21 Nisan 2023 Cuma

ZEHNÂN SÉLİH

      

Gelemet köyümüzden bir çınar daha devrildi. Köyümüzün köklü ailelerinden idi Zehni Ağanın Salih. Allah(cc), rahmet eylesin. Kabri nurla dolsun, mekanı cennet olsun.

Zehni ismi, Zihni isminin köyümüzdeki söyleniş şekli olup, zihin ile ilgili manasınadır. Zihin, insanda anlayış, kavrayış, algılama yetisi demektir. Bir başka ifadeyle, yaşantıları, öğrenilenleri, bunların geçmişle olan bağlantılarını bilinçli olarak kafada saklama gücü, bellek demektir zihin. Eskilerin, okuyan çocuklara ettiği çok güzel bir duadır; "Allah zihin açıklığı versin!"

Köylerimizde adı geçen bazı lâkaplar bildik lakapların dışında bir anlama sahip olmalılar ki bunlardan birisi de AĞA lakabıdır. Yerel ağız ile söyleyecek olursak "Zehnâ" yani Zehni Ağa adlı kişi elbette Doğu ve  Güney Doğu bölgelerimizdeki ağalar gibi çevresinde "marabaları" olan köy sahibi bir ağa değildi. Gözlemleyebildiğim kadarıyla bu ağalık vasfı kendisine çevresi tarafından yakıştırılmış daha doğrusu layık görülmüş bir ünvan olmalı. Hali vakti yerinde olup, çevresine faydalı olan, ihtiyacı olanlara yardım eden, onlara ağalık eden, babalık yapan kimselere layık görülen bir ünvandı bizdeki ağalık. Hani, birine yalvarırken "yap bir ağalık" deriz ya!.

Köylerimizde bu tip ünvan ve lakaplar çok ve çeşitli olup bunların tespit edilip kayıt altına alınarak gelecek nesillere aktarılması gerekir. Halil Ağa, Cırmanlar, Mustafa Reyiz (Reis), Gopuz Kâhya, Sordonon… (Sordanoğlu) vb. daha nice lakap ve unvanlar bizim birer kültürel zenginliğimiz olup bu kültürel öğeler gelecek nesillerin eğitimi ve benlik bilincinin oluşumuna katkı sağlayacak kodlardır. 

Bu değinmelerden sonra merhum Salih amcaya dönecek olursak; bu ailenin bendeki canlı hatırası 60'lı yılların ikinci yarısında başlıyor. Salih Kevrek (Gevrek?) bir "ağa" evladı olarak daha o yıllarda traktör sahibi biriydi. Köylümüz, çarşı-pazar ihtiyaçları için Alaçam'a dağ-bayır demeden, 8-10 km.lik yolu yayan olarak (yürüyerek) gider gelirdi. Sırtlarına bağladıkları çuvallar, kollarında kolçaklar, ellerinde sele sepetlerle onca yükün altında konar-göçerler gibi çarşıya tarla kenarlarından, sınır çizglerini takip ederek kestirme yoldan gitmeleri kış günleri yağmur çamur ne ise de, yaz mevsiminde sıcağın yanında yüklerinin çeşitliliği ve fazlalığı oldukça meşakkat verirdi. İşte bu yük altında ilerlemekte zorlanan insanımızın imdadına (pek emin değilim ama zannederim) o günkü adı FORDSAN olan küçük mavi bir traktörüyle Salih amca yetişirdi. (Fehim abi bu traktör konusunda beni bilgilendirirse sevinirim.)

Sordan köyüne gelirken köy sınırlarına girdiğinde korna çalmaya başlar, Caminin yanına park eder, karisör (gelesör)  dolana kadar arada sırada korna çalmaya devam eder, hatta dolup giderken de çalardı ki biz de  gittiğini bu seslerden anlardık. 

Karisör ile yolcu taşımak elbette trafik kurallarına aykırıydı. Ama, o yokluk yıllarında çarşıya bir vasıtayla gidip gelmek oldukça lüks bir şeydi. Karisörün yan kapaklarına boydan boya uzanan özel oturaklara oturur, satmaya götürdüğümüz öteberilerimizi oturak altlarına, ayaklarımızın arasına ve kucağımıza koyar, bozuk köy yollarında hoplaya zıplaya, sağa sola savrula savrula da olsa en azından oturarak gidiyor olmamız bir saltanattı. Hatta bazen kalabalık olunca gençler ya ayakta ya da kapak kenarlarına oturarak Alaçam'a vasıl olurduk bi-iznillah. Çok şükür ki, bu tehlikeli yolculuklarda hiç bir kaza olmamıştı. Karisöre değil de traktörün arkasında ya da arka tekerlerin çamurluk üstlerinde yolculuk etmek, tam manasıyla "şoför mahalli"nde yapılan bir yolculuktu; ne yolun tozu ne de egsoz dumanı vurur, efil efil esintilerle giderdik. Ardından biraz daha pahalı da olsa Alaçam'dan konfor dediğimiz minibüsler gelmeye başladı, hatta çok geçmeden köy minibüsleri derken artık her ailenin kendine özel bir aracı oldu. Benim anım bu traktör idi. Asıl hatıra dedem Sefercüğün yani ailemizin yaşadıklarıydı.

ZEHN  İLE DEDEM SEFERCÜĞÜN İRTİBATI

Gelemet köyümüzün tarihi 1520'li yıllara dayanıyor ve köyün ilk yerleşimcileri daha doğrusu kurucuları İmparatorluk yıllarında bölgeye "görevli" olarak yani, bölgenin İslamlaştırılması, Türkleştirilmesi için  yerleştirilen Oğuz Türkleri (Türkmenler)'dir. Geldikleri yer olarak Amasya işaret ediliyor. Benim dedelerim ise 200 yüzyıl sonra 1770'li yıllarda Vezirköprü'den gelip Gelemet nüfusuna dahil oluyorlar. Sözlü tarih bilgilerimizde bizim Bengü adıyla bilinen bir lokasyonumuz daha var. Bugün Bafra ilçemiz sınırlarında olan bu  Bengü köyü daha evvelinde Vezirköprü ilçesine bağlıymış. Vezirköprü ise o günlerde Amasya iline bağlı olduğuna göre Gelemet ve Sordan Köy kurucularının Şehzadeler şehri Amasya ilinin Vezirler yurdu Vezirköprü ilçesinden geldikleri sonucuna varıyoruz.

Daha önceleri Andriyatik'ten Çin Seddi'ne uzanan bir coğrafyada hüküm süren bu milletin Fetihler devri kapanıp ricat(çekilme) devri başlayınca ister istemez can kayıplarına ilaveten toprak kayıpları da vermeye başlıyoruz. 

Savaş yılları. Son kale Anadolu. Dedemin babası iki çocuklu "Bengülülü Şevki" kim bilir kaç yıl olmuş, hâlâ o cepheden bu cepheye koşturup duruyor. 

Yokluk günleri. 13 yaşında bir çocuk bir kız kardeşi ve hasta bir anne. Bu zor durumda olan ailenin imdadına yetişen bir ağa var adı Zehnâ.  Gelemet'ten ârı "Sefeeer!" diye bir seslenmesi yetiyor 13 yaşındaki çocuk olan dedeme. Küçücük ayakları bir kanat oluyor ve Sordan Köyü'nden Gelemet'e uçurak gidiyor adeta. Mal gütmesi, öküz önünde yürümesi vs. O günün işi neyse seve seve koşarak gidiyor çalışıyor, karnı doyurulup sırtı da giydirilip, evdekiler için de eline bir şeyler tutuşturulup akşam evine yollanıyor.

Şevki babası bir gün yaralı ve hasta olarak evine gönderilir. Ana hasta, baba hasta. Ev revire dönmüş. Yoksulluk ve kıtlıktan evde yiyecek bir lokma bile yok.  Allah'tan komşusu halk doktoru İzzet var. İlgileniyor hastalarla. Ve bir gün bu defa Sordan Köy'den bir ses iniyor Gelemet Köyü'ne; "Sefeeer, baban öldü, eve gel eve!"

35 yaşındaki babasının kaybının ardından çok geçmeden annesini de kaybeden dedem Sefercük kendinden küçük bir kız kardeşiyle Zehni Ağa'ya emanettir.

Sağlığında dedeme sorardım "Dede, bu Zehnâ ile bir akrabalığımız var mı?" diye. Dedem, "Bilmiyem ki!" derdi. Bugün, biz de bilemiyoruz. Bir akrabalığımız var mı? Yok mu? Çünkü, savaşlar bir nesli yok etmiş, yeni yetişen nesle birikimleri aktaracak kimse kalmamıştı. Şevki dedemden başka üç mezar daha var Gelemet mezarlığında ama ne adları var ne de sanları. Dedemin emmioğlunun 13 yaşındaki son çocuğu Cafercük'ü bile askere almak için köye zaptiyeler geldiğine göre… Dedemi koruyup kollayan Zehnâ'ya çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. 

Bir vefa borcu olarak tek yapabileceğim onları hayırla yâd etmek ve tüm içtenliğimle "Rabbimin bu aileden razı olmasını" dilemektir. Ruhları şâd olsun.


20 Nisan 2023

/Çetin KOŞAR


9 Şubat 2023 Perşembe

Akbulut Köyü'nün Deprem Haritasındaki Yeri



Anlatıp, anlatıp en sonunda söyleyeceğim sözü kitabın ortasından başlamak gibi baştan söyleyeyim de hiç kimse yazının tümünü okumak için kendini yormasın!.. Korkutmak için değil bilgilendirmek için söylüyorum. Gerçi, "Korkunun ecele faydası yoktur."

Köyümüz Akbulut bir fay hattının üzerindedir. Bu fayın adı ERİKLİ FAYIDIR. Bu fay yani kırık kayaç Samsun Kocadağ'dan başlayıp Nebiyan - Taşkelik - Akbulut - Alaçam hattıyla Etyemez köyünde denize dalıp Gerze'den tekrar karaya çıkıyor ve Ayancık'ta son buluyor.  Adını da başlangıç noktası Kocadağ'ın eteklerinde bulunan Erikli Köyü'nden almaktadır.


MTA (Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü) tarafından yayınlanan son haritada ERİKLİ FAYI; “Ters Fay ve Bindirme Fayı” olarak işaretlenmiş durumda ve Bafra Ovası ile Bafra - Alaçam – Yakakent ilçe karayolunun deniz kısmı ise “Ayrılmamış Kuvaterner Çökelleri” olarak işaretlenmiş.


"Ters Fay ve Bindirme Fayı" basınç altında kayaçların çarpışması sonucunda gelişen faylanma, ters faylanma olarak isimlendirilir.


"Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın kuzey ve güneyindeki iki farklı tektonik ünite üzerinde yer alan Samsun'un büyük kısmı Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın yanı sıra Erikli Fay Hattı'nın da etkisiyle birinci ile üçüncü derece tehlike skalasında yer almaktadır. Özellikle güney bölgeleri birinci derece riskli durumda olan ilin kuzey uçlarında ikinci ile üçüncü derece bölgeler bulunmasına karşın değişen fay hatları nedeniyle bu bölgelerin de birinci dereceye kayacağı ve geçmişte de depremler yaşayan Samsun'un gelecekte daha şiddetli deprem tehlikesi altında olacağı öngörülmektedir. Samsun'da şimdiye dek hissedilen en şiddetli deprem 1943 Tosya-Ladik depremi olmuş, bu sarsıntıda 8 kişi ölmüş ve çok sayıda bina hasar görmüştür."

https://web.archive.org/web/20140212122708/http://www.afetacilsamsun.gov.tr/anasayfa/guncelYaziGoruntule?yazi_id=220


***


"Samsun’da 1500-1900 yılları arasında 13 tane deprem yaşandı. Özellikle Samsun ve civarında 1900 ile 2005 yılları arasında il merkezinden 250 metre çap içersinde 5 ve 5’ten büyük yaklaşık olarak 54 depremin gerçekleştiğini görüyoruz. Samsun, Kuzey Anadolu fay hattında meydana gelen depremlerin etki alanı içerisindedir. Samsun I., II., ve III. sınıf deprem bölgesi içerisinde yer alıyor."

/OMÜ - MÜHENDİSLİK FAKÜLTESİ

“Samsun İlinin Deprem Riski ve Alınabilecek Önlemler Sempozyumu” 


***


Bir zamanlar bu kırığa ölü fay denilse de MTA'nın güncellenmiş deprem haritasına göre DİRİ FAY'dır. KAYNAK: https://www.mta.gov.tr/v3.0/hizmetler/yenilenmis-diri-fay-haritalari


***


Haberin sevindirici tarafı ise BİNDİRME ve TERS FAY oluşudur. Yani bildiğimiz faylar gibi çatır çatur kırılma yerine kırık uçlar birbirlerinin üstüne binmişler ve kaydırak oynamaktadırlar ya da küsmüş gibi birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.


Sevindirici tarafı 'bindirme fay' dedimse de fazla sevinmeyelim. Çünkü, bindirme ve ters faylar etkisini doğada TOPRAK KAYMASI (Heyelan - Erozyon) olarak göstermektedir. 


Bilindiği üzere Erozyon, diğer adıyla aşınım, yer kabuğunun üzerindeki toprakların, başta akarsular olmak üzere türlü dış etkenlerle aşındırılıp, yerinden koparılması, bir yerden başka bir yere taşınması ve biriktirilmesi olayına denir. 


Heyelan ise Dağ göçmesi; göçük, yer göçmesi, göçme, dağgöçümü demektir.  Halk ağzıyla heyelan terimi,  yer kayması, uçuk, yer uçması gibi sözcüklerle tanımlanmaktadır.


Tabi olarak biz bu etkileri köyümüz ve civarında sürekli görmekteyiz. En son 1980 yılındaki Alaçam heyelanının izi henüz zihinlerimizden silinmedi. 



HEYELAN


Okullarda bize öğretilen ilk coğrafya bilgisi erozyon(toprak kaybı)ndan korunmak için ağaçlandırmanın önemi idi. Oysa, bu kayıplarımızın sebepleri çoktur:


-Yamaç eğrisinin değişmesi, 

-Yığılmanın etkisi, 

- Sarsıntı ve titreşimler, 

- Su miktarındaki değişmeler. 

- Yeraltı suyunun etkileri. 

- Don olaylarının etkileri, 

- Kayaçların ufalanması,

- Bitki örtüsünün tahribi. 



AKBULUT KÖYÜ'NÜN HEYELANLARI


Akbulut Köyü, özellikle ilk yerleşim yeri olan Sordanköy kısmı mitolojik tarihinde nasıl ki dört tarafı sularla çevrili bir adacık ise günümüzde de dört tarafı heyelanlarla çevrili bir ada durumundadır. Cami ve okulun bulunduğu yerden dünyaya tutunuyor olsak da köyümüz dört bir yandan, Doğu, Batı, Güney ve Kuzey yönlerinden akıp gitmektedir.



Doğu Yönü


Küçüklüğümde ilk hatırladığım göçük olayı evimizin 100 metre aşağısına kadar gelen heyelan olayıydı. Ağaçlandırmanın önemini ortaya koyan bu heyelan neticesinde Hikmet Ustaoğlu'nu su kuyusu (puvar) ile hemen yakınında bulunan dedem Sefercüğün puvarının kayıp gitmesiydi. Dipten itibaren taşla örülü bu kuyular depremin etkisiyle yıkılan binalar gibi toprak içinde yan yatarak yıkılmışlardı. İlk önce daha derin olan Hikmet Ustaoğlu'nun kuyusu yeniden kazılıp yapılmıştı. Kireçtaşlı (tebeşir gibi) yapıya sahip toprağa kuyu kazma esnasında hiçbir emniyet tedbirinin alınmamış olması o gün içimde bir ürperti oluşturmuştu. Kazılan toprağı çıkrıkla yukarı çekerken Hamdi Şen'in aşağıdan doğru "kuyuya toprak parçası düşürmeyin, bomba patlaması gibi ses çıkıyor" diye uyarısı hâlâ kulaklarımdadır. Daha sonraki yıllarda da bizim kuyu için ben küçük eşeleme yapmış, su çıktığını görünce de ailecek iki metre kazıp, kayaya gelince bırakmış, içini taşla örmüştük. (Tepedeki kuyumuzun derinliğini dedem 12 (on iki) adam boyu derdi.)


Ağaçlandırma etkisi dediğim bu heyelan  KÖKLÜK dediğimiz mevkide zuhur etmişti. Köklük, ormanlık alandaki ağaçların kesilip tarla yapılmasıdır. Bu yöntemde ağaçlar kesilmekle kalmaz kendimiz ya da KÖKÇÜ dediğimiz, mesleği KÖKÇÜLÜK olan ve bir ağzı balta bir ağzı kazma şeklinde olan KÖK KAZMASI ile kesilen ağacın yeraltında bulunan kök ve saçakları da bir güzel sökülüp çıkarılırdı. Bu yöntemle elde edilen arazilerin isimleri de KÖKLÜK ve KÖKÇE şeklinde olurdu. 



Batı Yönü


Akbulut Köyü'nün kurucuları ilk önce bugün KÖYALTI denen mevkiye yerleşmişler ancak buranın çamurlu(!) oluşu nedeniyle ardında Yukarıköy ve Karşıköy dedikleri tepelere taşınmışlar. Türk köyü Gelemet ile Rum Köyü Çetirlik arasında kalan bu bölgenin Yukarıköy kısmı eski döneme ait mezarlarla dolu ormanlık ve işlenebilir arazilerin sulak ve heyelanlı / çamurlu oluşu nedeniyle yerleşime açılmamıştı. Sordanköy adı Rumca “sulak, bataklık” manasına gelen “SORDON” kelimesinden gelmektedir. Heyelanlı bölge derken, Jeomorfoloji biliminin ışığında incelendiğinde, köyaltı mevkiinin, büyük bir heyelanla / toprak kaymasıyla Yukarıköyden kopup, akarak oluştuğu görülecektir. Özellikle, Aşşapuvar’ın bulunduğu mevkiideki Ramis Koşar’ın Çamlık adlı tarlası bu büyük heyelanın bariz olarak gözlenebildiği noktadır. Bir bu taraftan bir Sarımsak tarafından gelen topraklar Sarımsak çayını bir öte bir beri itelese de su akıp yolunu bulmaktadır.



Kuzey Yönü


Muratlı mevkiinin durumunu bilmiyorum ama köyümüzün Kuzey Yönü, Züver'in Dağı (Ziver Koşar) ve Ürfet'in Dağı (Rıfat Koşar) tarafından şimdilik güvende görünüyor.



Güney Yönü


Güney yönündeki heyelanlı bölgemiz Gemirlik mevkiinden başlayıp Karanlıkdere köyü'müze kadar uzanmaktadır. Belki de bizi en çok yoran kısmı Karanlıkdere (Garanukdere) yolunu alıp alıp götüren heyelanlar olmuştu. Yol neyse de geniş bir bölgedeki heyelanlar nedeniyle arazilerin sınırları değişmekte ve bu durum da hukuki sorunlara yol açmaktadır.


Hukuki sorun doğurmayan bir bölge de bana göre "antik irem bağları"nı andıran Değirmeyanı mevkiindeki bahçemizin çaya dönüşmesiydi. Fikri Yılmaz'ın (Fikricüğün) göçüğünü Değirmenyanı çayına bindirmesi sonucu çay yatağının yön değiştirip bizim bahçemizi yol yapması idi. Babamın bin bir hevesle diktiği elma, armut, erik, şeftali ve yabani fındık gibi bütün meyve ağaçlarımızı akıp giden sel sularına kurban vermiştik. Görüldüğü gibi çay ve derelerimiz iki yakanın itişip kakışmasında iki ara bir derede kalmayıp kendi yolunu bulmaktadır. Güney bölge heyelanlarının Yukarköyü tehdit eden ayağı ise Fikricüğün Bayırına kadar gelip dayanmasıdır.


Bu arada heyelanlı bölgelerimizin bir diğer adı da GÖÇÜK olup, FİKRİCÜĞÜN GÖÇÜĞÜ ifadesinde olduğu gibi arazi sahibinin adıyla birlikte söylenmektedir.



BİNAENALEYH


Sarımsak çayına yakın yerler başta olmak üzere, Yukarıköy’ün Doğu, Batı ve Güney yönlerinde bu erozyon günümüzde bile devam etmektedir. Güncel tehdit ise Köklük ve Gemirlik mevkilerindedir. Gün gelecek, yukarıköy diye bilinen tepe, yerinden kayıp gidecektir. Tarla yapmak uğruna kestiğimiz ormanların ahı tutmuş olmalı.


Deprem, sel ve toprak kaymaları doğal bir olaydır. Bunu Afet ve Felakete çeviren bizleriz. Bu olayların yerleşim yeri dışında vuku bulması doğal karşılanırken, tedbir alınmadan yapılan yerleşim yerlerinde vuku bulması dehşetle karşılanmaktadır. 


Halk arasında dereye (suya) girmezsen "Karada ölüm yok" diye bir deyim vardır. Bu da gösteriyor ki inancımızda yeralan "Nuh Tufanı" toplumsal hafızamızda hep diridir. Yaşanan su taşkınları (seller), kırsal kesimde yaşanan dereden geçme sıkıntıları ve diğer söylenceler. Düşünebiliyor musunuz? Yedi (7)  bin yıl öncesinin bir tufan olayı, günümüz insanı tarafından yaşanmış gibi anlatılabiliyor. ( Bkz.

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2019/02/akbulut-koyunun-mitolojik-tarihi-1.html )


Her ne kadar atalarımız "Anasır-ı Erbaa"yı (toprak-ateş-hava-su)  "Dört Güzel" olarak tanımlasa da bunlardan hep çekinmiştir. Bu dört öge aslında bitlikte yaşamın dört ana kaynağıyken aynı zamanda birbirlerinin ve canlıların da düşmanıdırlar. Mesela, hava ateşin yanmasını sağlarken su onu söndürür. Su canlıların yaşam kaynağıyken gün olur canlıları havasız bırakarak boğar, öldürür.


Baraj suyu ile deniz suyu gibi iki su arasında yaşayan canlının korkusu budur.


Kitabımız Kur'an-ı Kerim'den bir ayet; 

"Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır."

(Neml, 88)


SON SÖZ

Ölüm her yerde, vâki. 

Tedbir her zaman bâki.


/Çetin KOŞAR

6 Şubat 2023


3 Şubat 2023 Cuma

Eci Hala

ECİ HALA
(Nedime BAKİOĞLU )

Günay Hocam, annesi Eci Halanın vefatı dolayısıyla başsağlığı dileğinde bulunan eş-dostlarına "Annemin (Nedime Bakioğlu) vefatı dolayısıyla ..." diye başlayan teşekkür mesajında annesinin gerçek adını zikretmiş. Doğrusu bu ismi hiç duymamıştım. Nedime, köyümüzde ilk defa duyduğum bir isim olarak bana oldukça ilginç geldi. Merhume annemizin bu ismi neye taalluk ediyor diye merak edip araştırdım. Vardığım sonuçlar şöyle.

Kişi isimleri, bireyin kimliğini niteleyen önemli bir gösterge olmakla birlikte, ait oldukları topluma dair de önemli referanslar taşımaktadır.  Kişilere verilen isimler aynı zamanda onun "kaderini ve karakterini" belirlermiş. Eskilerin deyimiyle "ismiyle müsemma" dedikleri "ad ve karakter uyumu" rahmetli Nedime annemizde gerçekleşmiş, bu uyum sadece "Nedime" ismiyle kalmayıp "Eci" lakabıyla süregelmiştir.  Biz O'nu "Eci Hala" olarak lakabıyla bilirdik ama gerçek adıyla lakabındaki bu uyumluluk beni hayrete düşüren ikinci bir durumdu.

İsimler, kişiye doğuşta ailesi tarafından verilirken lakaplar, başkaları tarafından verilmiş takma isimlerdir. İsim verirken etkili olan şey arzu edilen "dilek ve temenni"ler olurken lakaplar bir kimsenin fiziksel bir özelliğine atfen verilmiş olabileceği gibi yaptıkları işlere atfen de verilmiş olabilir. Peki, Nedime ve Eci adları ne anlama geliyor?

NEDİME ne demektir?

Tıpkı cinsiyetimiz gibi isimlerimiz de erkek ve dişi olmak üzere iki türlüdür. Arapça'da müennes(kadın) ve müzekker(erkek) olarak geçen (İngilizce, male-female) bu kadın-erkek isimlendirmelerinde atıf değerlerin dışında belirleyici bir faktör yok iken, Türkçemizde bu isimlendirmeler birbiriyle ilişkilendirilmiş "-e" ekiyle erkek isminden kadın ismi türetilmiştir. Örneğin, Ali-Ali(y)e, Emin-Emine, Nedim-Nedime...vb. Arkadaş, yakın dost, yardım eden kişi anlamlarına gelen Nedim'den türetilen Nedime, sözlükte "Soylu bir kadına eşlik ve arkadaşlık etmekle yükümlü yardımcı kadın." olarak tanımlanmaktadır. Köle ya da hizmetçilikten farklı bir statü olan Nedimelik, çoğunlukla eğitimli, yüksek tabakadan kadınlar arasından seçilir.

Böylesine önemli bir vazife atfedilen bir ismi köy yerinde kim, nasıl önemser de çocuğuna ad olarak koyar. Günümüzde bu Nedime ismi düğünlerde gelin yardımcılığı (damadınkine sağdıç denir) yapan kişi kategorisine kadar indirgenmiş olsa da aslında isim verme, sosyal bir süreç olduğundan ailelerin isim verme yaklaşımlarını ve isim tercihlerini belirleyen eğitim, değerler, inanç, ahlak, yaşam standardı, beceri, sosyal pozisyon, coğrafya, etnik kimlik gibi pek çok faktör de söz konusudur.

Günümüzde çocuklara isim vermede etkili olan amiller özentiden öteye geçemese de eskiden toplumumuzun tarihsel geçmişi, sosyal, kültürel, siyasi, ekonomik ve dinî yapısı, etkileşimde bulunduğu diğer toplumlar, dünya geneliyle entegrasyon düzeyi o toplumdaki isim verme geleneğinin ortaya çıkmasında etkili olan faktörlerdi. Demek ki, çocuğuna isim vermede bu kadar titiz davranan köylümüz günümüze göre eskiden daha bir kültürlü ve daha fazla inanclı ve ahlaklı idi.

ECİ ne demektir?

İsimlerimiz doğumumuzla birlikte verilirken lakapların sonradan verildiğini belirtmiştik. Bu yönüyle lakap (takma ad) isimden çok aslında “sıfat, vasıf” demek olan, genellikle “kişinin severek aldığı, onu toplum içinde yücelten ad” anlamındaki na‘ttır. Böylece lakap “övgü veya yergi ifade eden isim ve sıfat” mânası kazanmıştır.

Eci, çocuksu bir yaklaşımla "öcü" gibi algılansa da aslında ECİ, KRALİÇE yani ECE ile kök bağı hissedilen bir sözcüktür.

Eci, yöreden yöreye değişmekle birlikte Sinop Boyabat köylerinde "abla," İstanbul Anadolu yakasında "arkadaş, dost," ve güncel deyimiyle "kanka," Tokat ilinde "kardeş," Çanakkale ve Balıkesir illeri arasında yer alan Kazdağlarında Tahtacı Türkmen köylerinde "anneanne"dir. Nişanyan'ın Etimolojik Sözlüğündeyse "eski Türkçede "baba, ata, ağabey, amca" anlamlarına gelen "eçi/eçü" sözcüğünden türemiş hitap sözcüğü" olarak geçer.

Eci ismiyle ilgili bir vakamız da Tokat ilimizden. "Galiba yıl 1864. Anşa Bacı (Ayşe) diye Tokat - Zile - Acısu köyünden, Hubyar Ocağından bir kadın "ben eciyim, hatunum/katunum!" diye ortaya çıkıyor, Orta Anadolu'nun bütün sıraç köylerini kendine bağlıyor, etkiliyor. Dedeliğe karşı çıkmış kendisi eci olmuş, soyundan gelenler baba olmuş, bu ocakta yardımcı kadınlar bacı oluyor. 24  Nisan'da kutlanan ficenk bayramları var. Aleviliğe yakın ama daha çok Şaman kültürüne/dinine mensuplar. (...)

***

Sözü uzatmadan bağlayacak olursak, çocuklara isim vermede etkili olan faktörler olarak "tarihsel geçmişi, sosyal, kültürel, siyasi, ekonomik ve dinî yapıyı"  belirtmiştik. Bu açıdan bakıldığında "Nedime" adı ve "Eci" takma adıyla Eci Halamız kültür köklerimizi hatırlatan bizi tarihin derinliklerine götüren bir şahsiyettir.

***

"İsimler kişilerin karakterini yansıtır." ifadesinin bir yansıması olarak merhum annemizin vefat haberini verdiğimiz mesajımızda belirttiğim "Önce bir muhtar kızı, sonra bir muhtar eşi, en sonunda da bir muhtar annesi olarak, onca yıldır Akbulut Köyü'nün kahrını çeken bir ana." ifadesi onun bir başka özelliğiydi. Muhtar, seçilmiş kişi demekti. Muhtar olan kişi devlet ile halk arasında kilit bir isimdi. Devletin emrinde halkın hizmetinde olan bu kişilerin yükü elbette yadsınamaz. Eci annemiz işte bu Nedimelik görevini üç nesil boyunca sürdüren ender şahsiyetlerden biridir. Bu görevi esnasında çektiği sıkıntıları dinleyip kayıt altına almayı akıl edemedik ama köydeki diğer annelerden farklı olarak omuzlamak zorunda olduğu bir diğer görevinin de yeme içmeden tutun da istirahatlarına kadar ardı arkası kesilmeyen "gelen-giden"lerin ağırlanmasıydı.

Yeri gelmişken bu ağırlama hikayesine bir şahsi anımı da ekliyeyim. Köye gelen ilk televizyonlardan birisi de Muhtar Ali Rıza Bakioğlu'nun eviydi. (Diğeri Ali (usta) Koşar.) Gelen giden çok oluyor ya! İşte bir gün ben de bu kalabalığın arasına karışıp ikinci katta kurulu televizyonun bulunduğu odanın bir köşesine iliştim. Zannederim Çetirlik'tendi diğer üç kişi. Onlar televizyon seyretmekten çok muhtarla sohbet ederlerken ben TV'de SİNEMA'ya öyle bir dalmışım ki gece saat 12 olmuş, adamlar da tam filmin en heyecanlı yerinde ayaklanmasınlar mı? Herkes kalktı. Ben "Ali dayı, ben biraz daha kalıp filmi izleyebilir miyim?" diye izin isteyince sağolsun, "Dur, ben misafırleri yolcu edeyim, birlikte izleriz" dedi ama günün yorgunluğu gözlerinden okunuyordu. Biraz daha seyrettikten sonra ben de ayaklandım. Bu sırada rahmetli Eci Halam, "Yavrum, vakit geç oldu. Gecenin bu vakti (saat 00.30) gibi karanlıkta çıkma, Günay ile birlikte yat, sabahleyin gidersin." diye beni gece vakti göndermek istememişti. Beni kendi evladıyla bir tutmasından dolayı Allah(cc) razı olsun, kendisine ayrı bir değer vermişimdir.

***

Köylerde muhtarın evi aynı zamanda resmi daire gibidir. Ayrı bir "muhtarlık yazıhanesi" olmadığı için muhtarın evi aynı zamanda "muhtarlık" idi. Yani köy muhtarının özel hayatı yoktur. Her türlü işi olan soluğu muhtarın evinde alırdı.

Halkın/köylünün geliş gidişi yanında bunun bir de resmi ziyaretçiler yönü vardı ki işte asıl zahmet kendini burada gösteriyordu. Bu hususta köyde anlatılan bir olayı zikretmeden geçemeyeceğim. Bir gün köye Jandarmalar gelir. Komutan hacet için tuvalete gitmek ister. O sırada tuvaletten küçük çocuklardan biri çıkmıştır. Çocuk bu! Tuvaleti kirli bırakmıştır. Komutana yol göstermeden evvel müsaitlik kontrolu için çıkıp bakan muhtar gördüğü manzara karşısında sinirlerine hakim olamaz, çilesini Eci Hala çeker.

Bilindiği kadarıyla Enes ile başlayan köyümüzün muhtarlık hikayesi, Enes'in Ürfet (Rıfat KOŞAR) ile sürmüş, köyümüz açısından hassas dönemlerini 1962'den itibaren Ali Rıza ve Akbulut ismiyle yeniden yapılanmaya gidildiğinde Sunay Bakioğlu adıyla nice başarı hikayelerine imza atarak sürmüştür. "Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır." sözünde olduğu gibi işte köyümüzün bu başarılı muhtarlık hikayelerini yazanların önünde, yanında ve arkadında olan bu kadın NEDİME adıyla ve ECİ lakabıyla Eci Hala idi.

Babası, eşi ve oğlu halk tarafından seçilerek görevlerini yaparlarken o annelik vasfı yanında Rabbimiz tarafından "atanarak"  kendisine verilen bu "nedimelik/yardımcılık" görevini bilabedel yaptı. Şimdi bize düşen görev O'nu rahmetle anmak, ahret yolculuğunda dualarla uğurlamak, ululamak, yüceltmek, hayırla yâdetmek.

Allah(cc), ondan razı olsun. Kabri nurla dolsun, mekanı cennet olsun.

/Çetin KOŞAR
4 Şubat 2023