16 Mayıs 2022 Pazartesi

ÇATAL DUT

Yolcu Dergisi, Sayı: 104        Sayfa:39  

 
"Ay Bulutta Bulutta,
Mendilim Kaldı Dutta.
Geleceksen Gel Gayri,
Daha Gönlüm Umutta."
/Nurten İNNAP - Uşak
 
 
Eski iki katlı evimizin yanı başında, çatalı hemen toprağa yakından başlayan iki gövdeli bir dut ağacımız vardı. Evimize o kadar yakındı ki evin dış kapısı ile arasından ancak bir öküz arabası geçebilecek genişlikte bir açıklık vardı.
 
Bir ilkyaz meyvesi olan bu dut ağacının hemen yanı başında kış meyvesi olan bir ayva ağacı, ayva ağacına komşu aynı zamanda menteşe niyetine demir çemberle mandıra kapısının bağlandığı pelit ağacı ve “mandıra kapısı”na ek ikinci bir geçit veren küçük “yayan kapısı”ndan sonra bir de ak incir ağacımız vardı. Evimizi karayelden koruyan arkadaki asırlık çınar ağacının ve salaç yolunun sonundaki armut ağacının dışında yine evin çevresinde, hallu (avlu)’nun ortalarında ya da kenarlarında kara incir, ovaz, ceviz, erik, elma, üzüm, töngel, kiraz vb. nevi meyve ağaçlarımız vardı.
 
Ağaçların bu tür yerleşimini köyde hemen hemen her ailede görmek mümkündü. Eskiden her aile evinin çevresini meyve ağaçlarıyla donatırdı. Hatta tek tük ağaç ile yetinmeyip, avlusunun bir kenarına “meyvelik” adı altında meyve bahçesi kuran ailelerin sayısı az değildi.  Bu da gösteriyor ki ağaç her şeyden önce varoluşu, hayatı, canlılığı, bereketi temsil etmekteydi. Tabiata ait bu unsurlar hayatımızı kolaylaştırırken aynı zamanda oluşan kültürün gelecek nesillere aktarılmasına da aracılık etmekte idiler.
 
Atalarımız yerine göre bu ağaçlara mistik değerler atfetmiştir. Mesela, incir ağacı kutsaldır, odunu yakılmaz; ev inşa edilip çatısı çatılırken yanı başına dikilen dut ağacı o evin ruhunu temsil eder. Ağaçlara atfedilen bu kutsallık neticesinde meyve ağaçları budanmaz, dalları kesilmez, sere-serpe büyüyerek devasa boyutlara ulaşır idi. Meyvelerin ağırlığını taşıyamayan bu dallar kırılmasın diye yere yakın olanları kazıklarla desteklenir, meyve yüklü koca koca kolları bu yükü çekemeyip yarılıp kırılsa da hiç bir meyve ağacı kesilmez, gövdelerinin içleri çürüyüp “kovuk”lar oluşsa bile dış kabuk ve ona yakın yüzeyler sayesinde ayakta kalıp meyve vermeye devam ederler tâki bir bahar mevsiminde diğerlerinin dallarına su yürüyüp, tomurcukları patlamaya başladığı halde kendisinin öylece kala-kaldığı zamana kadar ki zaten ağaçlar hep ayakta ölmezler mi?
 
Kocayıp, yaşlandıkları için birer ikişer aramızdan ayrılan bu kocaman meyve ağaçlarının yerini şimdilerde, sürekli budanarak fazla büyütülmeyen ve az yer kaplayan “bodur” türler alıyor. Ancak, onlar da bir veriyor bir vermiyor, sık sık hastalanıyor ve bir bakmışsın kuruyup gitmiş. Yani kendi başlarının çaresine bakmak yerine bir bebek gibi sürekli bakım istiyorlar; her yıl ilaç isteyen, gübre isteyen, dibinin kazılıp havalandırılması, sulanmasının yanında “don” tehlikesine karşı korunması gibi ve daha birçok hizmet isteyen bu yeni tür meyve ağaçlarına karşın eski tür meyve ağaçlarımız dikim esnasında gördükleri bir ıbrık (ibrik-testi) “can suyu”ndan başka meraklısı tarafından yapılacak yarma ya da kakma “aşı” dışında hiç bir ilgi ve alaka görmez, herkes kendi başının çaresine bakar idi.
 
 
ŞEHİR IŞIKLARI VE AĞAÇLAR
 
Cenab-ı Rabbülâmin, biz canlıların yaşayabilmeleri için her şeyi bir nizam ve intizam içinde yaratmıştır. Bu nimetlerden biri de “gece ile gündüz” dür. Ne gündüz geceye karışır, ne de gece gündüze!... Her ikisi de tayin edilen düzen üzre birbirlerinin peşi sıra giderler. Gece yapılacak işler gece, gündüz yapılacak işler gündüz yapılır. “Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme hali kılan, gündüz vaktini ise bir diriliş ortamı yapan O’dur.” (Furkan,47)
 
İnsanlar gündüz çalışıp gece dinlenirken bitkiler bizim için gece gündüz demeden çalışıyorlar. Örneğin, ışık enerjisini kimyasal bağ enerjisine dönüştürerek ilk basamaktaki organik madde üretimini sağlayan bir mekanizma (fotosentez) vardır. Gece olunca yatması gereken insan yatmayabilir, çalışır ya da eğlenir ama gündüz yatar uyur. Ancak bitkiler böyle değildir; gece yapılacak işlerini gece, gündüz yapılacak işlerini gündüz yapmak zorundadırlar. Burada sorulması gereken soru şu: “Geceleri gündüz gibi aydınlatılan şehirlerimizdeki ağaçlar bu işi nasıl yapacaklar?” Çok zor!
 
Bunun için “meyve ağaçları köylüdür!” diye boşuna demiyorum. Gecesi gündüzüne karışmış şehirlerdeki ağaçlar bile abuk sabuk gelişirken meyve veren ağaçlar nasıl gelişip sağlıklı meyve versinler. Bu yönüyle meyve ağaçları şehirlere yakışmaz. Şehirler zaten bu yükü kaldıramaz. Meyve dediğin temiz ortamlarda yetişmeli. Bir çöp bidonunun olduğu çöplüğün yanındaki dut ne kadar iri, ne kadar sarı, ne kadar sulu ve ne kadar ballı olursa olsun kim bakar yüzüne, kim uzanır da bir tanesini atar ağzına. Elbette kimse ilgilenmez onunla, üzerine konan kara sineklerden başka. İllâ çöplük yanı olmasına da gerek yok, toz-toprak, yağmur-çamur, üstüne üstlük birde egzoz gazlarıyla tütsülenmiş şehir havasında aldığı hangi temiz havayla meyve üretecek de bize sağlıklı meyve sunacak o ağaçlar? Hem hangi belediye, dibine dökülüp kaldırımını, asfaltını kirleten, pisleten bir dut ağacını orada yaşatır ki? Ne dut kendisi yaşar ne de onu belediye yaşatır! Uzayan dalları havai enerji hatlarıyla temas edecek durumdaysa bu defa elektrik dağıtım firmasının elemanları o ağacı traşlamadan bırakır mı? Hele bir de “helal-haram nedir? bilmeyen” olarak yetişen bir neslimiz var ki, nerede bir meyve ağacı görse daha yeni “töremiş” meyveyi “gök-kozak” haliyle yemeye kalkıp “talan” etmektedirler. Mümkünü yok. Şehirde meyve ağacını barındıramazsınız.
 
Bu yüzden şehirlerin cadde, sokak, park ve bahçelerine meyve ağacı yerine “süs bitkisi” diyebileceğimiz türden ağaçlar dikilir, onlar da “börtü-böcek” barındırıyor diye sık sık budanıp çırıl çıplak bırakılmaktadır. İki buçuk yıl süren tedavisi için sık sık tıp fakültesi hastanesine gelip giden rahmetli annemin de dikkatini çekmiş olmalı ki bir seferinde caddenin orta refüjündeki ağaçları göstererek  “oğlum bunlar ne ağacı böyle, hiç meyve göremiyorum? diye sorunca ben de ona “onlar süs ağacı” deyince “keşke meyve ağacı dikselerdi de kurtlar kuşlar ve insanlar yararlansaydı” demişti köylü aklıyla. Nereden bilsin meyve ağaçlarının da kendisi gibi köylü olduğunu.
***
 
Yaz mevsiminin ilk ayı Haziran ayındayız. Yılın ilk meyvesi “ekşili canerüg”lerden sonra gelen “bal tatlı dutlar”dır. Atalarımız “Datlu yiyelim, datlu gonuşalım.” derken sanki dut meyvesini yâd etmişlerdir. Türklerde “evin ruhu” olarak adlandırılan dut ağacı aynı zamanda ağızlara verdiği tad ile evin huzurunun, bereketinin ve istikbalinin de sembolü olmaktadır.
 
Dut ağaçları köylüye benzer dedik. O köy ki, hikayesi yarım kalan insanların yaşadığı mekanlardır; fakir ama gururlu insanlar, kendisinden çok başkalarını düşünen; birilerinin ihtiyacını giderdiği zaman sevinen, mutlu olan insanlar... Dut ağaçları için de hayatın anlamı budur; Sıcakta gölgesiyle serinletir; kışın pekmeziyle içinizi ısıtır, ateş olur, kor olur üşümüş tenleri ısıtır. Meyvesi pekmez olur, yaz kış  karnını doyurur, yaşamak için bize güç ve enerji verir.
 
Binlerce yıldır kurdundan kuşuna, börtü böceğinden insanına, pek çok canlının yararlandığı dut; yaprağından meyvesine, kabuğundan köküne, ağacından kerestesine her alanda kendisinden istifade edilen mümbit bir ağaçtır.
 
Günümüzde dut ağacı çoğu kimsenin dikkat etmediği bir ağaçtır. Diğer meyve ağaçları gibi kendini gösteren dikkatleri cezbeden nadide “çiçek”lere sahip olmadığından olsa gerek, dut ağaçları hayatımıza sessizce girip sessizce çıkarlar. Baharla birlikte diğer meyve ağaçları tomurcuklanıp yaprak ve filiz sürerken dut ağacı en önce meyve sürgünlerini verir. Daha sonra ışkın sürer, dallanır, budaklanır, yapraklanır. Meyvesini verdikten sonra dal ve yaprak gelişimini sürdürür. Ne zamanki havalar soğuyup insanı üşütmeye başlar işte o zaman da dut yapraklarını dökmeye yani soyunmaya başlar. Halk meteorolojisindeki “Dut giyindi soyun, dut soyundu giyin.” ifadesi manidardır. Doğa ile iç içe yaşayan eski insanlar yaşamlarını doğa ile uyumlaştırmışlar, havalar ısınırken yapraklanan dut ağacına bakarak artık kışlık elbiseler yerine yazlıkları yani “ince giysi”lerin giyilmesi gerektiğini tecrübe etmişlerdir. Tam tersi de dutun yapraklarını dökmeye başladığı zaman olup özellikle İlkbahar ve Sonbahar mevsimlerinde artan grip ve nezle gibi virütik hastalıkların artma nedenini, doğanın bu düzenini iyi gözlemleyip doğru okuyamadığımıza bağlıyorum.
 
 
DUT BİR ŞİFA DEPOSUDUR
 
Yaşlılar, ilkbaharda dutun olgunlaşma vaktine yetiştiklerine şükrederlerdi. Hastaysalar, dalından taze dut yiyecekleri için “bundan sonra iyileşirim” diye ümitlenirler, bilirlerdi ki dutun meyvesi şifadır.
 
Sağlık iksiri olarak tarif edilen dut antioksidan olması nedeniyle yaşlanmayı geciktiriyor. O vitamin ve mineral değerleri yüksek bir meyve olup, bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Meyve olarak yenildiği gibi, pekmez, dut kurusu, hoşaf ve reçel olarak da tüketilmektedir.
 
İltihap gidermesi ve toksik maddelerin atılmasını sağladığı için günümüzde sıkça görülen iltihaplı romatizmanın en iyi ilacının dut ya da duttan yapılan ürünler olduğunu kaçımız biliyor?
 
Pek çok meyve ve sebzelerde kırmızı, mavi, siyah ve sarı gibi tabii renkler görürüz ve buna tıp dilinde ‘antosiyoninler’ denir. İşte bu meyvelerdeki tabii renkler, hücre bozulmasını (canser) önleyici yani antioksidanlardır. Geçmiş tıp eserlerinde kaydedildiği gibi günümüz ilmî çalışmaları da bu maddelerin kanser hücrelerinin çoğalmasını önleyici ve hatta tedavi edici olduğunu ortaya koymaktadır.
 
Dut gibi yaban mersini, yer fıstığı ve en yüksek oranda kara üzümün kabuğunda bulunan “resveratrol,” fitoaleksin grubu bir bileşik olup hücrede tümör oluşumunu engeller.
 
Atalarımız “Bir dirhem et, bin ayıp örter” sözünün dut için de geçerli olduğunu söylerler. Bunun için dut; taze dut, dut kurusu, dut suyu, dut şurubu, dut reçeli ve dut pekmezi olarak çeşitlendirilerek tüketilmektedir.
 
Dutun besin değeriyle ilgili akla gelen her şey sayıp dökülüyor ancak insaf denen bir insan ayarı, akıl ve iz’an vardır. Kantarın topuzunu kaçırmamak lazım. Bilimsel bir araştırma sonucuna göre 100 gram taze dut meyvesinin besin değeri; - 93 kalori, - 0.9 g protein, - 19.8 g karbonhidrat, - 1.1 g yağ, - 0.9 g lif, - 60 mg Ca, - 1.1 mg Fe, - 0.05 mg B1 vitamini, - 0.07 mg B2 vitamini, - 0.2 mg B3 vitamini, - 17 mg C vitamini şeklindedir.
 
Atalarımız “Dut ye put ye, kiraz ye biraz ye!” diyerek kirazı az yemeyi önerirler iken dutu istediğimiz kadar çok yiyebileceğimizi salık vermişlerdir. Buradaki put, sırtta yük taşımakta kullanılan küfe, köyümüzdeki deyişle “çit”tir.
 
Ayrıca, “dut hayrattır” derdi büyüklerimiz; kuşun kurdun ve yoldan geçen kulun hakkı vardır dutta. Dut olgunlaştığında yenilmesi ya da silkelenerek toplanıp değerlendirilmesi gerekir. Yoksa olgunlaşan dut kendiliğinden dalından kopar, dökülür ve ziyan olup gider. Bunun içindir ki olgunlaşan dutu yedin yedin yoksa çöp olup gideceği için köylü, dutunu kendisi toplayamayacak ise komşusuna ya da bir hısmına hibe eder, o da bir defalığına dutları silkeler, toplayıp pekmez eder. Bilindiği gibi dut meyvesi de mesela incir meyvesinde olduğu gibi hepsi aynı anda olmayıp, kısım kısım olgunlaşarak neredeyse kırk gün boyunca sürekli meyve verir.
 
 
DUT AĞACININ KÖKENİ
 
Karadutun ana vatanının Orta Asya, beyaz dutun ise Çin olduğu tahmin ediliyor. Binlerce yıllık bir geçmişi olan dut ağacı, ipek ticareti ile birlikte tüm dünyaya yayılmış. Dolayısıyla günümüzde dut ağacına her yerde rastlamak mümkündür.
 
Dut ağacının Orta Asya’dan Anadolu’ya özellikle de ipek yoluyla gelen Türkler’e ait hem kültürel hem de ekonomik bir unsur olduğu düşünülebilir.
 
 

İNANCIMIZDA DUT AĞACI

 
HORASAN’DAN ANADOLU’YA FIRLATILAN EĞSİ (ÖĞSÜ)

 
Bugün, Hacı Bektaş Velî külliyesinde bulunan kutsal dut ağacının Ahmet Yesevi’nin Horasan’dan Anadolu’ya atıp buraya düştüğüne ve Köseği diye nitelenen Veli’nin eliyle diktiği ağaç olduğuna inanılmaktadır.
 
Menâkıbnâme; velilerin, tarikat büyüklerinin ve şeyhlerin kerametlerini konu alan eserlere verilen addır. Menakıpnameler bizim kültür hayatımızın bir farklı boyutudur. Bacım Sultan Velayetnamesinde Ahmet Yesevi’yle ilgili bu olay şöyle anlatılır:
 
“Sultan Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin bir ağaç kılıcı vardı. Getirip Sultan Hacı Bektaş Horasani’nin beline kuşattı ve orada ocakta dut ağacından bir od yanar idi. Bu eğsiyi kapıp Rûm’a (Anadolu’ya) doğru pertev etti. Ve dedi ki:” Rûm’da bunu tutalar.” “Ol eğsi havada yana yana Konya’da bir eve vardı, Sultan Hoca Fakih derler idi. Ol odu kapıp hücresinin önüne dikti. Kudret-i İlâhî ol eğsi bitti, tepesi yanık aşağısı dut idi. El-haletü hazihi şimdi yemiş verir.”  ”Pes imdi Sultan Hacı Bektaşî Veli o gice seccade üzerinde yattılar ve kudretten avaz geldi dendi ki, eylenme, Rûm’a var!”
***
 
Kırgızistan'ın Celalabad kentindeki “Aslan Baba” türbesinde de büyük bir dut ağacı vardır. Tasavvufta sembol olarak önemli bir yeri olan dut ağacından her evliyanın, her ermişin başucunda bir tane bulunmaktadır. İlimiz Samsun’da da bunun örneklerine rastlıyoruz
 
ŞEYH BEG (Şahbey) ve DUT AĞACI
 
Samsun İli Ondokuzmayıs (Engiz/Ballıca) İlçesi’ne 4 kilometre uzaklıktaki Yörükler Beldesi’nde, Kızılırmak Deltası, Kuş Cennetinin kıyısında bir türbe vardır. Burada medfun bulunan zat, Orta Asya’dan (Türkmenistan) Anadolu’ya ve yöreye göç eden Türkmenlerden ve Anadolu Evliyasından bir kimsedir. Halk arasında “Şah Beg” adı zamanla değişerek “Şeyh Beg / Şah Bey / Şıh Bek” şeklinde söylenir olmuştur.
 
 
DUT AĞACININ YANINDAKİ EV
 
“Günlerden bir gün, İstanbul’dan Hopa’ya yük getiren bir gemi, Karadeniz Ereğlisi açıklarında fırtınaya tutulur. Çok şiddetli bir fırtınadır. Gemi ha battı ha batacak! Mürettebat ve kaptan panik ve telaş içinde büyük bir korkuya kapılmış durumda Cenab-ı Allah’a sıdk ile dua ederlerken pir-i fâni, nur yüzlü, aksakallı, yaşlı bir zat ortaya çıkar; “Allah’ın izniyle, tehlikenin geçeceğini, telaşa kapılmalarına gerek olmadığını” söyleyerek hem onları teskin eder, hem de onlarla birlikte duada bulunur. Bir süre sonra fırtına geçer, gemi salimen yoluna devam eder.
 
Bu arada gemi kaptanı, kendilerine yardımcı olan yaşlı adama;
-“Baba, senin adın ne? Sana kim derler? Evin, yurdun neresi?” diye sorar.
 
İhtiyar;
— Benim evim, Samsun - Bafra Yolu üzerinde, Engiz denilen bir yer var. Oradan Balıkgöllerine giderken Boğaz üzerinde köprü ve mezarlık var. Mezarlıktaki YAŞLI DUT ağacının hemen yanındaki ev benim evim. Biz yedi kardeşiz” der ve daha sonra ortalıktan kaybolur.
 
Bilâhare kaptan, bu olaydan sonra rüyasında kendilerine yardım eden muhterem zatı görür ve o zat kaptandan kendisini ziyaret etmesini ister. Bunun üzerine kaptan Samsun’a geldiğinde gemisini limana demirler ve bu muhterem zatı ziyaret için karayoluyla Engiz’e oradan da şimdiki Yörükler beldesindeki kendisine tarif edilen dut ağacını bulur. Fakat yanında ev falan yoktur. Sadece tek bir mezar vardır. O zaman anlar ki, Şehbeg Dede ulu bir zattır. Orda hemen kendi kendine bir karar verir. Mevcut mezar üstüne bugünkü binayı (Türbeyi) yaptırır.”
 
 
(Samsun Derebahçeli şair-yazar Ali KAYIKÇI Beyin kayıt altına aldığı bu olayda geçen Şeyh Beg ve dut ağacını ziyaret etme fırsatı bulmuş fakat dut mevsimi geçtiği için dut yemek kısmet olmamıştı.)
 
 
DUT DEDE
 
Dut ağacıyla ilgili günümüze yansıyan gelenekselleşmiş kutlamalar da vardır. Bunlardan önemli olan birisi de 1965 yılından beri Ankara Ayaş ilçesinde yapılan “Dut Dede Şenlikleri”dir. Hacı Bayram’ın akrabası olan 13. yy.’da yaşamış bir evliyanın asasını yere vurduğu ve bu vurduğu yerden dut ağacı bittiği (büyüdüğü) ve bu ağacın meyvelerini bir koca ordunun yiye yiye bitiremediği inancı vardır.
 
 
MİTOLOJİDE DUT
 
Dut ağacı, Yunan mitolojisinde belirli bir üne sahiptir. Mitoloji Sözlüğü’nde şair Ovidius’un ağzından aktarılan efsaneye göre dut ağacı, Pyramus ve Thisbe isimlerindeki sevgililerin buluşma yeridir. Bir gün tam buluşacakları saatte genç kız, ağzı kanlı bir aslan görür, korkudan kaçarken sırtındaki örtüyü düşürür ve ona yetişemeyen aslan bu örtüyü parçalar. Gelen Pyramus görünen tüm kanıtlar karşısında sevgilisinin öldüğünü düşünür ve dut ağacının dibinde kılıcını çekip göğsüne saplayarak intihar eder. Fışkıran kanların ağaçtaki dutları kızıla boyadığı düşünülür. Akan kanı ağacın köklerine kadar iner. Ve beyaz dut, karadut olur.
 
Yine Antik Yunanda bilgelik tanrıçası Athena’ya hediye edilen dut ağacının, hayat verme gücü olduğu düşünülür. Eski Romalı doğa bilgini ve filozof Plinius, dut ağacı için “ağaçların en bilgesi” der.
 

KÖYÜMÜZE GELEN
AFRİKALI MİSAFİRLERİMİZ
“SARI SANDAL”LAR

 
Dut mevsimi geldiğinde yurtdışından kalkıp köyümüzü ziyarete gelen misafirlerimiz de vardı. Takım yıldızları doğduğunda geceleyin de uçabilen yani “Gece Göçmeni” olan sarı renkli bu güzel kuşun Lazca adı “malağure”’dir. Tüfekle avlanır. İlaz Selahattinoğlu Kemal Şen bunlara “Sarı Sandal” derdi. Etinin çok lezzetli olduğunu söylerdi. Zaten birçok hayvan türünün avlanıp etinin yendiğini bu ilaz komşularımızdan öğrenmiştik Zaman zaman Rize Pazar’dan gelen akrabaları köyümüzde av partileri bile düzenliyorlardı. Biz de kuş lastiğiyle (rastik) sarı sandal avına çıkardık ama bu kuşlar çok “uyanık” oldukları için kimseyi kendilerine yaklaştırmazlardı. Aslında kargagillerden bir kuş türüdür ama “leş” yemedikleri için avlanmaktadır.
 
Bilimsel adı “Bayağı Sarıasma” (Oriolus oriolus), olan bu göçmen kuşlar sarıasmagiller (Oriolidae) familyasından pembe gagalı, sarı renkli, ötücü bir kuş türüdür. İlkbaharda Türkiye'ye gelip Sonbaharda Afrika’ya döner. Dut, kiraz, üzüm ve incir temel besinleridir. En sevdiği meyve dut ve incirdir ama incirler olana kadar beklemezler, dutlar “sağıldıktan” yani bittikten sonra köyümüzü terk edip giderlerdi.
 
 

DUT YEME TÖRENLERİ
 
Çocukluğumun en güzel anılarından birisidir mevsimi geldiğinde hemen hemen her gün ağacına çıkıp dalından dut yemek. Ağaca çıkmak için gösterdiğimiz çaba ve yaptığımız onca akrobatik hareketler vücudumuza yaptırdığımız bir spor idi. Ağaca çıktığımızda dünyaya farklı açılardan bakmanın insana verdiği garip bir mutluluğun yanında dalından koparıp koparıp dut yemenin hazzı da bir başka olurdu. Evimizin önündeki o çatal dut ağacının bir kolu bana diğer kolu da aramızda bir yıllık yaş farkı olan abime aitti. O’nun kolu güneyde olup güneşe daha yakın olduğu için benim koluma nazaran daha iri ve daha olgun meyveli olurdu. Olsundu tabi. Bu bir “ağabeylik hakkı” olduğu için itiraz etmez idim ancak, bazen haberi olmadan, ondan gizli olarak onun koluna çıkar dutların irilerini yerdim. O da bunu fark ettiğinde ceza olarak bana ait kolun dutlarını silkeler, yere dökülen dutları dibinden geçen “tovug - cücüg,” (tavuk-civciv) inek ve "buzo” (buzağı)’lar tek tek yer kendilerine ziyafet çekerlerdi. Böylece ben de havamı alırdım. Gerçi kümes hayvanlarının ağız yapıları gereği dutu pek sevmedikleri söylenir. Özellikle civcivlerin boğazında kaldığı, iri dutları yutamadıkları için havasızlıktan boğularak öldükleri de görülürdü.
 
Köy gibi geniş bir coğrafyada hep hava almaz bazen hava verdiğimiz yani hava attığımız da olurdu. Bunlardan birisi de dut ağacına çıkarken alt dallardan itibaren başladığımız dut yeme ziyafetimiz daha yukarılara doğru çıktıkça bir şölene dönüşür, ağacın zirvesinde bol güneş alarak daha iyi olgunlaşıp ballanan dutları da yedikten sonra bu gastronomi yolculuğu sona ererdi. Dutları yedikçe önce midemiz ardından da gözümüz, gönlümüz doyardı. Bu doygunluktan büyük zevk aldığımız doğrudur. Ve başlardık ağacın tepesinde türküler söylemeye. Bu sebepten olsa gerek “Dut yemiş bülbüle dönmek” sözünü ben hep yanlış anlamışım ve dut yemiş bülbülün susmak yerine daha da güzel öttüğünü düşünmüşümdür. Ya da bir suçlunun karakolda suçunu itiraf etmesini ifade eden “bülbül gibi ötmek” sözüyle mi karıştırdım? Neyse!.. Bilemedim.
 
Türkü söylemekten başka, dut ağacındaki terennümlerimden birisi de “Ezân-ı Muhammedî” okumaktı. O günlerde bir ümmî (okuma - yazma bilmeyen) biri olarak evimizin karşı karşıya olmasından dolayı kendi köyümüzün camisinden çok Gelemet Köyü camisinde beş vakit okunan ezan sesleriyle kulak aşinalığı kazandığımdan olsa gerek her gün ezan okumadan da inmezdim duttan. Annem anlatmıştı. Bir keresinde tarlada tütün diken imeciler “gerçek ezan okunuyor” zannıyla iş bırakıp istirahata çekilmişler, ezan bitti deyip tam işe koyulacaklar iken gerçek ezanlar okunmaya başlayınca tekrar oturmak zorunda kalmışlar. (Köyümüzde koyu bir dindarlık olmasa da ezan okunmaya başlayınca susmak,  çalışıyorsa elindeki işi bırakıp oturmak, köylünün ezana gösterdiği asgari saygı ifadesiydi.)

 
 
DUT NASIL YENİR?
 
Dut yemek istiyorsanız çarşıya, pazara gitmeye ya da birisinden toplayıp getirmesini istemeye gerek yok. Tabi burada kastımız dutun kurusu değil, tazesidir. İşte dutun tazesi de olgunlaşmış ancak henüz dökülmemiş dalındaki duttur. En güzel dut ancak dalından koparılarak sapıyla birlikte yenen duttur. Aslında dut yenmez, emilir. Ağza atılan dut önce dil ile üst damak arasında ezilir, bal peteği gibi hücrelere hapsolmuş her birinin lezzeti diğerinden farklı dutların tadı önce damakta hissedilir sonra yutulur. Küçücük saplarıyla birlikte yenirken elbette bu sapların acılığı dutun tadını kaçırır ama ilk başta bunu anlamasak da aslında bu dutun vücudumuza yüklediği şekeri dengeleyen bir faktör olarak yararlıdır. Belli bir müddet sonra yenilen dut miktarı arttıkça artık dutun saplarını ayıklamaya başlarız. Bu durum üzümde de geçerlidir. Bir olay karşısında önünde bulunan alternatiflerden her birine bir kusur bulma, hiçbirini beğenmeme, bahaneler uydurma durumu, bir nevi seri mazeret üretimi için kullanılan “armudun sapı üzümün çöpü” ifadesinde “çöp” olarak anılan bu “sap”ların yenilebilir olması ayrı bir nimettir. Ayrıca, dutun çekirdeksiz oluşu da yeme konforunu, olumlu yönde etkiler. Gerçi dut da incir gibi çekirdeklidir de insanlar incirde olduğu gibi dutun çekirdeğini de sorun etmezler.
 
Dut dalından koparılıp hemen yenilmesi gereken bir meyvedir dedik. Ayrıca belirtelim ki duttan azami tad ve faide sağlamak için “yıkanmadan” yenilmesi gerekmektedir. Dut ağaçları parazit barındırmadığı için ilaçlanmaz. Yıkamadan yeme gerekçelerinden biri de budur.
 
Dut hassas bir meyve olduğu için ıslanmaya gelmez. Haliyle olgunlaşmış dut, yağmuru hiç sevmez. Yağmurda ıslanan dut anında çürür. Bunun için yağmurlu günlerde ve yağmur sonrası birkaç gün içinde dutlar “silkelenmez,” yani toplanmaz. Yağmur yiyerek bozulmuş dutların bu süre zarfında kendiliğinden dökülüp ağacın temizlenmesi ve yeni dutların olgunlaşmasını beklemek gerekir.
 
Çocuklar için ağacın doruğuna çıkıp dut yemek aynı zamanda bir oyun ve eğlencedir. Dut mevsimi geldiğinde günün belli saatlerinde ağaçtan düşme, üst-başın (elbiselerin) dal ve budaklara takılıp yırtılma ve kirlenme pahasına da olsa ağaca tırmanmak çocuklar için bulunmaz fırsatlardır. Tabi, öyle ağaca tırmanmakla iş bitmiyor. Yemek için dutlara uzanırken göz, ağız ve el koordinasyonu çok önemlidir. Dutların birini koparıp ağzına atarken gözlerini bir diğerine dikmen gerekir. Tabi bu gözünü diktiğin duta uzanmadan önce  üstünü başını ve sağını solunu göz ucuyla bir tarayıp üzerinde arı, tırtıl, kulakkaçan (forficula auricularia), osuruk böcüğü ( Halyomorpha Halys -gri renkli olanı) ve karınca olup olmadığını saniyenin onda biri hızıyla kontrol ederiz. Yoksa, kızdırdığınız bir arının sizi sokması, rahatsız edilen bir osuruk böceğinin salgıladığı kötü koku ile midenizin bulanması ya da ağzınıza attığınız karıncanın dilinizi ısırması gibi tatlı ve hoş bir macera yaşayabilirsiniz!. Dutun akan sularıyla (şire) ağzımız ve parmaklarımızın yapış yapış olmasını saymıyoruz.
 
Çocuklar canları çektikçe ağacına çıkıp doya doya dut yerlerken bebeler, yetişkinler ve yaşlılar sarkan dallardaki dutlardan başka dut yemeyecekler mi? Yiyecekler elbet. Ancak, onların dutlara ulaşabilmeleri için büyükçe bir organizasyona ve birkaç malzemeye ihtiyaç vardır.
 
 
DUT SİLKELEMESİ
 
Her ne kadar atalarımız “Meyve veren ağaç taşlanır.” demişlerse de bu gerek sahipleri ve gerekse oradan gelip geçenler, ağacına çıkarak zaman kaybetmemek için yerden taş ya da sopa ne bulurlarsa ağaca fırlatır, düşen meyveleri toplayıp yerler. Ancak, her meyve ağacı taşlanmaz. Dut bunlardan birisidir.
 
Ağaçlardaki meyvelerin hasat edilme şekli meyvenin cinsine ve göreceği işleme göre değişir. Yaş olarak saklanıp (tutalık) daha sonra yemek için toplanan yumuşak kabuklu meyveler (elma, armut, ayva, nar vb.) yere düşürülmeden elle toplanır. Yere düştüğünde ezilerek hasarlanan bölge hızla çürümeye başlar çünkü. Yok, saklanılmayacak, toplandığı gibi üretim prosesine girecekse silkelenerek ya da “tokunarak” yere dökülüp toplanmasında sorun olmaz.
 
Bazı ağaçların meyvesi tokumayla, çırpmayla hasat edilir. İlk aklıma gelen ceviz ağaçlarıdır. Bunların meyvesi  silkelemeyle dökülmez. Zaten kaba olan ağaç yapısı da buna müsait değildir. Ya bir sopayla dalını, filizini ve yapraklarını kırıp dökme pahasına da olsa vurarak (tokuyarak) dökeceksin ya da olgunlaşıp kendiliğinden dökülmesi için güz sonunu bekleyeceksin. Zaman zaman gidip dibine dökülenleri topladığımız gibi dalda kalan son ürünler de güz yağmurları ve fırtınalarıyla dalından kopup yere düşerler. Elma, armut, erik ve ayvalar da dut gibi silkelemeyle hasat edilen ürünlerdir. Bunlardan dut ve erik altına bez serilerek ırgalanırken diğerleri için sergi kullanılmaz. Ayrıca diğer meyveler toplandıktan sonra pekmez yapmak için birkaç gün bekletilebildiği halde bu durum dut için geçerli değildir. Dut, toplandığı gün içinde kaynatılıp pekmez işlemine başlanmalıdır. Taze taze yenmesi gerek derken belirttiğimiz “alkol” riski burada da kendini gösterir. Bünyesinde bulunan şeker çabucak alkole döndüğü için halkımız bunu “bozulma” olarak ifade eder. Çünkü şeker alkole dönüşürken tatlılığını yitirir, acılaşır. Yeri gelmişken dilimizdeki “dut gibi olmak” deyimine de değinelim; bu deyimin iki anlamı vardır birincisi “çok sarhoş olmak”, diğeri ise “utanmak, mahçup olmak”tır.
 
Başlarken de söylediğimiz gibi köyümüzdeki meyve ağaçları yıllanmış koca koca ağaçlıdır. Eğer dut ağacının bulunduğu yer uğrak bir yer değil ve dibi de otlu yani çimenli ise sergiye gerek duyulmadan silkelenip yere, temiz otlar üstüne dökülen dutlar elle toplanırdı. Yok eğer böyle olmayıp dibi kirli ise ekip halinde sergi kullanılırdı. Dut  toplamak için biri genç en az 5 kişiye, bir büyük örtüye ve icap ederse bir “küskü” ya da “cerek”e ihtiyaç vardır. Bu beş kişiden biri dalları silkelemek (sarsmak, titreştirmek) için ağaca tırmanacak, diğer dört kişi de örtünün birer ucundan tutarak silkeleyeceği dalın konumuna uygun noktalar için ağaçtakinin komutlarını uygulayacaktır. Her ne kadar dutun dibine boydan boya sergi malzemeleri (çarşaf, kilim, naylon branda vb.) serilerek de silkeleme yapılsa da büyüklüğüne göre iki ya da dört kişinin tuttuğu bir sergiyle yapılmasının avantajı diğer sergi malzemelerinin kirletilmeden tek bir malzemeyle yapılmasıdır. Dut silkelemesinin bir diğer güzelliği de yukarıdaki kişinin dalları her sallayışında dutların sergi üzerine “pıtır pıtır” dökülürken çıkardığı sesi dinlemek ve tıpkı beyaz kar taneleri gibi, yağmur damlası gibi ya da dolu yağışı gibi oluşan görüntüyü izlemekti.
 
 


DUT PEKMEZİ NASIL YAPILIR?
 
Dalından silkelenerek toplanan dutlar hiç bekletilmeden içindeki dal kırıkları, yapraklar ve gözle görünen diğer çer-çöplerden ayıklanıp büyük kazana (hereni) konur ve üzerini örtecek kadar da su doldurulup kaynatılarak pişirilir. Bunun için açık alana “küre” dediğimiz ateş yakma yeri yapılır. Ev içinde yapılmaz çünkü, altının sürekli harlı tutulması için civarda çalı çırpı ne varsa ateş yakmakta kullanılır böylece hem ev ocak kirlenmez hem de içeriye sürekli yakacak taşıma zahmetinden kurtulunur.
 
Kaynatılan dutların renkleri gidip esmerleşmeye, çekirdeklerinin meyveden ayrılıp siyah nokta gibi kazanın içinde dolaşmaya başladığında pişmiş olan dutlar “telis çuvala” doldurulup suyu sıkılır. Geriye kalanları (kesmük) hayvanların yemesi için bir kenara dökülür. Süzülerek elde edilen bu sıvı (şıra) bu defa “pekmez tavası” dediğimiz en az bir metre çapında ve 15-20 cm derinliği olan “pekmez tava”sına alınarak kaynatılır. Buradaki amaç şıranın içindeki suyu buharlaştırmaktır. Bu tavaların altındaki ateş sürekli harlandırılırken bir yandan da büyükçe bir kepçe ile tavanın içindeki sıvının sürekli karıştırılarak buharlaşması hızlandırılır.
 
Pekmez kaynatma işinde genel ölçü, “öküzgözü” olarak tanımlanan iri kabarcıkların oluşmasıdır. Kaynatma esnasında belli noktadan sonra üzerinde kıvamlı köpükler oluşur. Kef adı verilen bu köpükler ayrı bir kaba alınır. "Füme pekmezi" de denen bu köpüklü pekmezi sıcak sıcak yemenin de ayrı bir zevki vardır. Yine bunun gibi içindeki pekmez küplere doldurulduktan sonra tavada kalan pekmez “yok”unu (bulaşık) parmakla sıyırıp sıyırıp yemenin zevki de bir başka olmaktaydı.
 
Yerine göre uykusuz kalıp, hiç uyumadan gece sabahlara kadar kaynatılarak kıvamına ulaşan pekmez küreden indirilerek soğumaya bırakılır. Tam soğumadan, hafif ılık iken küplere boşaltılıp tüketime hazır bir şekilde gün ışığı almayan karanlık bölmelerde saklanır.
 
“Pekmez etmeleri”nden sonra ihmal edilmeyen bir başka ritüelimiz de pekmez kaynatılırken çevreye yayılan mis gibi kokuları duyan “gonu-gonşu”lara, “canı çekmiştir” diye taze taze birer tabak pekmez ikramı yapılmasıydı.
 
 
PEKMEZ KÜPÜ
 
Atalarımız; “Armudu sapıyla, üzümü çöpüyle, pekmezi küpüyle ye!” demişler. Pekmezler, özellikle dut pekmezi küp içinde saklanırdı. Küp: Su, pekmez, yağ, bal, sirke, turşu gibi sıvıları veya un, buğday gibi tahılları saklamaya yarayan, geniş karınlı, dibi ve ağzı dar, içi sırlı, kulplu ya da kulpsuz toprak kaba denir. “Ekşi ve Nardek” dediğimiz daha koyu pekmezler daha doğrusu pekenler “Göveç” denen ağzı daha geniş küplerde muhafaza edilirdi. Pekmez daha ziyade direkt ekmek bandırılarak yendiği için diğerlerine göre biraz daha akışkan olurdu. Yani adı üstünde pekmezdi. Ama diğerleri yerine göre macun gibi katı olabiliyordu. Bunlar suda eritilip içilir ya da “soğukluk” olarak sofrada kaşık kaşık yenirdi.
 
 
PEKMEZ TÜKETİM ŞEKİLLERİ
 
Bir pekmez cenneti olan Anadolu’da pekmez çok çeşitli şekillerde tüketilmektedir. Örneğin dut meyvesi, dut özü, dut pestili, dut reçeli, cevizli sucuk gibi bir çok yöresel lezzetlerimizin hammaddesini oluşturmaktadır. Dut pekmezi köyümüzde aşağıdaki şekillerde tüketilmektedir.
 
 
EKMEK BANARAK 
Ya da
EKMEK ÜZERİNE SÜREREK

 
Günümüzün “fast food” denen “acele yemek”in atası sayılabilecek pekmezin hiç şüphesiz en yaygın tüketim şekli “banarak” ya da “ekmek üzerine /arasına” sürerek yemekti. Köy yerinde ekmek varsa kimse aç kalmaz, yanına mutlaka bir “katık” bulunurdu. Soğandan sonra en yaygın katık da pekmezdi. Acelesi olan, “ya oyuna ya da koyuna” giden çocuğun eline ver pekmezli ekmeği gerisine karışma...
 
 
PEKMEZLİ UN HELVASI
 
Buğday ununun tereyağıyla kavrulup (kavut) sulandırılmış dut pekmeziyle yoğurularak elde edilen kakao rengindeki un helvası, şehirlerdeki en lüx çikolatalara beş çekerdi. Özellikle kış günlerinde, portakal büyüklüğünde top top yapılan bu helvanın, pekmez ile kavutun kokularının karışımıyla ortaya çıkan nefis rayihasının yanında damakta oluşturduğu hoş tadına da doyum olmaz, hem tatlı yemenin zevkine varır hem karnımızı doyurur ve hem de soğuk kış günlerinde içimiz ısınırdı.
 
 
KIŞ PEKMEZLEMESİ
 
Önceden yağıp kristalize olmuş “eski kar” dediğimiz orman içi gibi temiz alanlardan temin ettiğimiz “kış”ın üzerine pekmez döküp dondurma niyetine kaşık kaşık yediğimiz de olurdu. Kristalize derken kastım, yağdıktan sonra erimeyip uzun süre kalan bu karda, tıpkı “kuskus” taneleri gibi “putur putur” yuvarlak buz parçacıkları olur ve bunu yerken ağzımızda “kıyır kıyır” sesler oluşurdu. Tabi bu yiyeceği yavaş yavaş yemek gerekir. Yoksa, çabuk çabuk, acele ile yenirse insanın gözleri ağrır, yuvalarından pörtleyip çıkacakmış gibi olur.

 
 
PEKMEZLİ YOĞURT
 
Köylünün bulduğu tatlı türlerinden birisi de yoğurt pekmezlemesidir. Bir sahan (geniş ve derin tabak) dolusu yoğurt üzerine gezdirilen iki üç kaşık pekmez, ister iyice karıştırılarak istenirse olduğu gibi kaşıkla yenir.
 
 
PEKMEZLİ YUMURTA
 
Tıpkı yoğurtta olduğu gibi, yağda pişirilmiş (sahanda) yumurta üzerine de sıcak iken pekmez gezdirilerek yenir.
 
 
SULANDIRILMIŞ PEKMEZ
 
Özellikle hastalık sağaltımı için başvurulan bu yöntemle elde edilen “meyve suyu” emziren anne, çocuk ve yaşlıların güçsüz düştükleri durumlarda bir enerji kaynağı olmaktadır.
 
****
 
Netice itibariyle köyümüzde dut ya taze olarak ya da pekmez olarak tüketilmektedir. Elma, armut, ayva ve erik gibi meyveleri kurutup kışın hoşaflık olarak kullanmamıza rağmen dut meyvesini kurutup saklamak gibi bir “dut kurusu” kültürümüz yoktur. Hakeza, meyve suyunu un ile pişirip sade ya da cevizli “pestil” yapma kültürümüz de yoktur. Öte yandan köyümüzde ipek böcekçiliği yapılmadığından dutun yaprakları da değerlendirilmemektir. Dut ağacının gövdesinden elde edilen çalgı aleti “saz”ın köyümüzde imalatı da yapılmadığı için dut ağaçlarımız iyice kocar ve gövdelerinde oluşan kovuklar ayyuka çıkınca dallarını taşıyacak mecali kalmayan gövdeler gün gelir kırılıp devrilir.
 
/Çetin KOŞAR
21 Haziran 2021
 
NOT: Bu çalışmamızın bir kısmı www.yolcudergisi.com Sayı:104 Kış 2022 nüshasında (Sayfa:36-39)  yayınlanmıştır.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder