21 Mart 2020 Cumartesi

Akbulut Köyü'nde Ecünnü Hikayeleri - 1


Sordanköy’deki camiye apelle (hopörler) takılmadan önce namaz vaktinin girdiğini bildirmek için önce boru çalınır ardından Ezan-ı Muhammedî okunurdu. Sarımsak’tan Pala Dursununoğlu Tekin Çelenk, bir kapı açtı ve “bu boru çalındığı dönemlerde bolca cin, peri ve ecünnü hikayeleri duyduğunu” söyledi ve kapıyı kapatmadan gitti. Bende şimdi bu açık kapıdan içeri girip şu ecünnü hikayelerine bir göz atmaya karar verdim.

Cin Nedir?

Uzun uzun izah ve tariflerle uğraşmak yerine kısaca söyleyelim ki “Duyularla idrak edilemeyen ve insanlar gibi ilâhî emirlere uymakla yükümlü tutulan varlık türüne cin denir.” Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz; “Andolsun biz insanı, kuru kara çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yarattık." (el-Hicr 15/26-27) diye bildiriyor.

Bu Ayet-i Kerime’den de anlaşılacağı üzere Cinler İnsanlardan önce yaratılmışlardır. Vasıflarına bakarsak; İnsanlara nispetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa sürede uzun mesafeleri kat edebilir, insanlar tarafından görülmedikleri halde onlar insanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat gaybı onlar da bilemezler. Gökteki meleklerin konuşmalarından gizlice haber almak isterlerse de buna imkân verilmez. Evlenip çoğalırlar. Bizden daha uzun süre yaşarlar. İblîs de cinlerdendir ve insanların yanı sıra cinlerden de yardımcıları vardır.

Cinler de bizim gibi mümin ile kâfir gruplarından oluşur. Cinlerin atalarına CÂN adı verilir. GUL, İFRİT gibi çeşitli türlerden oluştuğu kabul edilen cinler eski Araplarda bazan HİN kelimesiyle ifade edilmiştir. Farsça ’da cin karşılığında PERÎ ve DÎV kelimeleri kullanılır.” (islamansiklopedisi.org.tr)

İnsanlar ve Cinler (İns-ü Cin), aynı dünyada yaşasa da aslında ayrı dünyaların varlıklarıdırlar. Aynı zamanı ve aynı mekânı paylaşıyoruz. Bu nedenle İnsan Milletiyle Cin Milletinin yollarının sık sık kesişmesi yasaklanmış olsa da normaldir. Çünkü imtihan dünyası bu dünya.

Cinler daha çok çeşme başları, çay ve dere yatakları gibi akarsu kenarları ile ev dışında çamaşır yıkama ve pekmez kaynatma işleri için kurulan ATEŞ KÜRELERİ’nin bulunduğu yerlerde kümelenirler. Her ne kadar biz BATIL İNANÇ desek de insanlarla teması bu alanlarda kurarlar. Örneğin, “ateşe, küle, rüzgâra karşı ve suya çiş etmek kötülük getirir inancı” buradan gelmektedir. Temas anları akşamın alaca karanlığında ve gece vaktinde olmaktadır. Tabi herkesle temasa geçemezler. Temasa geçecekleri kişilerde şu dört halden birinin olmasını gözlerler ve hoşlandıklarıyla temasa geçerler; “Aşırı öfkeli, aşırı korkan, nefsine düşkün ve aşırı gaflet.”

“Cin Çarpması, Cinlenmek ve Dellenmek” olarak adlandırılan bu temas hali basamak basamak olabilir. Cinlerin hışmına uğrayıp eli, dili, dimağı, kolu ayağı tutularak sağlık sorunları yaşayanların olduğu gibi, Cinlerin hışmına uğrayıp evi ocağı yakılarak malından mülkünden olanlar da vardır. Cin taifesiyle iyi ilişki içine girip onlardan altın gümüş gibi değerli madenler temin etmek (define bulmak) hatta onlarla evlilik yoluyla (daha ziyade güzel peri kızlarının cazibesine kapılarak onlara damat olmakla) akraba olmak da bir cinlenme türüdür. Altın ve Peri Kızından bahsedince birilerimizin iştihası kabarmış olabilir, bu nedenle tekrar edelim ki Cinlerle İnsanların temas kurması dinen caiz değildir. Bu durum Cinlere ve İnsanlara ayrı ayrı bildirilmiştir. Ona göre, bu yasağı delenleri Cin Çarpmasa bile mutlaka Allah (cc) çarpar. Benden söylemesi. Ha olur da, biz istemediğimiz halde Cinler bize “musallat” olursa, işte bu defa “içimize kaçan” bu Cin’i çıkartmak için “Cinci Hocalar” bu günlere duruyor. Eve çağırılan Cinci Hoca, okuyup üfleyip evi bir güzel “dezenfekte” eder, “cinçık, cinçık” nakaratları eşliğinde davul dövülerek yapılan cin çıkarma merasimi ardından yazdığı “muska” ve diğer “cin çıkarıcı ve tutulum sağaltıcı” reçeteler yazar ki bunlar bir bardak suda bir gün bekletilip içilen ya da hastanın yemeğine gizlice katılan “dualı nesne”lerdir.

Mevzuyu biraz “latifeli” bir dille anlatıyorum, bir anti parantez daha açalım da mesele yanlış algılanmasın. “Yoldan çıkmış Cinlerin İnsanlara verdiği bu zararları def etmenin tek çaresi “ÜFÜRÜKÇÜ” dediğimiz “Cinci Hoca”lardır. Tabi cinci hocalar da neredeyse cinler kadar şaibeli, netameli, şüphe çekici varlıklardır. Ancak bize düşen, her işte olduğu gibi bu işte de “EHİL” olanı seçmek, cinden kurtulacağım diye kendimizi tutup, içimize kaçan cinden daha tehlikeli birinin kucağına oturmaktan korumalıyız. Unutmayalım “kötü doktor candan, kötü hoca dinden eder.” Bazı hastalıklar vardır; doktor doktor gezer çare bulamayız. Bir hayırhah doktor da çıkar “bu hastanın bizimle işi yok, iyi bir hocaya gösterin” der ya!.. İşte bu durumda hani doktorlar için söylendiği gibi Allah (cc), cinci hocaların ne eksikliğini göstersin, ne de bizi onlara muhtaç etsin.

Gelelim, gece mezarlık kenarından ya da içinden geçme sorunsalına. Hemen söyleyeyim; yok böyle bir sorun, bu bizim “su-i kuruntumuz.” Kayışyeri mezarlığımız Rahmetli Muhtarımız Ali Rıza BAKİOĞLU tarafından “KÖY MEZARLIĞI” olarak tanzim edilmeden evvel yetişkinlerimizi Gelemet Köyü mezarlığına, sâbilerimizi de ÇOCUK MEZARLIĞI dediğimiz Köyaltındaki mezarlığa defin eder/gömerdik. O günlerde köyümüzün tek mezarlığı olan bu Köyaltı Mezarlığı bizim için adeta bir oyun alanıydı. Orta yerlerde yetişkin mezarları olsa da kim olduklarını bilmediğimiz için kaale almaz, aralarında kendi kardeşimin de olduğu bu mezarlıkta mezarlar arasına yatarak saklanır, simecük (saklambaç) oynar, ödünç aldığımız mezar taşlarının üzerine üç taş, dokuz taş ve on iki taş çizgileri çizer zeka oyunları oynar, olmadı büyükçe taşları yola çıkarır, vücut geliştirici DİKME TAŞ oyunu oynar, en sonunda da sağlam kalanlarını yerlerine bırakırdık. Bir dünyalı olarak uhrevi hayatla sanki iç içe yaşardık. Ancak, Alaçam’a giderken yanlarından geçtiğimiz diğer köy mezarlıklarında işin rengi değişir, buralar bizim için endişe kaynağı olurdu. Özellikle akşama kaldıysak ki okul zamanı hep kalırdık, bildiğimiz bütün duaların okunması biter, mezarlık bitmezse paçalarımız tutuşurdu. Islık çalmak mı dersiniz, ilahi söyleyip türkü çığırmak mı dersiniz ve en kötüsü panikleyip “arkana bakarak kaçmak mı” dersiniz, ne derseniz deyin, hepsini yaşardık. Kaçarken arkamıza bakardık, çünkü koşarken ayaklarımıza takılıp sağa sola fırlayan her bir çakıltaşı birer atlı olup üstümüze üstümüze gelirdi. Çocukken bilmediğimiz şeyleri büyüdükçe öğrendik ve korku dünyamızın figürlerini çoğalttık. Kısacası, “biz büyüdük ve kirlendi dünya.”

Ecünnü, Gulyabani, Hortlak gibi korku kahramanlarımız tüm dünyada olduğu gibi yurdumuzda da KORKU SEKTÖRÜNÜN ürettiği değerlerdir. Konumuz olan Ecünnülerin ecinni, ecünlü gibi farklı söylenişleri bulunur. Tam olarak nasıl bir canavar oldukları net olarak bilinmez. Ecünnü hikâyelerinin anlatıcıları hiçbir zaman birinci yani ilk gören değil de genelde ikinci, üçüncü şahıslardır. Korku sektörü dedik ya işte filmlerde gördüğümüz ZOMBİ, DRACULA, GULYABANİ bunlara birer örnektir. İnsanlara kötülük yapanlara ÖCÜ deriz hatta büyükler “laf dinlemeyen” küçük çocukları bunlarla korkuturlardı. Daha sonra Avrupa pedogojik açıdan çocukların psikolojisini dumura uğratmamak için SEVİMLİ HAYALET çizgi filmi gibi hayaletlerin sevimli(!) olanlarını da piyasaya arz etmişti.

Ecünnü dediğimiz tayfa sadece bizde yani İslam Dünyasında olan bir fantezi değildir. Batı ve özellikle Hıristiyan ülkelerin edebiyat ürünleri, Cin ve Peri ağırlıklı Doğu masallarına beş çeker. Ünlü Rus yazar Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ’nin ''Ecinniler'' adlı romanını duymanımız yoktur. 1872 yılında yayınlanmış romanında yazar “19. yüzyılın ikinci yarısında Ateizm, Nihilizm ve Sosyalizm gibi ideolojilerle birlikte Batı düşüncesinin Rusya ve Rus insanı üzerindeki etkilerini ele alır ve eleştirir.”

Öte yandan, vakti zamanında, Ortaçağ Avrupasında yetenekli akıllı kişilerin ecinni olduğuna, cinlerden bilgi aldığına inanılırmış. Hatta bu yüzden onlara GENİUS denirmiş. Genius İngilizce'de “deha, dâhi ve üstün kabiliyetli” anlamına gelir.


Üç Harfliler

Cin öyle bir varlıktır ki insanlar ismini söylemeye bile korkuyor ve “üç harfliler” diyor. Çünkü insanları gözleyen ve insanların kendileriyle ilgili neler konuştuğunu araştıran bir cin grubu vardır. Hani üç bakla ile falımıza bakıp “neyse halin çıksın falin” diyerek “neyse ne, sana ne” diyemediğimiz halimizi ortaya çıkaran falcılar vardır ya! Hah, işte bu herkeslerden(!) sakladığımız gizli hallerimizi pat diye söylemeleri, ve bizim de “anaaa, valla bildi la” diye ağzımız bir karış açık bir vaziyette hayret ettiğimiz durum vaziyetleri bu dedikoducu cinlerin maharetiyle olmaktadr.  Biz onları göremiyoruz ama onlar bizi görüyorlar ya bazen kılık değiştirip bizim görebileceğimiz şekle girdikleri de olur. İşte insanlar kendi aralarında gizli gizli konuşurken “sus, yavaş konuş, YERİN KULAĞI var, bir duyan olur” dedikleri konu budur. “Cin” demekle sanki cinler bize bir kötülük yapacakmış vehmine kapılan insanlar gizli sırlarının ifşa edilmesi gibi korkularından olsa gerek cin’e cin demek yerine şifreli konuşarak “üç harfliler” demeyi tercih etmektedirler. Cin adını telaffuz etmedikleri gibi cin saldırısına uğramayı, cinlenmeyi de “iyi saatte olsunlar” olarak tanımlamaktadırlar. Yani cinler "iyi, hoş olsunlar da bize dokunmasınlar" düşüncesine dayanır. Bu aslında “tırsmışlık” alametidir. Oysa bizler “Şeytana papucunu ters giydirecek” kadar mistisizmde ileri gitmiş insanlarız.

Üniversitelerimizin AÖF ve İİBF’lerinin İktisat ve İşletme bölümlerinde okuyanlar çok iyi bilir, ünlü iktisatçı Adam Smith (Edım Simit) tarafından söylenen bir söz vardır. “LAİSSEZ FAİRE, LAİSSEZ PASSER / Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” Gerçi Adam bu sözü mal ve hizmetlerin serbest üretim ve dolaşımı için söylemiş olsa da Cinler için bunun kıymet-i harbiyesi yoktur. Onlarda kapı ve duvar bulunmaz; kapı çalma, duvar atlama dertleri yoktur. Hatta izin almadan bizim bedenimizden, içimizden bile geçerler. (Sanki yol geçen hanıyız!...) Ama bizde de öyle insanlar vardır ki onlar da cinlerin içinden geçerler. Buna misal 2005 yılında çekilen yerli korku filmi D@BBE 'dir. 1986 yılında Muğla'da cinleri kullanarak define bulmuş bir köyün hikâyesi anlatılır.


Cinler ile İnsanlar Dost Olur mu?

Kur’an-ı Keriminde Yüce Rabbimiz; “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyât, 56) buyuruyor. Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa(sav), aynı zamanda Cinlerin de Peygamberidir. Aynı Peygamberin ümmeti olduğumuz Cinler aslında o kadar da korkulacak varlıklar değildir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde cinlerden şöyle bahsetmektedir.

 “ne derlerse desinler, / yakın dostlarım cinler.. /havanın ve alevin kemiksiz çocukları; /yüzbir odalı evin / haşmetli konukları, / rüzgârdan topukları, / yakın dostlarım cinler... / kum gibi kalabalık, / bin şekil ve bin kılık, / suda bir gümüş balık, / postacı güvercinler, / zümrüt yüklü hecinler, / yakın dostlarım cinler..” N.F.Kısakürek

Tabi herkes bu Sultan-üş Şuara(şairler sultanı) 'mız gibi cinlerle dostluk kuramaz. Görmediğimiz, bilmediğimiz ve tanımadığımız bu varlıklar ilk etapta bize yabancıdır. Yabancılara da hep düşman gözüyle bakılır. Bunların zararından korunmak için ciddi, kararlı ve samimi inanca sahip olmak gerekir.

Resulullah(sav) cinlerden ve insanın göz değmesi’nden çeşitli dualar okuyarak Allah(cc)a sığınırdı. Muavvizeteyn (Felak ve Nâs sûreleri) nazil olunca bu iki sureyi esas aldı, diğerlerini terk etti. (Tirmizi, Tıbb 16; İbn Mace, Tıbb 33)

Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Hz. Peygamber(sav) her gece yatağına girdiği zaman, ellerine üfleyip Muavvizeteyn’i ve Kul hüvallahu ahad’i okur ellerini yüzüne ve vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman da aynı şeyi kendisine benim yapmamı emrederdi.” (Buhari, Fedâilu’l-Kur’ân 14, Tıbb, 39, Daavat 12; Müslim, Selâm 50; Tirmizi, Daavât 21; Ebu Dâvud, Tıbb 19)


Cinler ve Coronalar

Mikrobu ilk keşfedenin Fransız bilim adamı Pasteur olduğu söylenir. Oysa daha Pasteur dünyaya gelmeden asırlar önce mikrobun Müslüman bilim adamları  tarafından keşfedildiği bir gerçektir.

Hastalıklara sebep olan mikrobu ilk bulan İbn-i Sina, bugün “mikrop” diye adlandırılan yaratık için “CİN” tabirini kullanmıştır. Bununla gözle görülmediğini ifade etmiş olmaktadır. Yine İbn-i Sina, sudaki kokuşmaya yol açan “cinnu’l-mâ / su cinni” adını verdiği canlının yol açtığını söylemesi mikrobu tanımladığının kanıtıdır. Çünkü hastalıkları yapan bir dabbe (canlı)’dır ancak bunları görecek bir aletimiz yoktur.” şeklinde açıklık getirmiştir. Cinnu’l-mâ tabiri, “sudaki görünmeyen canlı” anlamındadır. (TDV İslam Ansiklopedisi)

Peygamber Efendimiz (sav)’in “Âdemoğlunun her tarafını toprak yer! Yalnız kuyruk sokumu kemiği müstesna! İnsan ondan yaratılmıştır. Onda derlenip toplanacaktır.” (Müslim, Fiten ve Eşrâtu's-Sâa, 142, Hadis no: 7415.) hadisinde, "çürüme" tabiri yerine "toprağın bedeni yemesinden" söz ederek, topraktaki görülmeyen canlılara işaret etmiştir. Çünkü “yemek” fiili, ancak canlı bir varlığın özelliğidir.

Yine Peygamberimiz(sav) şöyle buyurmuştur. “Şeytan, hassas, "çok yalayıcı ve yok edicidir." Kendinizi ondan koruyun. Her kim elinde yemek bulaşığı ve kokusu varken yatıp uyursa ve geceleyin kendisine bir şey olursa, kendisinden başka kimseyi suçlamasın!” (Tirmizî, Et’ime, 48, Hadis no: 1859.)

Hadisteki “şeytan” tabirinin hastalık yapan mikropları ifade ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü “çok yalayıcı ve yok edici” şeklinde tercüme ettiğimiz “Lahhas” kavramı, yiyip bitiren güveler için de kullanılan bir tabirdir.

Tıbbî bir konuda ahkâm kesmiş olmamak için VİRÜS ve MİKROP farkını da izah edelim; “Virüs mikroptan on bin kat daha küçük, canlı ve cansız arası bir organizmadır. Bölünmez veya çiftleşmez. Yumurtası veya kuluçkası yoktur. Hücrenin içerisine kendi protein zincirini kopyalar ve hücreyi bir virüs üreticisi haline getirir. Antibiyotikler tek hücrelileri zehirlerken, virüslerin bir sindirim veya dolaşım sistemi olmadığı için bunlara etki edemez. Protein zincirlerini bozacak kimyasallar vücudun diğer bölümlerine de zarar verdiği için genellikle virüslerin bir antibiyotikleri yoktur. Ancak "vücut direncini artırıcı önlemlerin" alınması kâfi gelir.

Tüm bu izahlardan sonra ecünnü hikâyelerine geçmeden önce son olarak, cinlerle ilişkilendirilen varlıklara da kısaca değinelim.


CİNNİ: Cine cinni de denir.

PERİ: Cinlerin dişi olanlarına peri denir. (Aslında Cin kelimesinin Farsçasıdır. “Cin Kızı” yerine kulağa hoş geldiği için “Peri Kızı” diyoruz.)

İFRİT: Cinlerin Müslüman olmayan erkeklerine ifrit denir. Güçlü kuvvetli her işi yapabilen kafir cindir. Bazen biz de birine kızdığımızda “ifrit oldum” deriz.

DEV: Görünmez güçlü, kuvvetli, iri ve insan suretinde olan cinlerdir.

HORTLAK: Mezarlıkta dolaşan kafir cinlerdir. Kefene benzer beyaz renkli kıyafetlerinden dolayı  bizler de ölmüş bir insanın canlandığını düşünürüz.

KAF DAĞI: Cin devlerinin yaşadığı sanılan yer. İsmi olup, kendisi olmayan mitolojik bir dağ.

ZÜMRÜD-Ü ANKA: Cinlerin kuş şeklinde olanları. Bunların da aslını gören yoktur.

CADI: Cinlerin kafir olan dişileri.

AMMAR: İnsanlarla birlikte yaşayan, onlarla oturan cinniye ammar ya da ummar denir.

ERVAH: Çocukların karşısına çıkan cinniye ervah denir.

MARİD: Cinni, şeytandan daha aşırıysa Marid denir. (Maridden aşırı ve daha güçlüsüne ifrit denir.)

ŞEYTAN: Cin kötü ve kötülüğe niyetliyse o şeytandır, daha çok çirkinleşip şirret haline gelen cinlere cin şeytanı denir. Bu şeytanlar İblis'in soyundan gelen şeytanlardan farklıdır. (Bundan kastedilen şeytanlardan soy edinen İblisin cin soyundan gelmesidir.)
(…)

Birinci Şahıstan Bir Ecünnü Hikayesi
____________________________

YÜZÜME  VURAN
C İ N  Y E L L E R İ

Olayın yaşandığı yıl 1980. Olay yeri, Yukarköy'ün Bayırı.

Sordanköyün Yukarköyü, sevgili Hicabi Ay hocamla yaptığımız ortak çalışmada ve mitolojik söylencelerden edindiğimiz  çıkarımlara göre eski zamanlarda dört tarafı denizle çevrili bir adacık imiş. Kolonist denizciler, gemide ölen arkadaşlarını ilk gördükleri adacıklara ya da kıyı şeridine yakın tepeciklere gömerlermiş. DSİ' nin köyümüze su getirme çalışması sırasında su nakil borularını döşerken ulaştığımız bu mezarların dağılımına da bakınca bu tezimiz bir kere daha doğrulanmış oldu. Buralar, Hekimoğlu Hikmet, Hacı ilaz Osman ve Gocagaşuk Ali Osmangilin avlularının bulunduğu alandır. Hendek kazılarında ortaya çıkan bu mezarlar bir, bir buçuk metre derinlikteydi.

Devlet Su İşlerinde geçici işçi olarak çalışıyordum. Plana göre, köye su Yukarköydeki ana depodan dağıtılacak, buna uygun olarak da ana ve tali borularla dağıtım ağını kurmak için bir otomatik kanal kazma makinesi eşliğinde su borularını döşüyorduk.

Yukarköyün bayırına sarmadan, Irıza dayının evinin karşısında,  Gocagaşuğun hırmanının üst tarafında yola 2-3 metre uzaklıkta önümüze büyükçe bir taş çıktı. Otomatik olarak kanal kazan aracı durdurup, kazma kürekle olaya müdahale ettik ve gördük ki karşımızda ayak ucuna denk geldiğimiz bir mezar vardı. Adı, sanı bilinmeyen birinin mezarı için yolumuzu değiştirecek değildik. Zaten bir karış daha derine inebilirsek işimiz görülmüş olacak ve mezarın üstünü tekrar örtüp yolumuza devam edecektik. Dediğimizi yaptık; bir "VAYROZ" yardımıyla mezarın kapaktaşını kırıp hortumu döşeyip kanalı toprakla kapattık.

Asıl hikaye bu esnada başladı. Genciz, delikanlıyız ve cahiliz.. Boyumuzu aşan bir derinlikte tarihi bir mezar bulmuşuz, üzeri büyükçe bir KAPAKTAŞIYLA örtülü mezarı ayak ucundan açmışız, okulda tarih derslerinde "eski insanların değerli eşyalarıyla birlikte gömüldüğünü de okumuşuz," daha durur muyuz? O esnada elimizdeki işi bıraktık, yattık kanala, uzattık  kafamızı mezarın içine, fener ışığında elimizde bir çomak mezar eşeliyoruz. Ama nafile. Fasfakir köyün mezarı da fasdakirdi. El kol kemikleri dışında bir de kafatası görünüyordu. Bir şey bulamadık. Aklıma "altundiş" hikayesi geldi. Uzatabildiğimiz kadarıyla daha kalınca bir sopayla kafatasını çekip çıkaramadığımız için parçalayıp çene kemiklerini beri çektik ama ne gezer. Altındişi geçtik zavallının kendi dişleri bile yoktu. Bu maceradan da “havamızı” alarak kurtulmuştuk. (Not: O mezarın yönü aynı bizim mezarlarımız gibi doğu-batı çizgisindeydi. Ancak, buradaki cenazenin başı bizdeki gibi batıda değil doğuda idi.)

Aradan kaç yıl geçti bilmiyorum. Köye su tesisat işi bizden sonra yıllarca sürdü. Bir çok müteahhit bu işten mütekait (emekli) oldu ama bizim köyün su işi bir türlü hallolmadı. Su kaynağı olarak Cilim Mevkine açılan ilk su kuyusu randıman vermeyince Su değirmeninin olduğu bölgeye ikincisi yapılıp yıllar sonra köye su verildiğinde eskiyen boruların çatlayıp patlaması sonucu köydeki tarlalarda su bazlı heyelanlar baş göstermiş, bunun üzerine köy içindeki bütün borular yeniden döşenmişti. Peki köy suya kavuştu mu? Hayır. Köy, Kışlakonak Köyü muhtarlığından çıktı, ayrı bir muhtarlık oldu ama nafile, DSİ'nin bu hizmetinden fayda görmedi, hatta "nymphe'lerin / su perilerinin lanetine uğramış olmalı ki, köy ormanlarından getirilen sudan bile fayda görememiş sonunda köylü birer ikişer kentlere savrulup susuz köyün içini iyice boşaltmıştı.

Zaman, 1980 yılı evveli. Ülkede henüz ihtilal olmamış, anarşi ve terör köylerimize kadar sıçramış, Köy Camii ve İmamı silahlı saldırıya uğramış, imam silahla saldıran teröristlere ruhsatsız silahla karşılık vererek, kendisini köyden köye kovalayanları  yaralamak suçundan hapse tıkılmış, köye de ceza olarak yeni imam atanmamıştı.

Caminin kırılan camları ve sarhoş kurşunlarıyla delik deşik olmuş duvarları, köylü korkudan kılını bile kıpırdatmaz iken merhum ilaz Selahattin Şen tarafından bilabedel (bedelsiz olarak) tadil ve tamir edilmiştir. Allah (cc) ondan razı olsun, dünyada Allah'ın evlerini inşa ve ihya edenlere vadettiği cennet köşklerinde misafir eylesin.

Ramazan kapıda, cami boş, imam yok. Köyde o an bu işi yapabilecek üç aday var; Hacı Habibin torunu Yakup Hoca, Gurumorolardan Aziz Hoca ve Gocamorolardan Çetin Hoca. Sadece Kuran Kursu talebesi Yakup hoca neyse de asıl rekabet, aynı zamanda ikisi de İmam Hatip Lisesi öğrencisi olan Aziz ile Çetin arasındadır. Bu onlar için mesleğe hazırlanmada bir staj olacaktır. Bir ay boyunca sürecek Ramazan İmamlığı, liseye başlamadan önce bir yıl Bafra'daki Hırsa  Kuran kursunda bir yıl da Gelemet Camii imamı Vezirköprülü Karasakal lakaplı Sefer KOÇ hocadan ders alan Çetin hocaya kalır. Kalır kalmasına da yine bu üç hoca bu işi birlikte sürdürürler. O günün cami cemaati tıklım tıklım, her akşam başka bir hanede yapılan davet ve  iftar proğramları, sık sık camide yapılan mevlitler bir hocanın tek başına kaldıracağı işler değildi.
(...)

Cinlerle İlk Temas

Ramazan ayının ortaları gelmiş. Temmuz ayının gündüz kavuran o sıcaklığının yerini, efil efil esen yeliyle gece serinliği aldığında, köyü sahura uyandırmak için camiye sela okumaya gidiyordum. İlk başlarda gece yeli deyip önemsemediğim daha sonra dönüşlerde de karşılaşmaya başladığım bu "yel değmesi" beni rahatsız etmeye başlamıştı. Bir değil iki değil, iş artık "ürkme" safhasına gelince konuyu Züverin Mehmet Koşar'a açtım. Ne de olsa kendisi Kur'an-ı Kerim ve Mevlid-i Şerif okumasını bilen biriydi. O da merak etti ve bir gece, sela okumak için camiye birlikte gittik. O mevkiye geldiğimizde birbirimize iyice sokulmuştuk ve yan yana yürürken bir ara Mehmet emmin ileriye doğru arayı bir karış açtı açmadı ki o esnada o yel yüzümü yaladı. Ben, belki Mehmet emminin ensesine de yel vurmuştur diye hemen kendisine seslendim; "yel yüzüme vurdu, sen ensende bir şey hissettin mi?" dedim ama Mehmet emmim "yoo! Ben bir şey duymadım."  dedi ve ekledi; "sen dua okuyor muydun?" Ben "hayır emmi” dedim, biraz mahcupluk duyarak. O, "ben okuyordum" dedi. Üzülmüştüm. Keşfe çıkmışız, cin yakalayacağız, Mehmet emmim dua okuyup kendini koruma altına almıştı. Böylece hayalet avı planımız suya düşüyordu.

Sonraki geceden itibaren artık ben de oradan dua okuyarak geçmeye başlayınca, cinlerle irtibatı koparmış olduk. Yoksa başlangıçtaki o ufak ufak fiskeler tokata dönebilir ya da genç bir delikanlı olarak cinlerin uşaklığına soyunabilirdik. Allah (cc) muhafaza eylesin. Amin.

(Devam Edecek)


/Çetin KOŞAR
20 Mart 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder