olan camlı dolaba konur, üzeri dantelli ya da düz bir örtüyle örtülürdü.

Köyün kurucuları Vezirköprülü olmasına rağmen köyümüzde semaver kullanımı yoktu. Ancak, semaver köyümüze kültürel göç ile değil şehirleşme yoluyla ulaşmıştır. Ev dışında çay demlemek için semaver yerine seyyar olarak taşınabilen 2 kg.’lık piknik tüpleri kullanılmaktaydı.

Konumuz çay kahve olunca çayhane ve kahvehane hakkında iki çift laf etmeden geçmeyelim. Üç kez kahvehane açılmasına rağmen Köyümüzde Kahvehanecilik rağbet görmemiştir. 

Eminin Gavesi: Yılını bilemiyorum ama yanılmıyorsam köyümüzde ilk kahvehane (Gave) Emin Koşar tarafından köydeki evlerden uzak köyaltı mevkiine özel olarak yaptırılan bir binada açılmıştı. 

Selfettinin Gavesi: Daha sonra Seyfettin Yılmaz bir değirmen kurmuş bitişiğine de oğulları Süleyman ve Süreyya birlikte bir kahvehane açmışlardı. 

Hetemin Salinin Gavesi: En son olarak Ethemin Salih Yılmaz evinin yanına bir kahvehane açmış fakat o da diğerleri gibi tutunamayıp kapatmıştır. Bu da gösteriyor ki köylünün boş zamanı yoktur. Gündüz tarlada tabakta, çiftinde çubuğunda, akşam olunca evinde istirahatındadır.



/Çetin KOŞAR
6 Ocak 2020

Birinci Bölüm:
https://akbulutkoyu.blogspot.com/2019/12/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab.html


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder