16 Ocak 2021 Cumartesi

Akbulut Köyü'nde Eski Günler (Şeyler-1)



AYDINLATMA ALETLERİ
 
Cenab-ı Rabb-ül  lemîn, kâinâtı belirli bir nizam ve intizam içinde yaratmıştır. Aydınlık ve karanlık zamanlar da bu disiplinlerden biridir. (“Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme hali kılan, gündüz vaktini ise bir diriliş ortamı yapan O’dur.” Sure-i Furkân, 47.)
 
Gece örtünüp uyumak, gündüz kalkıp çalışmak için yaratılmışken insanoğlu bu küllî iradeyi sevmemiş olmalı ki, cüz-i iradesini kullanarak geceyi gündüze, gündüzü de geceye gark eylemiştir. Artık insanlar aydınlatma vasıtalarının yaygınlaşmasıyla gece yatmayıp, sabahlara kadar oturmakta/çalışmakta, yerine göre de gündüzün yarısını ya da tamamını uykuda geçirmektedir.
 
Şimdi bunlar olurken, eski günlerde insanlar nasıl yaşarlardı? Fazla eskilere ve farklı yerlere gitmeden, bu konuda köyümüzde şâhit olduğum günlerle ilgili notları paylaşmak istiyorum.
 
 
AKŞAM OLDU YAT
SABAH OLDU KALK

 
Köyümüzde eskiden (1960’lı yıllar), bu düzen vardı. İnsanlar gün ağarırken kalkarlar, gün boyu çalışır didinir, gün dulunurken de evlerine çekilir, yemek, sohbet, ibadet derken kısa süre sonra da yatıp uyurlardı. Her şey doğayla uyumlu idi. En basitinden kuşların yaşantıları bu konuda izlenmeye değerdir. Sabah ezanı, güneşin doğmasına bir saat kala okunmaktadır. Ancak bu erken bir uyarıdır. Kalkılsın, temizlik yapılsın, herkes namaza hazır hale gelsin diyedir. Bu erken uyarı sistemini kullanan canlılardan birisi de “horoz”lardır. Hatta bu hayvanlar gündüzü oruçlu geçirmek isteyenler için imsak vaktini de bildirirler. Bu vakitlerden biri de yalancı şafaklardır. “Havas”ı ilgilendiren konulardan ziyade biz Avam yani halkı ilgilendiren konular üzerinden gidecek olursak, insanların yaşam döngüsüne uyabilmeleri için kalkma saati seher vaktidir. İşte tam bu saatte kuşlar ötüşmeye, cıvıldaşmaya başlarlar. Güneş henüz doğmamıştır ama ortalık aydınlanmış, göz gözü görür olmuştur. Önce kendileri kalkan insanlar daha sonra korunaklarında muhafaza ettikleri ehlileştirilmiş, evcil hayvanlarını serbest bırakırlar ve böylece gün boyu sürecek hayata başlarlardı. Yine akşam olduğunda da “evli evine, tavuklar pinine” sözünde olduğu gibi insanlar konutlarına, hayvanları da barınaklarına toplayarak, herkes istirahat için köşesine çekilirdi.
 
Tabi bu hayvanların iki istisnası vardır; Kedi ve köpekler. Bu hayvanları insanlar, konutlarının güvenliği için ehlileştirmişler; kedi ev içi haşerâta, köpek ise ev dışı tehdit unsurlarına karşı bir güvence unsuruydu.. “Unsuruydu” diyorum çünkü günümüzde bu hayvanların kullanılması da amacı dışına çıkmış, şimdilerde her ikisi de birer “süs ve gösteriş” amacıyla beslenmektedir. Öyle ya, ne gerek var. Akşamdan sabaha kadar ev ev, sokak sokak geceyi aydınlatır, gündüz gibi yaparsan kimseden korkmazsın; gece korkan birinin evin tüm ışıklarını açık tutarak uyuması gibi şehir yaşamında da insanlar “ışıklar içinde uyuyorlar” maazallah!.. Gece korkan kişinin evin ışıklarını sabaha kadar yakması gibi tüm şehrin sokakları, park ve bahçeleri de bu ve buna benzer konular nedeniyle sabahlara hatta arıza durumlarında sabahtan da akşamlara kadar aydınlatılmakta, karanlık sokaklar ve parklar gelip geçenler için bir tehdit oluşturmaktadır.
****
 
Akşam vakitleri hüzünlüdür. Ölümü, ayrılığı çağrıştırır. Uyku da zaten “küçük ölüm” değil midir? Burada sorun “garip”lerdir. Bir halk türküsünde olduğu gibi;
 
“Oy akşamlar akşamlar, Yine geldi akşamlar, Evli evine gider de, Garip nerde akşamlar.”
 
Bu dünyada  yaşayanlar olarak hepimiz garibiz aslında, berzah âleminden kalkıp geldiğimiz günden beri... İçimizde bir yalnızlık, bir acı… Dünya nimetleriyle gidermeye çalışırız içimizdeki acıların burukluğunu. Amacımız bir an evvel menzile varmak iken, bir gölgelikten ibaret olan dünya hayatı bizi oyalar, eyler, kandırır, yolcu olduğumuzu unutturur, bizi mukim yapar. İşte, akşamın hüznü buradan gelir. Uyku vaktidir, bırakırız her şeyi ama her şeyi; para-pul, mal-mülk, çoluk-çocuk, ana-baba… Uykusuzluk çökünce üzerimize, buğdayı öğüten değirmen taşları gibi ağırlaşır göz kapaklarımız. O an hiç bir şey görünmez gözümüze, onların hiç bir değeri yoktur artık. Uyku; yani güzel ölüm başlar.
 
İnsan, “tûl-î emel” sahibidir. Hiç ölmek istemez. Zaten hiç kimse öleceğini bile düşünmez. Bu özelliği insana geceyi deldirmiştir. İnsan karşı koymaktadır geceye, gecenin önüne engeller çıkarmakta, geceyi yırtmak, geceyi parçalamak, yok etmek için var gücüyle çalışmaktadır. Bu konuda tek silahı, şimdilik aydınlatma araçlarıdır. Şimdilik diyorum, geçenlerde haberini duydum, Çinliler “yapay güneş” denemelerine başlamış. Öyle ya gün gelecek, güneş battığında yapay güneşler çalıştırılacak böylece “dün-bugün-yarın” dan ibaret olan ömür “bir güne” sığdırılacak!...



İNSAN NİÇİN GECE YATMAZ
 
Tekrar baştan alıyoruz. “Akşam olunca yatması gereken insanlar neden yatmayıp yaşamlarına uyanık olarak devam etmek isterler?” sorusunun cevabı hiç şüphesiz onun “tamahkâr”lığındadır. Karnı tok iken çalışmaya devam eden tek canlı varlık insandır. O açgözlüdür. Yedikçe yemek ister, yiyemediğini de alıp yanında götürür, kimseye bırakmaz, kimseyle paylaşmak istemez. Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi, “Bir vadi dolusu altın ve mücevheri olsa bile o ikincisini ister. Oysa onun gözünü bir avuç toprak doyuracaktır.” Bunu bildiği halde o istifçidir. Üst üste yığmayı sever. İhtiyacı olsun olmasın, hayatını yıpratma, saçını ağartma, belini bükme pahasına da olsa, habire biriktirir. Oysa, “bir lokma bir hırka” neyine yetmez ki çıplak yaratılan ve bir buçuk metrelik kefenle gidecek olan insanoğlunun.
 
Birincisi ölümü kabullenmemek olan bu gece çalışma gayretinin ikinci sebebi de “yığmacılık”tır. Bu yığmacılığı “böbürlenme” olarak da vasıflandırabiliriz. Aynı gündüz gibi bir nimet olarak yaratılan gece, insanın bu hâris tutumu nedeniyle, “kötü”lenmiş, aydınlatılması gereken bir “musibet” olarak algılatılmıştır. Oysa, karanlık ışığın müjdecisi, aydınlığın anasıdır. Karanlık olmasa yakılan bir ışığın hiç bir kıymeti olmaz.
 
 
AYDINLATMANIN TARİHÇESİ
 
“İnsanlar ateş üzerinde hayvan yağının tutuştuğunu fark edince, haznesini taştan ve balçıktan yaptıkları, içinde hayvan yağları yakılan, yine hayvan kılından veya kara yosunundan yapılmış fitillerin eklendiği, kandil şeklindeki ilk yağ lambalarını icat etti.
 
Arkeolojik çalışmalar ülkemiz coğrafyasında zeytin, susam ve balık yağlarının da yakıt olarak kullanıldığını göstermiştir.
 
Romalılar don yağını sıvı hale getirerek keten ipliğini ya da pamuk ipliğini fitil olarak kullanarak mumlar döküyorlardı.
 
18. yüzyıla kadar cam veya metal hazneli, son dönemde petrol türevi yakıtlı ancak temelde hep aynı prensiple çalışan lambalar ve kandiller yaygın olarak kullanılmıştır. Bunların genel sorunu, çok yoğun koku yaymalarının ötesinde, iyi kalitede renkli görmeyi zorlaştıran turuncu renkte bir ışık vermeleri ve çıkan karbondioksitin ve nemli isin zamanla bacada birikerek ışık çıktısını azaltması idi.
 
Uluslararası Aydınlatma Komisyonu’nun (CIE) kurulması da 1900 Paris Uluslararası Gaz Kongresi’nde olmuştur. Ülkemizde ilk kez 1856 yılında Dolmabahçe Sarayı’nın içinde bir gazhane kurularak saray aydınlatılmasında buradan yararlanılmış, elde edilen gaz fazlası ile Sultan Abdülmecid döneminde Beyoğlu bölgesi de aydınlatılmıştır.”(Alper COPLUGİL- elektrikport.com)
***
 
Gelelim köyümüzdeki eski aydınlatma araç gereçlerimizin neler olduğu konusuna.
 
 
ÇIRA
 
Tasavvufta “yanmak,” kül olup yitmek değil ham iken pişip “kul” olmaktır. Yanmayı hep, “yandı-bitti-kül oldu” üçlemesinde olduğu gibi yok olma olarak algılamak hatalıdır. Halk dilinde de “çıra gibi yanmak” ve “çırasını yakmak” gibi kullanımlar vardır. Çünkü çok kolay tutuşup yanabilen bir yapısı vardır çıranın.
 
Sakızlı yapıdaki sivri yapraklı çam, köknar gibi ağaçların bir özelliği de kolay yanmalarıdır. En ufak bir alevle tutuşan bu ağaçlar eski çağlardan beri kullanılagelen ilk aydınlatma aracıdırlar.  İhtiyaca göre büyük yada küçük, irili ufaklı kesimlerle günümüzde bile kullanılmaya devam eden bu ağaç daha ziyade ocak ve sobalardaki odun ve kömürü yakmak için “tutuşturucu” olarak kullanılmaktadır. Eskiden “zifirî karanlık” gecelerde uzun yolculuklarda “meşale” olarak kullanılan çıralar kısa mesafeli yolculukta kullanılmak için de daha küçük boyutlarda hazırlanırdı. Bu çam ağaçları konut ve diğer yapılarda da kullanılırken zamanla neslinin tükenme riskine karşı koruma altına alınmışlardır. Mustafa AÇIKGÖZ öğretmenimizin okul bahçesine kavak ağacı dikme projesinden önce bir de “çam ağacı” projesiyle gündeme gelen, daha doğrusu hatırlanan bugünkü Yukarı Köyün bir zamanlar yüksek çam ağaçlarıyla kaplı olduğunu düşünürsek, insanın tahrip gücünü çok açık şekilde görürüz. Züvergillerin orada, çamlık mevkiinde 3-5 tane var en az 300 yıllık olan bu çam ağaçlarından.
 
Zamanla insanlar hayvansal yağları da aydınlatmada kullanmaya başlamışlar. Özellikle, yabani hayvanlar bu işin ana hammaddesidir. Özellikle “kandil” yağları bu babdan sayılabilir.
 
 
GAZ YAĞI
 
Termik ve Hidro santrallerden sonra geliştirilen güneş ve rüzgar santralleri mesabesinde olan gazyağı o gün için büyük bir buluş idi.
 
Köyde biz kümes hayvanlarından olan kaza “gaz” dediğimiz için olsa gerek, küçükken ben bu gaz yağının gerçekten kazlardan elde edildiğini düşünürdüm. Çünkü bu hayvanlar oldukça yağlı olurlar. Mutfakta kullandığımız “yağ fırçaları” bile kaz kanadından yapıldığına göre bu “gazyağı”nın yemeklerde kullanılmamasına şaşardım. Demek ki içine benzin katıyorlarmış!...
 
Gazyağı hakkında ansiklopedik bir bilgi verecek olursak; “Gaz yağı ya da taş yağı (İngilizce: lamp oil, kerosene, veya paraffin), rafinerilerde benzinden sonra elde edilen teknik ve endüstriyel adıyla “kerosen” denilen bir sıvı yakıttır. Önceleri sadece gaz lambalarında aydınlatma amacıyla kullanılırken, sonradan bazı maddeler eklenerek ısıtma, soğutma, traktör yakıtı hatta jet yakıtı olarak kullanılmaya da başlanmıştır.”
 
Gazyağı, eski günlerin önemli buluşlarından idi. Bizler onu idare lambalarında aydınlatma için kullanırken Ruslar onu roket yakıtı olarak kullanıp uzaya, Ay’a gidiyorlardı. 1970’li yıllara gelindiğinde, anarşi ve terör günlerinde ömürler karaborsaya düşen “gazyağı” kuyruklarında geçerdi. Eski günlerde köylümüzün çarşıdan aldığı dört temel ihtiyaç maddesi tuz, şeker, yemeklik yağ ve “gazyağı” idi.
 
Onun temini de oldukça zordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Samsun'da bulunan yedi adet iskeleden birisi de Gaz İskelesi idi. O günlerde Batum’dan tenekelerle getirilen gaz yağları liman da depolanır, ihtiyaca göre sevkiyatı yapılırdı. Yakın zamana kadar benzin istasyonlarında pompalardan satışı yapılan gaz yağı, kullanım alanlarının daralması ile üretimi de kısılmıştır.
 
Yeri gelmişken ayrıca belirtelim, gazyağı sadece aydınlatmada kullanılmayıp hayatın birçok alanında kullanılmaktadır.
 
 
Gaz Yağının Kullanım Alanları.
 
AYDINLATMA: En yaygın ve temel kullanım alanıdır. İdare, Camlı lamba, löküs temel aydınlatma araçlarımızdı. Bazen ihtiyaca binaen molotof kokteyli gibi şişelere doldurur, fitil niyetine çul takar kullanırdık. Ancak, bazen ısıya dayanamayan şişe çatlar, işimiz yarım kalırdı.
 
TEMİZLİK: Ana geçim kaynağı tütün olan köylümüzün ellerine bulaşan tütün zifirlerini kolayca çıkarmanın tek yolu gazyağlı bezlerdi. Üst başımıza bulaşan zift ve boyaların çıkarılması oldukça zordur. Bu amaçla gaz yağı temizlikte tiner görevi üstlenerek oldukça etkili olabilmektedir. Ayrıca, çarşı pazara giderken giydindiğimiz “yabanlık” elbiselerimizin üzerindeki lekelerin “kuru temizleme” yöntemiyle çıkarılmasında da kullanırdık.
 
ECZA MALZEMESİ: Yoksulluk yıllarında saçlarımızdaki bitlerin temizlenmesi için başımıza gaz yağı sürülürdü. Saça sürülen gaz yağı deriyi inanılmaz rahatsız eder kafa derisindeki tüm kılcal damarları hisseder, bize bunun saçları gürleştirdiği söylerlerdi. Hayatın tüm tadlarını bastıran o kokusunu tarif edemiyorum. Ayrıca, öküz yapılacak danaların klasik yöntemle yapılan "eneme" işinde, hayvanın billurları alınan bölgesine bolca gazyağı dökülür öyle sarılırdı.
 
YAKACAK: Köyümüzde kullanılmadı ama ısınmak için gaz sobalarında yakıt olarak kullanırdı. Biz bazen ocaktaki ateş söndüğünde çok az dökerek tutuşturucu olarak da kullanırdık.
 
TARIM İLACI: Yanlış bir kullanımdı ancak uzun yıllar köylü bu gazyağını DDT ile karıştırarak böcek ilacı olarak kullanmıştı. (Biz o kadar ilaçlı sebze ve meyveyi yedikten sonra DDT kullanımı yasaklanmıştı.)
 
AKARYAKIT: Türk’ün zekası, benzinle 5/1 oranında karıştırarak ucuz yakıt üretmişti. Litrede 40 kuruş kadar daha ucuz olduğu için akaryakıt olarak kullanıldığını farkeden EPDK (Enerji Piyasası Denetleme Kurulu) yetkilileri istasyonda satışını yasaklamıştır.


Gazyağı ile Çalışan Aydınlatma Araçlarımız
 
 
İDARE LAMBASI
 

Eskiden insanlarımız “idareci” idi. Yok yok, yönetici manasında değil, tamah manasında idareci idiler. Bir şeyin daha fazlasını istemezler, bulduklarıyla yetinirler, yetmese de onunla idare ederlerdi.

 

İdare lambası da bunun gibi bir şeydi. Şinanay da denen camlı gaz lambaları ve hatta “löküs” denen bunun bir üstü aydınlatma cihazları varken bile gayet ucuz ve masrafsız olan “idare lambaları” tercih edilirdi. Koni şeklinde olan bu aydınlatma cihazımız ev içinde ve tama taşa giderken risksiz taşıma kolaylığı nedeniyle de gayet kullanışlı idi.

 

Tenekeden mamül bu idare lambaları masrafsızdı derken kastımız lüks ve camlı lambalarda olduğu gibi cam kırılması, fitilinin bitmesi, tülünün dökülmesi vb. durumunda ek giderlerinin olmamasıdır. Bir kere alınan bu idare lambalarına bildiğimiz pamuklu elbise parçası çuldan bir fitil takar, bir de gaz doldurduysak, değmeyin keyfimize, tepe tepe kullanırdık. Çünkü, kırılacak dökülecek bir yanı yoktu. Bir tek fitili yanıp eksildiğinde ninem de onu yaka iğnesiyle çeker çıkarırdı. Eğer fitili sıkı yani yeterince kalın yaparak takmazsak, gevşek kalan fitilin düşme, gazın içine kaçma işi olurdu. Onda da fitili bulup çıkarıp takana kadar akla karayı seçerdik. Öyle ya, idarenin fitili kaçınca karanlıkta onca iş nasıl yapılacak; elbette akla karayı seçerek.

 

Biri “arkaya” (helaya) mı gidecek, eline idareyi alır gider. Karanlıkta kalan odadakiler kıpırdamadan idarenin gelmesini beklerler. Zaten idare, akşam yemeği yenene kadar sofrada lazım olmaktadır. Yemeğini yiyen doğruca küüüt yatağa yatar uyurdu. Kimin ne işi olacak gece vakti idareylen lambaylan!... Gerçi büyükler akşam namazını akşamın o alaca karanlığında idaresiz(ışıksız) kılarlardı da yatsı namazı için bir iki saat uyuduktan sonra gece saat on bir on iki gibi kalkar ocağın ateşinden yayılan ışıkta kılarlardı yatsı namazlarını.

 

Gece idarenin lazım olduğu anlardan birisi de özellikle uzun kış gecelerinde tama (ahıra) gitme işiydi. Ahırın bir duvarında bulunan “idarelik”e konulan idare ışığında hayvanların altı temizlenir, ahırdaki yemedikleri saman artıkları (gezler) altlarına serpilir, “afur”ları (yemlikleri) yeni samanla doldurulur, tarakla (kaşağıyla) özellikle öküzlerin sırtı kaşınır (kaşağılanırdı.) Eski, ahşap ev yangınlarının esas nedenlerinden birisi de bu tam işlerinde kullanılan idarenin yanlış kullanımıdır.

 

Gece idare kullanımının gerekli olduğu bir diğer zaman ise “çöcüg”lerin dersiydi; Gündüz okuldan gelir gelmez işe (mal gütme, eve su çekme, saman taşıma, odun kesme vs..) koşturulan çocukların dersleri... O günlerde evlerimizde masa sandalye ne gezer. Yerlere yatarak ders çalışırdık.  Bir “sekmen”(tabure) bulduysak ne mutlu bize. Rahle niyetine kullandığımız bu ev içi oturakların üzerine koyduğumuz idare lambalarının traktör egzozu gibi çıkardıkları isler burnumuzu içlerine, baca gibi simsiyah kurum bağlatırdı. Gözümüze vuran ışığından defter ve kitabı zor görürken, sekmenin üzerinden kazara kaydırıp düşürür de gazını yerlere dökersek yiyeceğimiz şamar ve işittiğimiz azar işin cabası olurdu.

 

Maaile (ailecek, aile ile birlikte) odada oturuyoruz, dışarıda köpek havlamaya başladı ve birisi de evdekilere sesleniyorsa idareyi kapıp kapıya koşmak yapılması gereken ilk işlerden birisiydi. Peki çağrıya kim cevap verecek; erkekler mi kadınlar mı? Onun da formülünü bulmuştu köy bilgeliği; Allah vergisi doğal ses farkının yanında erkeğin ve kadının ünlemeleri arasında fark vardı. Bu seslenme nidası kitaplarda “huu” diye geçer ama bizde ilk seslenen kadına çağırıyorsa ismin önüne “aaa” koyar, evdeki kadın da ona “yuu” diye cevap verir. Eğer bu çağıran kişi erkekse ve erkeğe sesleniyorsa ismin önüne “loo” koyarak seslenir ve evdeki erkek de ona “ne var laa” diye cevap verir. (Detaylı bilgi için bakınız: Akbulut Köyünde Seslenme Nidaları.)

 

Elinde idare lambası ile kapıya çıkan kişi önce köpeğe, “ben geldim, buradayım, sana gerek kalmadı, sen sus” manasına gelen “oşt ya da hoşt” diyerek onu susturur. Zaten terbiyeli bir köpek, sahibinin yanında başkalarına asla havlamaz. dışarıda rüzgâr varsa idarenin sönmemesi için, yelimiz yansa da avucumuzu aleve siper ederdik.

 

Bu idare lambaları genellikle iki kulplu olurdu; gerek el değiştirmek için ve gerekse karşımızdaki birinin eline verirken kolaylık olsun diye. Bu da ayrı bir incelik idi.
***
 
 
GAZ LAMBASI
 
İdare Lambalarının bir üst basamağı “gaz lambası” dediğimiz cam hazneli, cam fanuslu aydınlatma cihazlarıdır.
 
Gaz lambası, adından da anlaşılacağı gibi gaz yağı ile aydınlanmayı sağlar. Alt kısmında bulunan hazne kısım camdan yapılmıştır, içine gaz yağı konulur. Üstünde içinden fitil geçen koza denen bir metal mekanizma bulunur. Fitil ve lamba camı bu mekanizmaya geçirilir. Lamba ışığı bu aparat sayesinde yükseltilir veya azaltılırdı.  Ayrıca, lambayı duvara asmak için hazne kısmına dolanarak takılmış ve yangın tehlikesine karşı tedbir olarak, alev ile duvarın irtibatını kesen metal bir levha aparatı da olan -ki bu genellikle aynalı olur- bir askılık olurdu. Yine bir ayrıntı daha, bu lambaların “fitilleri” özel imalat olup, nükleer yapıya sahip olduğu söylenirdi. Normal çuldan çıkan alevden farklı olarak bu fitillerin ürettiği alevler daha bir parlak ve beyaz renkli olurdu. Tıpkı kırmızı ışık veren ampullerin yanında beyaz ışık veren floresan ampuller gibi...
 
Gaz lambaları da idare lambaları gibi gaz yakmalarına rağmen isleri daha az olurdu. Bunda etken olan unsur ise cam şişe sayesinde fitil etrafında sağlanan hava sirkülasyonuyla yanmanın daha bir etkin olması ve cam şişenin oluşturduğu baca etkisiyle açığa çıkan is’in yükselmesidir.
 
Gaz lambası yakılacağı zaman, eğer camı kirli/isli ise önce sabunlu suyla bir güzel yıkanıp temizlenerek “gıcır gıcır” yapılır, kurutulur. Yakılırken de önce bir müddet kısık ışıkta yakılır ki cam ısıya alışsın. Yoksa, lamba camının çata da çatlayıp kırılması işten bile değildir. Lambayı yakmak için camı çıkarılıp, fitil, kibrit veya çakmakla yakıldıktan sonra lamba camı yeniden takılırdı.
 
Gaz lambası kapatılacağı yani söndürüleceği zaman bir elimizin avuç kısmını camın tepesine tutarak “lambaya püf” demek yeterliydi.
***
 
Bizim evimizde hem idare ve hem de gaz lambası vardı ama biz hep idareyi kullanırdık. İsmi üstünde “idareli” olurduk. Ne zaman ki hiç tanımadığımız bir tanrı misafiri, bir akraba ziyareti ya da akşam oturmasına gelen konu komşu olursa o zaman evde bir bayram havası yaşanırdı. Lambanın ışığıyla, hele de o lamba bir de “aynalı” ise oturulan odanın isli duvarları ışıl ışıl parlar, içerisi gün ışığından bile daha çok fazla aydınlanırdı. (Eski evlerin pencereleri küçük olduğu için odalar fazla ışık almazdı.)
 
Gaz lambalarının bir güzelliği de onun ışığıyla duvarlarda yaptığımız gölge oyunlarıydı. Titrek ışığı altında ellerimizle ya da tüm vücudumuzla yaptığımız hareketlerle kendi kendimize temaşa sanatları icra eder, eğlenirdik.
 
Misafirlerin kalkması ya da yatıya kalacakların yatmasıyla heyecanımız fazla sürmez, lamba şişelerinin kırılganlığı gibi sevincimiz hüzne dönüşürdü.
 
 
“LÖKÜS” LAMBALARI
 
Gaz lambalarının bir üst versiyonu da bizim köyde “löküs” adını verdiğimiz “lüks lambaları” idi. Her ailede yoktu. Variyet sahibi kişilere aitti. Tıpkı denizci fenerine benzerdi ki tabi denizci fenerine göre daha bir gösterişli ve şatafatlı idi. Gaz doldurulduktan sonra deposunun ağzı sıkıca kapatılır, bu defa depo içine monte dilmiş pompalama mekanizmasıyla, gaz deposu içine hava pompalanarak gaz sıkıştırılır, tül takılı tertibata gaz püskürtülerek yanma sağlanırdı. Alttan ve üstten havalandırma gözeneklerinin yanında taşımak için de büyükçe bir askılık  kulpu olurdu. Köyün ileri gelen ailelerinde bulunan bu lüksler, gece tütün kırma ve dizme imecelerinde, düğün ve derneklerde ve n önemlisi de Ramazan gecelerinde Teravih namazları için camilerde ve camilere gidiş gelişlerde kullanılırdı. Özellikle, köyümüz camii inşa edilmeden önce (1967 öncesi) Gelemet Camiine giden köylülerimizin camiden dağılma anlarını uzaktan seyretmeye  doyum olmazdı. Camiden çıkan cemaat, geceyi aydınlatan ateş böcekleri gibi köy içine dağılırken ortaya çıkan manzara çok güzeldi.
 
 
TÜPGAZLI LAMBALAR
 
Bu cihazımız da köyde likit gaz kullanımının yaygınlaşmasıyla, iki kg’lık piknik tüplerine monte edilen ve lükslerin camlı kısmına benzer bir aparatla çalışırdı. Lükse göre daha ucuz olan bu tüp gazlı aydınlatma cihazlarımızın da pabucu dama atılmıştır.
 
1975 yılından itibaren köyümüze elektrik gelse de sık sık yaşanan elektrik kesintilerinin sürmesi nedeniyle yine de onlarca yıldır kullanmaya devam edilen bu gazlı aydınlatma cihazlarımız artık unutulmaya yüz tutmuştur.
 
/Çetin KOŞAR
 17 Ocak 2021

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder