AYDINLATMA ALETLERİ
Cenab-ı Rabb-ül lemîn, kâinâtı belirli bir nizam ve intizam
içinde yaratmıştır. Aydınlık ve karanlık zamanlar da bu disiplinlerden biridir.
(“Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme hali kılan, gündüz vaktini ise
bir diriliş ortamı yapan O’dur.” Sure-i Furkân, 47.)
Gece örtünüp uyumak, gündüz
kalkıp çalışmak için yaratılmışken insanoğlu bu küllî iradeyi sevmemiş olmalı
ki, cüz-i iradesini kullanarak geceyi gündüze, gündüzü de geceye gark
eylemiştir. Artık insanlar aydınlatma vasıtalarının yaygınlaşmasıyla gece
yatmayıp, sabahlara kadar oturmakta/çalışmakta, yerine göre de gündüzün
yarısını ya da tamamını uykuda geçirmektedir.
Şimdi bunlar olurken, eski
günlerde insanlar nasıl yaşarlardı? Fazla eskilere ve farklı yerlere gitmeden,
bu konuda köyümüzde şâhit olduğum günlerle ilgili notları paylaşmak istiyorum.
AKŞAM OLDU YAT
SABAH OLDU KALK
Köyümüzde eskiden (1960’lı
yıllar), bu düzen vardı. İnsanlar gün ağarırken kalkarlar, gün boyu çalışır
didinir, gün dulunurken de evlerine çekilir, yemek, sohbet, ibadet derken kısa
süre sonra da yatıp uyurlardı. Her şey doğayla uyumlu idi. En basitinden
kuşların yaşantıları bu konuda izlenmeye değerdir. Sabah ezanı, güneşin
doğmasına bir saat kala okunmaktadır. Ancak bu erken bir uyarıdır. Kalkılsın,
temizlik yapılsın, herkes namaza hazır hale gelsin diyedir. Bu erken uyarı
sistemini kullanan canlılardan birisi de “horoz”lardır. Hatta bu hayvanlar
gündüzü oruçlu geçirmek isteyenler için imsak vaktini de bildirirler. Bu
vakitlerden biri de yalancı şafaklardır. “Havas”ı ilgilendiren konulardan
ziyade biz Avam yani halkı ilgilendiren konular üzerinden gidecek olursak,
insanların yaşam döngüsüne uyabilmeleri için kalkma saati seher vaktidir. İşte
tam bu saatte kuşlar ötüşmeye, cıvıldaşmaya başlarlar. Güneş henüz doğmamıştır
ama ortalık aydınlanmış, göz gözü görür olmuştur. Önce kendileri kalkan
insanlar daha sonra korunaklarında muhafaza ettikleri ehlileştirilmiş, evcil
hayvanlarını serbest bırakırlar ve böylece gün boyu sürecek hayata başlarlardı.
Yine akşam olduğunda da “evli evine, tavuklar pinine” sözünde olduğu gibi
insanlar konutlarına, hayvanları da barınaklarına toplayarak, herkes istirahat
için köşesine çekilirdi.
Tabi bu hayvanların iki
istisnası vardır; Kedi ve köpekler. Bu hayvanları insanlar, konutlarının güvenliği
için ehlileştirmişler; kedi ev içi haşerâta, köpek ise ev dışı tehdit
unsurlarına karşı bir güvence unsuruydu.. “Unsuruydu” diyorum çünkü günümüzde
bu hayvanların kullanılması da amacı dışına çıkmış, şimdilerde her ikisi de
birer “süs ve gösteriş” amacıyla beslenmektedir. Öyle ya, ne gerek var.
Akşamdan sabaha kadar ev ev, sokak sokak geceyi aydınlatır, gündüz gibi
yaparsan kimseden korkmazsın; gece korkan birinin evin tüm ışıklarını açık
tutarak uyuması gibi şehir yaşamında da insanlar “ışıklar içinde uyuyorlar”
maazallah!.. Gece korkan kişinin evin ışıklarını sabaha kadar yakması gibi tüm
şehrin sokakları, park ve bahçeleri de bu ve buna benzer konular nedeniyle
sabahlara hatta arıza durumlarında sabahtan da akşamlara kadar aydınlatılmakta,
karanlık sokaklar ve parklar gelip geçenler için bir tehdit oluşturmaktadır.
****
Akşam vakitleri hüzünlüdür.
Ölümü, ayrılığı çağrıştırır. Uyku da zaten “küçük ölüm” değil midir? Burada
sorun “garip”lerdir. Bir halk türküsünde olduğu gibi;
“Oy akşamlar akşamlar, Yine
geldi akşamlar, Evli evine gider de, Garip nerde akşamlar.”
Bu dünyada yaşayanlar olarak hepimiz garibiz aslında,
berzah âleminden kalkıp geldiğimiz günden beri... İçimizde bir yalnızlık, bir
acı… Dünya nimetleriyle gidermeye çalışırız içimizdeki acıların burukluğunu.
Amacımız bir an evvel menzile varmak iken, bir gölgelikten ibaret olan dünya
hayatı bizi oyalar, eyler, kandırır, yolcu olduğumuzu unutturur, bizi mukim
yapar. İşte, akşamın hüznü buradan gelir. Uyku vaktidir, bırakırız her şeyi ama
her şeyi; para-pul, mal-mülk, çoluk-çocuk, ana-baba… Uykusuzluk çökünce
üzerimize, buğdayı öğüten değirmen taşları gibi ağırlaşır göz kapaklarımız. O
an hiç bir şey görünmez gözümüze, onların hiç bir değeri yoktur artık. Uyku;
yani güzel ölüm başlar.
İnsan, “tûl-î emel” sahibidir.
Hiç ölmek istemez. Zaten hiç kimse öleceğini bile düşünmez. Bu özelliği insana
geceyi deldirmiştir. İnsan karşı koymaktadır geceye, gecenin önüne engeller
çıkarmakta, geceyi yırtmak, geceyi parçalamak, yok etmek için var gücüyle
çalışmaktadır. Bu konuda tek silahı, şimdilik aydınlatma araçlarıdır. Şimdilik
diyorum, geçenlerde haberini duydum, Çinliler “yapay güneş” denemelerine başlamış. Öyle ya gün gelecek, güneş
battığında yapay güneşler çalıştırılacak böylece “dün-bugün-yarın” dan ibaret
olan ömür “bir güne” sığdırılacak!...
İNSAN NİÇİN GECE YATMAZ
Tekrar baştan alıyoruz. “Akşam
olunca yatması gereken insanlar neden yatmayıp yaşamlarına uyanık olarak devam
etmek isterler?” sorusunun cevabı hiç şüphesiz onun “tamahkâr”lığındadır. Karnı
tok iken çalışmaya devam eden tek canlı varlık insandır. O açgözlüdür. Yedikçe
yemek ister, yiyemediğini de alıp yanında götürür, kimseye bırakmaz, kimseyle
paylaşmak istemez. Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi, “Bir vadi dolusu altın ve
mücevheri olsa bile o ikincisini ister. Oysa onun gözünü bir avuç toprak
doyuracaktır.” Bunu bildiği halde o istifçidir. Üst üste yığmayı sever.
İhtiyacı olsun olmasın, hayatını yıpratma, saçını ağartma, belini bükme
pahasına da olsa, habire biriktirir. Oysa, “bir lokma bir hırka” neyine yetmez
ki çıplak yaratılan ve bir buçuk metrelik kefenle gidecek olan insanoğlunun.
Birincisi ölümü kabullenmemek
olan bu gece çalışma gayretinin ikinci sebebi de “yığmacılık”tır. Bu
yığmacılığı “böbürlenme” olarak da vasıflandırabiliriz. Aynı gündüz gibi bir
nimet olarak yaratılan gece, insanın bu hâris tutumu nedeniyle, “kötü”lenmiş,
aydınlatılması gereken bir “musibet” olarak algılatılmıştır. Oysa, karanlık
ışığın müjdecisi, aydınlığın anasıdır. Karanlık olmasa yakılan bir ışığın hiç
bir kıymeti olmaz.
