Sordanköy’deki camiye apelle
(hopörler) takılmadan önce namaz vaktinin girdiğini bildirmek için önce boru
çalınır ardından Ezan-ı Muhammedî okunurdu. Sarımsak’tan Pala Dursununoğlu
Tekin Çelenk, bir kapı açtı ve “bu boru çalındığı dönemlerde bolca cin, peri ve
ecünnü hikayeleri duyduğunu” söyledi ve kapıyı kapatmadan gitti. Bende şimdi bu
açık kapıdan içeri girip şu ecünnü hikayelerine bir göz atmaya karar verdim.
Cin Nedir?
Uzun uzun izah ve tariflerle
uğraşmak yerine kısaca söyleyelim ki “Duyularla idrak edilemeyen ve insanlar
gibi ilâhî emirlere uymakla yükümlü tutulan varlık türüne cin denir.” Kur’an-ı
Kerim’de Yüce Rabbimiz; “Andolsun biz insanı, kuru kara çamurdan, şekillenmiş
kara balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yarattık."
(el-Hicr 15/26-27) diye bildiriyor.
Bu Ayet-i Kerime’den de
anlaşılacağı üzere Cinler İnsanlardan önce yaratılmışlardır. Vasıflarına
bakarsak; İnsanlara nispetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa
sürede uzun mesafeleri kat edebilir, insanlar tarafından görülmedikleri halde
onlar insanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat
gaybı onlar da bilemezler. Gökteki meleklerin konuşmalarından gizlice haber
almak isterlerse de buna imkân verilmez. Evlenip çoğalırlar. Bizden daha uzun
süre yaşarlar. İblîs de cinlerdendir ve insanların yanı sıra cinlerden de
yardımcıları vardır.
Cinler de bizim gibi mümin ile
kâfir gruplarından oluşur. Cinlerin atalarına CÂN adı verilir. GUL, İFRİT gibi
çeşitli türlerden oluştuğu kabul edilen cinler eski Araplarda bazan HİN
kelimesiyle ifade edilmiştir. Farsça ’da cin karşılığında PERÎ ve DÎV
kelimeleri kullanılır.” (islamansiklopedisi.org.tr)
İnsanlar ve Cinler (İns-ü
Cin), aynı dünyada yaşasa da aslında ayrı dünyaların varlıklarıdırlar. Aynı
zamanı ve aynı mekânı paylaşıyoruz. Bu nedenle İnsan Milletiyle Cin Milletinin
yollarının sık sık kesişmesi yasaklanmış olsa da normaldir. Çünkü imtihan
dünyası bu dünya.
Cinler daha çok çeşme başları,
çay ve dere yatakları gibi akarsu kenarları ile ev dışında çamaşır yıkama ve
pekmez kaynatma işleri için kurulan ATEŞ KÜRELERİ’nin bulunduğu yerlerde
kümelenirler. Her ne kadar biz BATIL İNANÇ desek de insanlarla teması bu alanlarda
kurarlar. Örneğin, “ateşe, küle, rüzgâra karşı ve suya çiş etmek kötülük
getirir inancı” buradan gelmektedir. Temas anları akşamın alaca karanlığında ve
gece vaktinde olmaktadır. Tabi herkesle temasa geçemezler. Temasa geçecekleri
kişilerde şu dört halden birinin olmasını gözlerler ve hoşlandıklarıyla temasa
geçerler; “Aşırı öfkeli, aşırı korkan, nefsine düşkün ve aşırı gaflet.”
“Cin Çarpması, Cinlenmek ve
Dellenmek” olarak adlandırılan bu temas hali basamak basamak olabilir. Cinlerin
hışmına uğrayıp eli, dili, dimağı, kolu ayağı tutularak sağlık sorunları
yaşayanların olduğu gibi, Cinlerin hışmına uğrayıp evi ocağı yakılarak malından
mülkünden olanlar da vardır. Cin taifesiyle iyi ilişki içine girip onlardan
altın gümüş gibi değerli madenler temin etmek (define bulmak) hatta onlarla
evlilik yoluyla (daha ziyade güzel peri kızlarının cazibesine kapılarak onlara
damat olmakla) akraba olmak da bir cinlenme türüdür. Altın ve Peri Kızından
bahsedince birilerimizin iştihası kabarmış olabilir, bu nedenle tekrar edelim
ki Cinlerle İnsanların temas kurması dinen caiz değildir. Bu durum Cinlere ve
İnsanlara ayrı ayrı bildirilmiştir. Ona göre, bu yasağı delenleri Cin Çarpmasa
bile mutlaka Allah (cc) çarpar. Benden söylemesi. Ha olur da, biz istemediğimiz
halde Cinler bize “musallat” olursa, işte bu defa “içimize kaçan” bu Cin’i
çıkartmak için “Cinci Hocalar” bu günlere duruyor. Eve çağırılan Cinci Hoca,
okuyup üfleyip evi bir güzel “dezenfekte” eder, “cinçık, cinçık” nakaratları
eşliğinde davul dövülerek yapılan cin çıkarma merasimi ardından yazdığı “muska”
ve diğer “cin çıkarıcı ve tutulum sağaltıcı” reçeteler yazar ki bunlar bir
bardak suda bir gün bekletilip içilen ya da hastanın yemeğine gizlice katılan
“dualı nesne”lerdir.
Mevzuyu biraz “latifeli” bir
dille anlatıyorum, bir anti parantez daha açalım da mesele yanlış algılanmasın.
“Yoldan çıkmış Cinlerin İnsanlara verdiği bu zararları def etmenin tek çaresi
“ÜFÜRÜKÇÜ” dediğimiz “Cinci Hoca”lardır. Tabi cinci hocalar da neredeyse cinler
kadar şaibeli, netameli, şüphe çekici varlıklardır. Ancak bize düşen, her işte
olduğu gibi bu işte de “EHİL” olanı seçmek, cinden kurtulacağım diye kendimizi
tutup, içimize kaçan cinden daha tehlikeli birinin kucağına oturmaktan
korumalıyız. Unutmayalım “kötü doktor candan, kötü hoca dinden eder.” Bazı
hastalıklar vardır; doktor doktor gezer çare bulamayız. Bir hayırhah doktor da
çıkar “bu hastanın bizimle işi yok, iyi bir hocaya gösterin” der ya!.. İşte bu
durumda hani doktorlar için söylendiği gibi Allah (cc), cinci hocaların ne
eksikliğini göstersin, ne de bizi onlara muhtaç etsin.
Gelelim, gece mezarlık
kenarından ya da içinden geçme sorunsalına. Hemen söyleyeyim; yok böyle bir
sorun, bu bizim “su-i kuruntumuz.” Kayışyeri mezarlığımız Rahmetli Muhtarımız
Ali Rıza BAKİOĞLU tarafından “KÖY MEZARLIĞI” olarak tanzim edilmeden evvel
yetişkinlerimizi Gelemet Köyü mezarlığına, sâbilerimizi de ÇOCUK MEZARLIĞI dediğimiz
Köyaltındaki mezarlığa defin eder/gömerdik. O günlerde köyümüzün tek mezarlığı
olan bu Köyaltı Mezarlığı bizim için adeta bir oyun alanıydı. Orta yerlerde
yetişkin mezarları olsa da kim olduklarını bilmediğimiz için kaale almaz,
aralarında kendi kardeşimin de olduğu bu mezarlıkta mezarlar arasına yatarak
saklanır, simecük (saklambaç) oynar, ödünç aldığımız mezar taşlarının üzerine
üç taş, dokuz taş ve on iki taş çizgileri çizer zeka oyunları oynar, olmadı
büyükçe taşları yola çıkarır, vücut geliştirici DİKME TAŞ oyunu oynar, en
sonunda da sağlam kalanlarını yerlerine bırakırdık. Bir dünyalı olarak uhrevi
hayatla sanki iç içe yaşardık. Ancak, Alaçam’a giderken yanlarından geçtiğimiz
diğer köy mezarlıklarında işin rengi değişir, buralar bizim için endişe kaynağı
olurdu. Özellikle akşama kaldıysak ki okul zamanı hep kalırdık, bildiğimiz
bütün duaların okunması biter, mezarlık bitmezse paçalarımız tutuşurdu. Islık
çalmak mı dersiniz, ilahi söyleyip türkü çığırmak mı dersiniz ve en kötüsü
panikleyip “arkana bakarak kaçmak mı” dersiniz, ne derseniz deyin, hepsini
yaşardık. Kaçarken arkamıza bakardık, çünkü koşarken ayaklarımıza takılıp sağa
sola fırlayan her bir çakıltaşı birer atlı olup üstümüze üstümüze gelirdi.
Çocukken bilmediğimiz şeyleri büyüdükçe öğrendik ve korku dünyamızın
figürlerini çoğalttık. Kısacası, “biz büyüdük ve kirlendi dünya.”
Ecünnü, Gulyabani, Hortlak
gibi korku kahramanlarımız tüm dünyada olduğu gibi yurdumuzda da KORKU
SEKTÖRÜNÜN ürettiği değerlerdir. Konumuz olan Ecünnülerin ecinni, ecünlü gibi
farklı söylenişleri bulunur. Tam olarak nasıl bir canavar oldukları net olarak
bilinmez. Ecünnü hikâyelerinin anlatıcıları hiçbir zaman birinci yani ilk gören
değil de genelde ikinci, üçüncü şahıslardır. Korku sektörü dedik ya işte
filmlerde gördüğümüz ZOMBİ, DRACULA, GULYABANİ bunlara birer örnektir.
İnsanlara kötülük yapanlara ÖCÜ deriz hatta büyükler “laf dinlemeyen” küçük
çocukları bunlarla korkuturlardı. Daha sonra Avrupa pedogojik açıdan çocukların
psikolojisini dumura uğratmamak için SEVİMLİ HAYALET çizgi filmi gibi
hayaletlerin sevimli(!) olanlarını da piyasaya arz etmişti.
Ecünnü dediğimiz tayfa sadece
bizde yani İslam Dünyasında olan bir fantezi değildir. Batı ve özellikle
Hıristiyan ülkelerin edebiyat ürünleri, Cin ve Peri ağırlıklı Doğu masallarına
beş çeker. Ünlü Rus yazar Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ’nin ''Ecinniler'' adlı
romanını duymanımız yoktur. 1872 yılında yayınlanmış romanında yazar “19.
yüzyılın ikinci yarısında Ateizm, Nihilizm ve Sosyalizm gibi ideolojilerle
birlikte Batı düşüncesinin Rusya ve Rus insanı üzerindeki etkilerini ele alır
ve eleştirir.”
Öte yandan, vakti zamanında,
Ortaçağ Avrupasında yetenekli akıllı kişilerin ecinni olduğuna, cinlerden bilgi
aldığına inanılırmış. Hatta bu yüzden onlara GENİUS denirmiş. Genius
İngilizce'de “deha, dâhi ve üstün kabiliyetli” anlamına gelir.
Üç Harfliler
Cin öyle bir varlıktır ki
insanlar ismini söylemeye bile korkuyor ve “üç harfliler” diyor. Çünkü
insanları gözleyen ve insanların kendileriyle ilgili neler konuştuğunu
araştıran bir cin grubu vardır. Hani üç bakla ile falımıza bakıp “neyse halin
çıksın falin” diyerek “neyse ne, sana ne” diyemediğimiz halimizi ortaya çıkaran
falcılar vardır ya! Hah, işte bu herkeslerden(!) sakladığımız gizli hallerimizi
pat diye söylemeleri, ve bizim de “anaaa, valla bildi la” diye ağzımız bir
karış açık bir vaziyette hayret ettiğimiz durum vaziyetleri bu dedikoducu
cinlerin maharetiyle olmaktadr. Biz
onları göremiyoruz ama onlar bizi görüyorlar ya bazen kılık değiştirip bizim
görebileceğimiz şekle girdikleri de olur. İşte insanlar kendi aralarında gizli
gizli konuşurken “sus, yavaş konuş, YERİN KULAĞI var, bir duyan olur” dedikleri
konu budur. “Cin” demekle sanki cinler bize bir kötülük yapacakmış vehmine
kapılan insanlar gizli sırlarının ifşa edilmesi gibi korkularından olsa gerek
cin’e cin demek yerine şifreli konuşarak “üç harfliler” demeyi tercih
etmektedirler. Cin adını telaffuz etmedikleri gibi cin saldırısına uğramayı,
cinlenmeyi de “iyi saatte olsunlar” olarak tanımlamaktadırlar. Yani cinler
"iyi, hoş olsunlar da bize dokunmasınlar" düşüncesine dayanır. Bu
aslında “tırsmışlık” alametidir. Oysa bizler “Şeytana papucunu ters giydirecek”
kadar mistisizmde ileri gitmiş insanlarız.
Üniversitelerimizin AÖF ve
İİBF’lerinin İktisat ve İşletme bölümlerinde okuyanlar çok iyi bilir, ünlü
iktisatçı Adam Smith (Edım Simit) tarafından söylenen bir söz vardır. “LAİSSEZ
FAİRE, LAİSSEZ PASSER / Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” Gerçi Adam
bu sözü mal ve hizmetlerin serbest üretim ve dolaşımı için söylemiş olsa da
Cinler için bunun kıymet-i harbiyesi yoktur. Onlarda kapı ve duvar bulunmaz;
kapı çalma, duvar atlama dertleri yoktur. Hatta izin almadan bizim
bedenimizden, içimizden bile geçerler. (Sanki yol geçen hanıyız!...) Ama bizde
de öyle insanlar vardır ki onlar da cinlerin içinden geçerler. Buna misal 2005
yılında çekilen yerli korku filmi D@BBE 'dir. 1986 yılında Muğla'da cinleri
kullanarak define bulmuş bir köyün hikâyesi anlatılır.
Cinler ile
İnsanlar Dost Olur mu?
Kur’an-ı Keriminde Yüce
Rabbimiz; “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyât,
56) buyuruyor. Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa(sav), aynı zamanda Cinlerin
de Peygamberidir. Aynı Peygamberin ümmeti olduğumuz Cinler aslında o kadar da
korkulacak varlıklar değildir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde
cinlerden şöyle bahsetmektedir.
“ne derlerse desinler, / yakın dostlarım
cinler.. /havanın ve alevin kemiksiz çocukları; /yüzbir odalı evin / haşmetli
konukları, / rüzgârdan topukları, / yakın dostlarım cinler... / kum gibi
kalabalık, / bin şekil ve bin kılık, / suda bir gümüş balık, / postacı
güvercinler, / zümrüt yüklü hecinler, / yakın dostlarım cinler..” N.F.Kısakürek
Tabi herkes bu Sultan-üş
Şuara(şairler sultanı) 'mız gibi cinlerle dostluk kuramaz. Görmediğimiz,
bilmediğimiz ve tanımadığımız bu varlıklar ilk etapta bize yabancıdır.
Yabancılara da hep düşman gözüyle bakılır. Bunların zararından korunmak için
ciddi, kararlı ve samimi inanca sahip olmak gerekir.
Resulullah(sav) cinlerden ve
insanın göz değmesi’nden çeşitli dualar okuyarak Allah(cc)a sığınırdı. Muavvizeteyn
(Felak ve Nâs sûreleri) nazil olunca bu iki sureyi esas aldı, diğerlerini terk
etti. (Tirmizi, Tıbb 16; İbn Mace, Tıbb 33)
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: “Hz. Peygamber(sav) her gece yatağına girdiği zaman, ellerine
üfleyip Muavvizeteyn’i ve Kul hüvallahu ahad’i okur ellerini yüzüne ve vücuduna
sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman da aynı şeyi kendisine
benim yapmamı emrederdi.” (Buhari, Fedâilu’l-Kur’ân 14, Tıbb, 39, Daavat 12;
Müslim, Selâm 50; Tirmizi, Daavât 21; Ebu Dâvud, Tıbb 19)
Cinler ve
Coronalar
Mikrobu ilk keşfedenin Fransız
bilim adamı Pasteur olduğu söylenir. Oysa daha Pasteur dünyaya gelmeden asırlar
önce mikrobun Müslüman bilim adamları
tarafından keşfedildiği bir gerçektir.
Hastalıklara sebep olan
mikrobu ilk bulan İbn-i Sina, bugün “mikrop” diye adlandırılan yaratık için
“CİN” tabirini kullanmıştır. Bununla gözle görülmediğini ifade etmiş
olmaktadır. Yine İbn-i Sina, sudaki kokuşmaya yol açan “cinnu’l-mâ / su cinni”
adını verdiği canlının yol açtığını söylemesi mikrobu tanımladığının kanıtıdır.
Çünkü hastalıkları yapan bir dabbe (canlı)’dır ancak bunları görecek bir aletimiz
yoktur.” şeklinde açıklık getirmiştir. Cinnu’l-mâ tabiri, “sudaki görünmeyen
canlı” anlamındadır. (TDV İslam Ansiklopedisi)
Peygamber Efendimiz (sav)’in
“Âdemoğlunun her tarafını toprak yer! Yalnız kuyruk sokumu kemiği müstesna!
İnsan ondan yaratılmıştır. Onda derlenip toplanacaktır.” (Müslim, Fiten ve
Eşrâtu's-Sâa, 142, Hadis no: 7415.) hadisinde, "çürüme" tabiri yerine
"toprağın bedeni yemesinden" söz ederek, topraktaki görülmeyen
canlılara işaret etmiştir. Çünkü “yemek” fiili, ancak canlı bir varlığın
özelliğidir.
Yine Peygamberimiz(sav) şöyle
buyurmuştur. “Şeytan, hassas, "çok yalayıcı ve yok edicidir."
Kendinizi ondan koruyun. Her kim elinde yemek bulaşığı ve kokusu varken yatıp
uyursa ve geceleyin kendisine bir şey olursa, kendisinden başka kimseyi
suçlamasın!” (Tirmizî, Et’ime, 48, Hadis no: 1859.)
Hadisteki “şeytan” tabirinin
hastalık yapan mikropları ifade ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü “çok
yalayıcı ve yok edici” şeklinde tercüme ettiğimiz “Lahhas” kavramı, yiyip
bitiren güveler için de kullanılan bir tabirdir.
Tıbbî bir konuda ahkâm kesmiş
olmamak için VİRÜS ve MİKROP farkını da izah edelim; “Virüs mikroptan on bin
kat daha küçük, canlı ve cansız arası bir organizmadır. Bölünmez veya
çiftleşmez. Yumurtası veya kuluçkası yoktur. Hücrenin içerisine kendi protein zincirini
kopyalar ve hücreyi bir virüs üreticisi haline getirir. Antibiyotikler tek
hücrelileri zehirlerken, virüslerin bir sindirim veya dolaşım sistemi olmadığı
için bunlara etki edemez. Protein zincirlerini bozacak kimyasallar vücudun
diğer bölümlerine de zarar verdiği için genellikle virüslerin bir
antibiyotikleri yoktur. Ancak "vücut direncini artırıcı önlemlerin"
alınması kâfi gelir.
Tüm bu izahlardan sonra ecünnü
hikâyelerine geçmeden önce son olarak, cinlerle ilişkilendirilen varlıklara da
kısaca değinelim.
CİNNİ: Cine cinni de denir.
PERİ: Cinlerin dişi olanlarına
peri denir. (Aslında Cin kelimesinin Farsçasıdır. “Cin Kızı” yerine kulağa hoş
geldiği için “Peri Kızı” diyoruz.)
İFRİT: Cinlerin Müslüman
olmayan erkeklerine ifrit denir. Güçlü kuvvetli her işi yapabilen kafir cindir.
Bazen biz de birine kızdığımızda “ifrit oldum” deriz.
DEV: Görünmez güçlü, kuvvetli,
iri ve insan suretinde olan cinlerdir.
HORTLAK: Mezarlıkta dolaşan
kafir cinlerdir. Kefene benzer beyaz renkli kıyafetlerinden dolayı bizler de ölmüş bir insanın canlandığını
düşünürüz.
KAF DAĞI: Cin devlerinin
yaşadığı sanılan yer. İsmi olup, kendisi olmayan mitolojik bir dağ.
ZÜMRÜD-Ü ANKA: Cinlerin kuş
şeklinde olanları. Bunların da aslını gören yoktur.
CADI: Cinlerin kafir olan
dişileri.
AMMAR: İnsanlarla birlikte
yaşayan, onlarla oturan cinniye ammar ya da ummar denir.
ERVAH: Çocukların karşısına
çıkan cinniye ervah denir.
MARİD: Cinni, şeytandan daha
aşırıysa Marid denir. (Maridden aşırı ve daha güçlüsüne ifrit denir.)
ŞEYTAN: Cin kötü ve kötülüğe
niyetliyse o şeytandır, daha çok çirkinleşip şirret haline gelen cinlere cin
şeytanı denir. Bu şeytanlar İblis'in soyundan gelen şeytanlardan farklıdır.
(Bundan kastedilen şeytanlardan soy edinen İblisin cin soyundan gelmesidir.)
(…)
Birinci Şahıstan Bir Ecünnü
Hikayesi
____________________________
YÜZÜME VURAN
C İ N Y E L L E R İ
Olayın yaşandığı yıl 1980.
Olay yeri, Yukarköy'ün Bayırı.
Sordanköyün Yukarköyü, sevgili
Hicabi Ay hocamla yaptığımız ortak çalışmada ve mitolojik söylencelerden
edindiğimiz çıkarımlara göre eski
zamanlarda dört tarafı denizle çevrili bir adacık imiş. Kolonist denizciler,
gemide ölen arkadaşlarını ilk gördükleri adacıklara ya da kıyı şeridine yakın
tepeciklere gömerlermiş. DSİ' nin köyümüze su getirme çalışması sırasında su
nakil borularını döşerken ulaştığımız bu mezarların dağılımına da bakınca bu tezimiz
bir kere daha doğrulanmış oldu. Buralar, Hekimoğlu Hikmet, Hacı ilaz Osman ve
Gocagaşuk Ali Osmangilin avlularının bulunduğu alandır. Hendek kazılarında
ortaya çıkan bu mezarlar bir, bir buçuk metre derinlikteydi.
Devlet Su İşlerinde geçici
işçi olarak çalışıyordum. Plana göre, köye su Yukarköydeki ana depodan
dağıtılacak, buna uygun olarak da ana ve tali borularla dağıtım ağını kurmak
için bir otomatik kanal kazma makinesi eşliğinde su borularını döşüyorduk.
Yukarköyün bayırına sarmadan,
Irıza dayının evinin karşısında,
Gocagaşuğun hırmanının üst tarafında yola 2-3 metre uzaklıkta önümüze
büyükçe bir taş çıktı. Otomatik olarak kanal kazan aracı durdurup, kazma
kürekle olaya müdahale ettik ve gördük ki karşımızda ayak ucuna denk geldiğimiz
bir mezar vardı. Adı, sanı bilinmeyen birinin mezarı için yolumuzu değiştirecek
değildik. Zaten bir karış daha derine inebilirsek işimiz görülmüş olacak ve
mezarın üstünü tekrar örtüp yolumuza devam edecektik. Dediğimizi yaptık; bir
"VAYROZ" yardımıyla mezarın kapaktaşını kırıp hortumu döşeyip kanalı
toprakla kapattık.
Asıl hikaye bu esnada başladı.
Genciz, delikanlıyız ve cahiliz.. Boyumuzu aşan bir derinlikte tarihi bir mezar
bulmuşuz, üzeri büyükçe bir KAPAKTAŞIYLA örtülü mezarı ayak ucundan açmışız,
okulda tarih derslerinde "eski insanların değerli eşyalarıyla birlikte
gömüldüğünü de okumuşuz," daha durur muyuz? O esnada elimizdeki işi
bıraktık, yattık kanala, uzattık kafamızı
mezarın içine, fener ışığında elimizde bir çomak mezar eşeliyoruz. Ama nafile.
Fasfakir köyün mezarı da fasdakirdi. El kol kemikleri dışında bir de kafatası
görünüyordu. Bir şey bulamadık. Aklıma "altundiş" hikayesi geldi.
Uzatabildiğimiz kadarıyla daha kalınca bir sopayla kafatasını çekip çıkaramadığımız
için parçalayıp çene kemiklerini beri çektik ama ne gezer. Altındişi geçtik
zavallının kendi dişleri bile yoktu. Bu maceradan da “havamızı” alarak
kurtulmuştuk. (Not: O mezarın yönü aynı bizim mezarlarımız gibi doğu-batı
çizgisindeydi. Ancak, buradaki cenazenin başı bizdeki gibi batıda değil doğuda
idi.)
Aradan kaç yıl geçti
bilmiyorum. Köye su tesisat işi bizden sonra yıllarca sürdü. Bir çok müteahhit
bu işten mütekait (emekli) oldu ama bizim köyün su işi bir türlü hallolmadı. Su
kaynağı olarak Cilim Mevkine açılan ilk su kuyusu randıman vermeyince Su
değirmeninin olduğu bölgeye ikincisi yapılıp yıllar sonra köye su verildiğinde
eskiyen boruların çatlayıp patlaması sonucu köydeki tarlalarda su bazlı
heyelanlar baş göstermiş, bunun üzerine köy içindeki bütün borular yeniden
döşenmişti. Peki köy suya kavuştu mu? Hayır. Köy, Kışlakonak Köyü
muhtarlığından çıktı, ayrı bir muhtarlık oldu ama nafile, DSİ'nin bu
hizmetinden fayda görmedi, hatta "nymphe'lerin / su perilerinin lanetine
uğramış olmalı ki, köy ormanlarından getirilen sudan bile fayda görememiş
sonunda köylü birer ikişer kentlere savrulup susuz köyün içini iyice
boşaltmıştı.
Zaman, 1980 yılı evveli.
Ülkede henüz ihtilal olmamış, anarşi ve terör köylerimize kadar sıçramış, Köy
Camii ve İmamı silahlı saldırıya uğramış, imam silahla saldıran teröristlere
ruhsatsız silahla karşılık vererek, kendisini köyden köye kovalayanları yaralamak suçundan hapse tıkılmış, köye de
ceza olarak yeni imam atanmamıştı.
Caminin kırılan camları ve
sarhoş kurşunlarıyla delik deşik olmuş duvarları, köylü korkudan kılını bile
kıpırdatmaz iken merhum ilaz Selahattin Şen tarafından bilabedel (bedelsiz
olarak) tadil ve tamir edilmiştir. Allah (cc) ondan razı olsun, dünyada
Allah'ın evlerini inşa ve ihya edenlere vadettiği cennet köşklerinde misafir
eylesin.
Ramazan kapıda, cami boş, imam
yok. Köyde o an bu işi yapabilecek üç aday var; Hacı Habibin torunu Yakup Hoca,
Gurumorolardan Aziz Hoca ve Gocamorolardan Çetin Hoca. Sadece Kuran Kursu
talebesi Yakup hoca neyse de asıl rekabet, aynı zamanda ikisi de İmam Hatip
Lisesi öğrencisi olan Aziz ile Çetin arasındadır. Bu onlar için mesleğe
hazırlanmada bir staj olacaktır. Bir ay boyunca sürecek Ramazan İmamlığı,
liseye başlamadan önce bir yıl Bafra'daki Hırsa
Kuran kursunda bir yıl da Gelemet Camii imamı Vezirköprülü Karasakal
lakaplı Sefer KOÇ hocadan ders alan Çetin hocaya kalır. Kalır kalmasına da yine
bu üç hoca bu işi birlikte sürdürürler. O günün cami cemaati tıklım tıklım, her
akşam başka bir hanede yapılan davet ve iftar
proğramları, sık sık camide yapılan mevlitler bir hocanın tek başına
kaldıracağı işler değildi.
(...)
Cinlerle İlk Temas
Ramazan ayının ortaları
gelmiş. Temmuz ayının gündüz kavuran o sıcaklığının yerini, efil efil esen
yeliyle gece serinliği aldığında, köyü sahura uyandırmak için camiye sela
okumaya gidiyordum. İlk başlarda gece yeli deyip önemsemediğim daha sonra
dönüşlerde de karşılaşmaya başladığım bu "yel değmesi" beni rahatsız
etmeye başlamıştı. Bir değil iki değil, iş artık "ürkme" safhasına
gelince konuyu Züverin Mehmet Koşar'a açtım. Ne de olsa kendisi Kur'an-ı Kerim
ve Mevlid-i Şerif okumasını bilen biriydi. O da merak etti ve bir gece, sela
okumak için camiye birlikte gittik. O mevkiye geldiğimizde birbirimize iyice
sokulmuştuk ve yan yana yürürken bir ara Mehmet emmin ileriye doğru arayı bir
karış açtı açmadı ki o esnada o yel yüzümü yaladı. Ben, belki Mehmet emminin
ensesine de yel vurmuştur diye hemen kendisine seslendim; "yel yüzüme
vurdu, sen ensende bir şey hissettin mi?" dedim ama Mehmet emmim
"yoo! Ben bir şey duymadım."
dedi ve ekledi; "sen dua okuyor muydun?" Ben "hayır emmi”
dedim, biraz mahcupluk duyarak. O, "ben okuyordum" dedi. Üzülmüştüm.
Keşfe çıkmışız, cin yakalayacağız, Mehmet emmim dua okuyup kendini koruma
altına almıştı. Böylece hayalet avı planımız suya düşüyordu.
Sonraki geceden itibaren artık
ben de oradan dua okuyarak geçmeye başlayınca, cinlerle irtibatı koparmış
olduk. Yoksa başlangıçtaki o ufak ufak fiskeler tokata dönebilir ya da genç bir
delikanlı olarak cinlerin uşaklığına soyunabilirdik. Allah (cc) muhafaza
eylesin. Amin.
(Devam Edecek)
/Çetin KOŞAR
20 Mart 2020