AYDINLATMANIN TARİHÇESİ
“İnsanlar ateş üzerinde hayvan
yağının tutuştuğunu fark edince, haznesini taştan ve balçıktan yaptıkları,
içinde hayvan yağları yakılan, yine hayvan kılından veya kara yosunundan
yapılmış fitillerin eklendiği, kandil şeklindeki ilk yağ lambalarını icat etti.
Arkeolojik çalışmalar ülkemiz
coğrafyasında zeytin, susam ve balık yağlarının da yakıt olarak kullanıldığını
göstermiştir.
Romalılar don yağını sıvı hale
getirerek keten ipliğini ya da pamuk ipliğini fitil olarak kullanarak mumlar
döküyorlardı.
18. yüzyıla kadar cam veya
metal hazneli, son dönemde petrol türevi yakıtlı ancak temelde hep aynı
prensiple çalışan lambalar ve kandiller yaygın olarak kullanılmıştır. Bunların
genel sorunu, çok yoğun koku yaymalarının ötesinde, iyi kalitede renkli görmeyi
zorlaştıran turuncu renkte bir ışık vermeleri ve çıkan karbondioksitin ve nemli
isin zamanla bacada birikerek ışık çıktısını azaltması idi.
Uluslararası Aydınlatma
Komisyonu’nun (CIE) kurulması da 1900 Paris Uluslararası Gaz Kongresi’nde
olmuştur. Ülkemizde ilk kez 1856 yılında Dolmabahçe Sarayı’nın içinde bir
gazhane kurularak saray aydınlatılmasında buradan yararlanılmış, elde edilen
gaz fazlası ile Sultan Abdülmecid döneminde Beyoğlu bölgesi de
aydınlatılmıştır.”(Alper COPLUGİL- elektrikport.com)
***
Gelelim köyümüzdeki eski
aydınlatma araç gereçlerimizin neler olduğu konusuna.
ÇIRA
Tasavvufta “yanmak,” kül olup
yitmek değil ham iken pişip “kul” olmaktır. Yanmayı hep, “yandı-bitti-kül oldu”
üçlemesinde olduğu gibi yok olma olarak algılamak hatalıdır. Halk dilinde de
“çıra gibi yanmak” ve “çırasını yakmak” gibi kullanımlar vardır. Çünkü çok
kolay tutuşup yanabilen bir yapısı vardır çıranın.
Sakızlı yapıdaki sivri
yapraklı çam, köknar gibi ağaçların bir özelliği de kolay yanmalarıdır. En ufak
bir alevle tutuşan bu ağaçlar eski çağlardan beri kullanılagelen ilk aydınlatma
aracıdırlar. İhtiyaca göre büyük yada
küçük, irili ufaklı kesimlerle günümüzde bile kullanılmaya devam eden bu ağaç
daha ziyade ocak ve sobalardaki odun ve kömürü yakmak için “tutuşturucu” olarak
kullanılmaktadır. Eskiden “zifirî karanlık” gecelerde uzun yolculuklarda “meşale”
olarak kullanılan çıralar kısa mesafeli yolculukta kullanılmak için de daha
küçük boyutlarda hazırlanırdı. Bu çam ağaçları konut ve diğer yapılarda da
kullanılırken zamanla neslinin tükenme riskine karşı koruma altına
alınmışlardır. Mustafa AÇIKGÖZ öğretmenimizin okul bahçesine kavak ağacı dikme
projesinden önce bir de “çam ağacı” projesiyle gündeme gelen, daha doğrusu
hatırlanan bugünkü Yukarı Köyün bir zamanlar yüksek çam ağaçlarıyla kaplı
olduğunu düşünürsek, insanın tahrip gücünü çok açık şekilde görürüz.
Züvergillerin orada, çamlık mevkiinde 3-5 tane var en az 300 yıllık olan bu çam
ağaçlarından.
Zamanla insanlar hayvansal
yağları da aydınlatmada kullanmaya başlamışlar. Özellikle, yabani hayvanlar bu
işin ana hammaddesidir. Özellikle “kandil” yağları bu babdan sayılabilir.
GAZ YAĞI
Termik ve Hidro santrallerden
sonra geliştirilen güneş ve rüzgar santralleri mesabesinde olan gazyağı o gün
için büyük bir buluş idi.
Köyde biz kümes hayvanlarından
olan kaza “gaz” dediğimiz için olsa gerek, küçükken ben bu gaz yağının
gerçekten kazlardan elde edildiğini düşünürdüm. Çünkü bu hayvanlar oldukça
yağlı olurlar. Mutfakta kullandığımız “yağ fırçaları” bile kaz kanadından
yapıldığına göre bu “gazyağı”nın yemeklerde kullanılmamasına şaşardım. Demek ki
içine benzin katıyorlarmış!...
Gazyağı hakkında ansiklopedik
bir bilgi verecek olursak; “Gaz yağı ya da taş yağı (İngilizce: lamp oil,
kerosene, veya paraffin), rafinerilerde benzinden sonra elde edilen teknik ve
endüstriyel adıyla “kerosen” denilen bir sıvı yakıttır. Önceleri sadece gaz
lambalarında aydınlatma amacıyla kullanılırken, sonradan bazı maddeler
eklenerek ısıtma, soğutma, traktör yakıtı hatta jet yakıtı olarak kullanılmaya
da başlanmıştır.”
Gazyağı, eski günlerin önemli
buluşlarından idi. Bizler onu idare lambalarında aydınlatma için kullanırken
Ruslar onu roket yakıtı olarak kullanıp uzaya, Ay’a gidiyorlardı. 1970’li
yıllara gelindiğinde, anarşi ve terör günlerinde ömürler karaborsaya düşen
“gazyağı” kuyruklarında geçerdi. Eski günlerde köylümüzün çarşıdan aldığı dört
temel ihtiyaç maddesi tuz, şeker, yemeklik yağ ve “gazyağı” idi.
Onun temini de oldukça zordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Samsun'da bulunan yedi adet iskeleden birisi de Gaz
İskelesi idi. O günlerde Batum’dan tenekelerle getirilen gaz yağları liman da
depolanır, ihtiyaca göre sevkiyatı yapılırdı. Yakın zamana kadar benzin
istasyonlarında pompalardan satışı yapılan gaz yağı, kullanım alanlarının
daralması ile üretimi de kısılmıştır.
Yeri gelmişken ayrıca
belirtelim, gazyağı sadece aydınlatmada kullanılmayıp hayatın birçok alanında
kullanılmaktadır.
Gaz Yağının Kullanım Alanları.
AYDINLATMA: En yaygın ve temel
kullanım alanıdır. İdare, Camlı lamba, löküs temel aydınlatma araçlarımızdı.
Bazen ihtiyaca binaen molotof kokteyli gibi şişelere doldurur, fitil niyetine
çul takar kullanırdık. Ancak, bazen ısıya dayanamayan şişe çatlar, işimiz yarım
kalırdı.
TEMİZLİK: Ana geçim kaynağı
tütün olan köylümüzün ellerine bulaşan tütün zifirlerini kolayca çıkarmanın tek
yolu gazyağlı bezlerdi. Üst başımıza bulaşan zift ve boyaların çıkarılması
oldukça zordur. Bu amaçla gaz yağı temizlikte tiner görevi üstlenerek oldukça
etkili olabilmektedir. Ayrıca, çarşı pazara giderken giydindiğimiz “yabanlık”
elbiselerimizin üzerindeki lekelerin “kuru temizleme” yöntemiyle çıkarılmasında
da kullanırdık.
ECZA MALZEMESİ: Yoksulluk
yıllarında saçlarımızdaki bitlerin temizlenmesi için başımıza gaz yağı
sürülürdü. Saça sürülen gaz yağı deriyi inanılmaz rahatsız eder kafa derisindeki
tüm kılcal damarları hisseder, bize bunun saçları gürleştirdiği söylerlerdi. Hayatın
tüm tadlarını bastıran o kokusunu tarif edemiyorum. Ayrıca, öküz yapılacak danaların klasik yöntemle yapılan "eneme" işinde, hayvanın billurları alınan bölgesine bolca gazyağı dökülür öyle sarılırdı.
YAKACAK: Köyümüzde
kullanılmadı ama ısınmak için gaz sobalarında yakıt olarak kullanırdı. Biz
bazen ocaktaki ateş söndüğünde çok az dökerek tutuşturucu olarak da
kullanırdık.
TARIM İLACI: Yanlış bir
kullanımdı ancak uzun yıllar köylü bu gazyağını DDT ile karıştırarak böcek
ilacı olarak kullanmıştı. (Biz o kadar ilaçlı sebze ve meyveyi yedikten sonra
DDT kullanımı yasaklanmıştı.)
AKARYAKIT: Türk’ün zekası,
benzinle 5/1 oranında karıştırarak ucuz yakıt üretmişti. Litrede 40 kuruş kadar
daha ucuz olduğu için akaryakıt olarak kullanıldığını farkeden EPDK (Enerji
Piyasası Denetleme Kurulu) yetkilileri istasyonda satışını yasaklamıştır.
Gazyağı ile Çalışan Aydınlatma
Araçlarımız
İDARE LAMBASI
Eskiden insanlarımız “idareci” idi.
Yok yok, yönetici manasında değil, tamah manasında idareci idiler. Bir şeyin
daha fazlasını istemezler, bulduklarıyla yetinirler, yetmese de onunla idare
ederlerdi.
İdare lambası da bunun gibi bir şeydi.
Şinanay da denen camlı gaz lambaları ve hatta “löküs” denen bunun bir üstü
aydınlatma cihazları varken bile gayet ucuz ve masrafsız olan “idare lambaları”
tercih edilirdi. Koni şeklinde olan bu aydınlatma cihazımız ev içinde ve tama
taşa giderken risksiz taşıma kolaylığı nedeniyle de gayet kullanışlı idi.
Tenekeden mamül bu idare lambaları
masrafsızdı derken kastımız lüks ve camlı lambalarda olduğu gibi cam kırılması,
fitilinin bitmesi, tülünün dökülmesi vb. durumunda ek giderlerinin olmamasıdır.
Bir kere alınan bu idare lambalarına bildiğimiz pamuklu elbise parçası çuldan
bir fitil takar, bir de gaz doldurduysak, değmeyin keyfimize, tepe tepe
kullanırdık. Çünkü, kırılacak dökülecek bir yanı yoktu. Bir tek fitili yanıp eksildiğinde
ninem de onu yaka iğnesiyle çeker çıkarırdı. Eğer fitili sıkı yani yeterince
kalın yaparak takmazsak, gevşek kalan fitilin düşme, gazın içine kaçma işi
olurdu. Onda da fitili bulup çıkarıp takana kadar akla karayı seçerdik. Öyle
ya, idarenin fitili kaçınca karanlıkta onca iş nasıl yapılacak; elbette akla
karayı seçerek.
Biri “arkaya” (helaya) mı gidecek,
eline idareyi alır gider. Karanlıkta kalan odadakiler kıpırdamadan idarenin
gelmesini beklerler. Zaten idare, akşam yemeği yenene kadar sofrada lazım
olmaktadır. Yemeğini yiyen doğruca küüüt yatağa yatar uyurdu. Kimin ne işi
olacak gece vakti idareylen lambaylan!... Gerçi büyükler akşam namazını akşamın
o alaca karanlığında idaresiz(ışıksız) kılarlardı da yatsı namazı için bir iki
saat uyuduktan sonra gece saat on bir on iki gibi kalkar ocağın ateşinden
yayılan ışıkta kılarlardı yatsı namazlarını.
Gece idarenin lazım olduğu anlardan
birisi de özellikle uzun kış gecelerinde tama (ahıra) gitme işiydi. Ahırın bir
duvarında bulunan “idarelik”e konulan idare ışığında hayvanların altı
temizlenir, ahırdaki yemedikleri saman artıkları (gezler) altlarına serpilir,
“afur”ları (yemlikleri) yeni samanla doldurulur, tarakla (kaşağıyla) özellikle
öküzlerin sırtı kaşınır (kaşağılanırdı.) Eski, ahşap ev yangınlarının esas
nedenlerinden birisi de bu tam işlerinde kullanılan idarenin yanlış
kullanımıdır.
Gece idare kullanımının gerekli olduğu
bir diğer zaman ise “çöcüg”lerin dersiydi; Gündüz okuldan gelir gelmez işe (mal
gütme, eve su çekme, saman taşıma, odun kesme vs..) koşturulan çocukların
dersleri... O günlerde evlerimizde masa sandalye ne gezer. Yerlere yatarak ders
çalışırdık. Bir “sekmen”(tabure)
bulduysak ne mutlu bize. Rahle niyetine kullandığımız bu ev içi oturakların
üzerine koyduğumuz idare lambalarının traktör egzozu gibi çıkardıkları isler
burnumuzu içlerine, baca gibi simsiyah kurum bağlatırdı. Gözümüze vuran
ışığından defter ve kitabı zor görürken, sekmenin üzerinden kazara kaydırıp
düşürür de gazını yerlere dökersek yiyeceğimiz şamar ve işittiğimiz azar işin
cabası olurdu.
Maaile (ailecek, aile ile birlikte)
odada oturuyoruz, dışarıda köpek havlamaya başladı ve birisi de evdekilere
sesleniyorsa idareyi kapıp kapıya koşmak yapılması gereken ilk işlerden
birisiydi. Peki çağrıya kim cevap verecek; erkekler mi kadınlar mı? Onun da
formülünü bulmuştu köy bilgeliği; Allah vergisi doğal ses farkının yanında
erkeğin ve kadının ünlemeleri arasında fark vardı. Bu seslenme nidası
kitaplarda “huu” diye geçer ama bizde ilk seslenen kadına çağırıyorsa ismin
önüne “aaa” koyar, evdeki kadın da ona “yuu” diye cevap verir. Eğer bu çağıran
kişi erkekse ve erkeğe sesleniyorsa ismin önüne “loo” koyarak seslenir ve
evdeki erkek de ona “ne var laa” diye cevap verir. (Detaylı bilgi için bakınız:
Akbulut Köyünde Seslenme Nidaları.)
Elinde idare lambası ile kapıya çıkan
kişi önce köpeğe, “ben geldim, buradayım, sana gerek kalmadı, sen sus” manasına
gelen “oşt ya da hoşt” diyerek onu susturur. Zaten terbiyeli bir köpek,
sahibinin yanında başkalarına asla havlamaz. dışarıda rüzgâr varsa idarenin
sönmemesi için, yelimiz yansa da avucumuzu aleve siper ederdik.
Bu idare lambaları
genellikle iki kulplu olurdu; gerek el değiştirmek için ve gerekse karşımızdaki
birinin eline verirken kolaylık olsun diye. Bu da ayrı bir incelik idi.
***
GAZ LAMBASI
İdare Lambalarının bir üst
basamağı “gaz lambası” dediğimiz cam hazneli, cam fanuslu aydınlatma
cihazlarıdır.
Gaz lambası, adından da
anlaşılacağı gibi gaz yağı ile aydınlanmayı sağlar. Alt kısmında bulunan hazne
kısım camdan yapılmıştır, içine gaz yağı konulur. Üstünde içinden fitil geçen
koza denen bir metal mekanizma bulunur. Fitil ve lamba camı bu mekanizmaya
geçirilir. Lamba ışığı bu aparat sayesinde yükseltilir veya azaltılırdı. Ayrıca, lambayı duvara asmak için hazne
kısmına dolanarak takılmış ve yangın tehlikesine karşı tedbir olarak, alev ile
duvarın irtibatını kesen metal bir levha aparatı da olan -ki bu genellikle
aynalı olur- bir askılık olurdu. Yine bir ayrıntı daha, bu lambaların
“fitilleri” özel imalat olup, nükleer yapıya sahip olduğu söylenirdi. Normal
çuldan çıkan alevden farklı olarak bu fitillerin ürettiği alevler daha bir
parlak ve beyaz renkli olurdu. Tıpkı kırmızı ışık veren ampullerin yanında
beyaz ışık veren floresan ampuller gibi...
Gaz lambaları da idare
lambaları gibi gaz yakmalarına rağmen isleri daha az olurdu. Bunda etken olan
unsur ise cam şişe sayesinde fitil etrafında sağlanan hava sirkülasyonuyla
yanmanın daha bir etkin olması ve cam şişenin oluşturduğu baca etkisiyle açığa
çıkan is’in yükselmesidir.
Gaz lambası yakılacağı zaman,
eğer camı kirli/isli ise önce sabunlu suyla bir güzel yıkanıp temizlenerek
“gıcır gıcır” yapılır, kurutulur. Yakılırken de önce bir müddet kısık ışıkta
yakılır ki cam ısıya alışsın. Yoksa, lamba camının çata da çatlayıp kırılması
işten bile değildir. Lambayı yakmak için camı çıkarılıp, fitil, kibrit veya
çakmakla yakıldıktan sonra lamba camı yeniden takılırdı.
Gaz lambası kapatılacağı yani
söndürüleceği zaman bir elimizin avuç kısmını camın tepesine tutarak “lambaya
püf” demek yeterliydi.
***
Bizim evimizde hem idare ve
hem de gaz lambası vardı ama biz hep idareyi kullanırdık. İsmi üstünde
“idareli” olurduk. Ne zaman ki hiç tanımadığımız bir tanrı misafiri, bir akraba
ziyareti ya da akşam oturmasına gelen konu komşu olursa o zaman evde bir bayram
havası yaşanırdı. Lambanın ışığıyla, hele de o lamba bir de “aynalı” ise
oturulan odanın isli duvarları ışıl ışıl parlar, içerisi gün ışığından bile
daha çok fazla aydınlanırdı. (Eski evlerin pencereleri küçük olduğu için odalar
fazla ışık almazdı.)
Gaz lambalarının bir güzelliği
de onun ışığıyla duvarlarda yaptığımız gölge oyunlarıydı. Titrek ışığı altında
ellerimizle ya da tüm vücudumuzla yaptığımız hareketlerle kendi kendimize
temaşa sanatları icra eder, eğlenirdik.
Misafirlerin kalkması ya da
yatıya kalacakların yatmasıyla heyecanımız fazla sürmez, lamba şişelerinin kırılganlığı
gibi sevincimiz hüzne dönüşürdü.
“LÖKÜS” LAMBALARI
Gaz lambalarının bir üst
versiyonu da bizim köyde “löküs” adını verdiğimiz “lüks lambaları” idi. Her
ailede yoktu. Variyet sahibi kişilere aitti. Tıpkı denizci fenerine benzerdi ki
tabi denizci fenerine göre daha bir gösterişli ve şatafatlı idi. Gaz
doldurulduktan sonra deposunun ağzı sıkıca kapatılır, bu defa depo içine monte
dilmiş pompalama mekanizmasıyla, gaz deposu içine hava pompalanarak gaz
sıkıştırılır, tül takılı tertibata gaz püskürtülerek yanma sağlanırdı. Alttan ve
üstten havalandırma gözeneklerinin yanında taşımak için de büyükçe bir askılık kulpu olurdu. Köyün ileri gelen ailelerinde
bulunan bu lüksler, gece tütün kırma ve dizme imecelerinde, düğün ve
derneklerde ve n önemlisi de Ramazan gecelerinde Teravih namazları için
camilerde ve camilere gidiş gelişlerde kullanılırdı. Özellikle, köyümüz camii
inşa edilmeden önce (1967 öncesi) Gelemet Camiine giden köylülerimizin camiden
dağılma anlarını uzaktan seyretmeye doyum olmazdı. Camiden çıkan cemaat, geceyi
aydınlatan ateş böcekleri gibi köy içine dağılırken ortaya çıkan manzara çok
güzeldi.
TÜPGAZLI LAMBALAR
Bu cihazımız da köyde likit
gaz kullanımının yaygınlaşmasıyla, iki kg’lık piknik tüplerine monte edilen ve
lükslerin camlı kısmına benzer bir aparatla çalışırdı. Lükse göre daha ucuz
olan bu tüp gazlı aydınlatma cihazlarımızın da pabucu dama atılmıştır.
1975 yılından itibaren
köyümüze elektrik gelse de sık sık yaşanan elektrik kesintilerinin sürmesi
nedeniyle yine de onlarca yıldır kullanmaya devam edilen bu gazlı aydınlatma
cihazlarımız artık unutulmaya yüz tutmuştur.
/Çetin KOŞAR
17 Ocak 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder