7 Mart 2024 Perşembe

Akbulut Köyü’nde Mutfak Kültürü: KAB KACAK -5

 


Artık, Mart bacadan baktırıp
kazma kürek yaktırmıyor. 
Çünkü, ne baca kaldı ne de kazma kürek. 
Hatta, eskisi gibi kar bile yağmıyor. 
Neylersin!...


OCAKLIK İLE İLGİLİ ALETLER

Her zaman olduğu gibi konuya girmeden önce hemen bu bölüme ait alet ve edevatlarımızı alfabetik olarak sıralayalım; Aşurtma, Ocaklık Perdesi, Balta, Çakmak, Çakmak Taşı, Çaydanlık, Çıra, Çıra, Güğüm, Gözü, Çorba Kazanı, Ekmek Tavası, Girebi, Ibrık, İdarelik, Kav, Kibrit, Kül Küreği, Kül Tenekesi, Küpürlük, Mangal, Maşa, Nacak, Ocak Çengeli, Ocak Çengeli (zinciri), Ocaklık, Ocaklık Dolabı, Ocaklık Gözü, Ocaklık Tereği, Odunluk, Omca, Ösü Demiri, Sac, Sacayak, Tava, Tencere, Tutuşturucu, Yal Tenekesi.

Bu bölümün konusu mutfakla alakalı, yiyecek ve içeceklerin ateşte pişirilip hazırlandığı ocaktır. Köyümüzdeki deyimiyle ocaklık, ev içinde ateş yakılan bacalı yer demektir. Baca, ocakta yakılan ateşin dumanını alıp evin dışına, havaya savuran sistemdir. Oda içinde geniş bir alanda serbestçe yakılan bu ateşin dumanı ve yanma esnasında ortaya çıkan is ve diğer gazlar ateşin ısısı sayesinde yükselirken bacada oluşan sirkülasyonla dışarı atılmaktadır. Dışarıdaki rüzgarın etkisiyle bazen bu bacalar çekmez dumanı odanın içine salar, ahşap duvar ve tavanlar is olur, bu sebeple eski köy evlerinin içi hep kara ve karanlıktır.

Mitolojik, Sosyolojik ve kültürel olarak ocak, derin anlamları olan bir konudur. 

İnsan hayatında yakıcılığı, yok ediciliği, temizleyiciliği, hayat vericiliği gibi özellikleriyle çok önemli bir yeri olan “ateş”in dışarıda yandığı yer olan küre ve ev içinde yandığı yer olan “ocak”ın koruyucu ruhu, yani bir iyesi(sahibi) vardır. Bu nedenle kültürümüzde ateş, su ile söndürülmez; Ateşe tükürülmez; Ateş yakılan yerlere ve küle çiş edilmez; yoksa cinler çarpar(!). Ateş, kötü ruhları kovar. Ateşle oynanmaz. Ateşe saygısızlık gösteren kimselerde deri (uçuk) hastalığı oluşur.

MİTOLOJİDE OCAK

Ocak, Türk kozmolojisinde, tıpkı ağaç gibi sülale simgesidir ve daima otağın “merkezinde” yer alır. Tıpkı göğün ve yerin çivisi sayılan ve kainatı bir arada tutan “Kutup Yıldızı” gibi, Ocak da, “Türk milletinin birliğini” sağlar ve onları bir arada tutar.

Göktürk mitolojisinde, Türük Kağan, Kögmen dağlarında donmak üzere olan halkını “ilk ateşi”yakarak, donmaktan kurtarmıştır.

DUALARDA OCAK

“Ocak” her zaman “hane, evlâd-ü iyâl, dirlik” müteradifi olarak kullanılagelmiştir. Herhangi bir musibetin uğramaması yolundaki temenni “ocak başından ırak ola!” şeklinde dile getirilir. Başı darda olana da “ocağına Hızır uğrasın!” denir.

BEDDUALARDA OCAK

Bunun tersi de, yani ilençler, kötü dualar “ocağın bata!”, “ocağın kör kala!” (“neslin tükensin!” anlamına), “ocağın tütmeye!” – veya “ocağın sönsün!”, “ocağına incir ağacı dikilsin!” (evin harap, virane olsun!) tarzında yine “ocak”ı hedef alır. 

DEYİMLERDE OCAK

“Ocağında kül görmüş!” adam, görmüş, geçirmiş, çok misafir ağırlamış kişidir. “Ocağına düşmek!” aslında iltica hakkı ile ilgili bir sözdür. Birinin ocağı, himaye görülebileceği, hane masuniyeti itibariyle içinde emniyette olunabileceği bir melce’dir. dete göre hane sahibi, kendine sığınan kişiyi korumakla mükelleftir.

“Bir ocakta iki kazan kaynamaz!” dendiğinde de bir çatı altında iki ailenin iyi geçinemeyeceği kast edilir. Yine, “Dağ dağ üstüne olmuş, ev ev üstüne olmamış!" deyimi de aynı anlamda kullanılmaktadır.

Mircea Eliade; Romanya kökenli ünlü din tarihçisi ve filozofuna göre “dinsel ve mitsel” anlamda ateş yakma ritüeli, “yeni yıl” zamanlarında, yani “yeni başlangıçlarda” olur. Tıpkı ilk ateşi yakıp halkını donmaktan kurtaran ve “Yeni bir başlangıç” yapan Türk isimli Kağanın anlatısında olduğu gibi. Bizim “Ocak” ismini verdiğimiz ay da ilk aydır ve bu ayda “Ocaklar” yanmaktadır.

Eski Türk inanç sisteminde ateşin kaynağı göktür. Buna bağlı olarak ateş “Tanrı Bay Ülgen’in kızları tarafından bulunmuş ve insanların hizmetine sunulmuştur.”

Sağlık Ocağı, Türk Ocağı, Asker Ocağı vb. gibi isimler, Türk kozmolojisi ve mitolojisi ile bağlantılıdır. Bahar bayramı nevruzda bu yüzden ateşler yakılır, eğlenceler yapılır, ateşin üstünden atlanır. Türklerde üç ayaklı kazanlar kutlu kabul edilir ve Hunlar’dan bu yana kullanılır.

OCAĞIN SÖZLÜK ANLAMI

1-) Bir aileye, babadan oğula geçmesi için verilen (mülk). 2-) Ateş yakılan yer, demektir. 

Bu ateş yakılan yerde yemek yapılır, ekmek yapılır, başında toplanılıp ısınılır, gıda, temizlik ve ziraatte kullanılmak üzere külü havaya savrulmayıp biriktirilir.

TARİHİ TERİM OLARAK OCAK

I. Selim zamanında uygulanmaya konulmuş olan yurtluk-ocaklık sistemi 19. yüzyıla gelindiğinde tamamen işlevini yitirmiştir. 

“Ocaklık” kelimesi, Osmanlı öncesi dönemlerdeki kaynaklarda daha çok toprak tasarrufu ve toprağın hizmet karşılığındaki kullanım hakkının belli bir aileye irsen bırakılmış olması bağlamında zikredilir.

Osmanlı Devleti’nde ocaklık teriminin kullanım alanları çeşitlidir. En yaygın biçimde idarî teşkilât içerisinde rastlanan ocaklık statüsündeki sancakları ifade etmek üzere geçer. İdarî teşkilâtın dışında devletin bir kısım giderlerinin karşılanması için bazı gelir kaynaklarının tahsisine de ocaklık denilmektedir.

AİLEDEKİ STATÜ VE OCAKBAŞI

Gün bitip akşam olduğunda herkes evine çekilir. Özellikle uzun kış gecelerinde ”akşam oturmalarındaki ocakbaşı sohbetleri” kültürel etkileşim için çok önemliydi. Bugün ancak üç beş kişinin sığabileceği ocakbaşına yerine göre on onbeş kişi üşüşür, ocakta çıtır çıtır yanan odun alevinin karşısında önce el ayak ile yüzümüzü ve bağrımızı ateşi görerek bir güzel ısıtır ardından döner sırtımızı ateşe verir, döne döne her tarafımızı ısıtır, “sıcaklayınca” da ocakbaşından uzaklaşır duvarlara yaslanır ya da duvar dibine uzanırdık. Ocağın başına toplaşılırken oturma sırasında aile içindeki statü gözetilir, baş köşe her zaman yaş sırasına göre evin büyüğü dedenin olurdu.

OCAK EVİN NERESİNDE OLUR.

En eski köy evlerimizde her odada bir ocaklık olurdu. Daha sonraki yıllarda (1960) hanelerdeki ocak sayısı bir adete düşmüş 1980'lerden sonra tüp gazlı set üstü ocaklar, soba ve kuzinelerin yaygınlaşması ile yeni yapılan evlere ocaklık yapılmamış, soba ve kuzineler için boru bacaları yapılmış, hatta zaman zamanla baca yerine duvara bir delik açılarak soba boruları buradan dışarı uzatılmıştır. Günümüzde ise doğalgazın yaygınlaşmasıyla özellikle kentlerde yeni yapılan konutlarda baca sistemleri iptal edilip, bacasız evler inşa edilmeye başlanmıştır.

***

Ocaklığın da bacasından başka kendine özgü bölümleri olurdu. Bunlardan ilki çakmak taşı, kav, kibrit ve çıra gibi ateş tutuşturucularının konulduğu "idarelik, çıralık ya da ocaklık gözü" denilen oyuklu yerdir. Evlerimizde Kullanılan her bir araç ve gerecin kullanım sonrası konulduğu sabit bir yeri olurdu. Lazım olduğunda da el yordamıyla bulunurdu. İşte, kibrit, çıra ve aydınlatmada kullandığımız, adına da "idare" dediğimiz küçük gazlı el lambalarının konulduğu, bırakıldığı yer de bu "ocaklık gözü"dür. Alet-edevat ve araç-gereçler lazım olduğunda ilk bakılacak yer bu kendilerine mahsus yerlerdir.

Benim hayat planlamalarım arasında mühim bir yere sahip olan bu “Ocaklık Gözü” ile ilgili bir anımı da burada anlatmak isterim. 1950-51 yılları olmalı. 9-10 yaşlarındaki babam Gökçeboğaz İlkokulu 3. Sınıf öğrencisiyken defteri biter ve yeni bir defter alması icab eder. Bunun için dedemden defter parası ister. Akşam, ocağın başında toplanıp günün muhasebesinin yapıldığı bir anda cereyan eden bu para isteme olayında dedem, cebinden çıkardığı 50 kuruşu bu ocaklığın gözüne bırakırken; "Oğlum, bütün param bu. Aha buraya koyuyorum. Bununla okuyabileceksen al oku! Yok, yetmez dersen seni bekliyor sabanın oku!" der. Bunun üzerine babam okulu terk ederek o günden bu güne kadar sabanın sapına tutunur gider. Daha sonraki yıllarda Almanya ve Avustralya'ya işçi olarak gitmek için yaptığı başvurularda kendisine engel olan bu belgesizlik (diploma) onu 1970'li yılların başında komşumuz ilaz Selahattin Şen ile birlikte aynı okulda "bitirme kurs ve sınavına" katılarak "dışardan ilkokul diploması" almaya iter ve alır. Bu arada, müzik dersinden geçerli not almak için okuduğu “Karakolda ayna var, kız kolunda damga var (Cevriyem).” türküsüyle de milletin diline düşerek meşhur olur.

***

Ocaklığın bir diğer önemli bölümü ise tavana yakın kısımdaki "terek"lik idi. Bu bölümde, yağ, tuz, şeker, baharat nana(nane) ve kırmızı biber ki o da köylünün kendi üretim ve imalatı olan acı kırmızı biber) olurdu. Bıçağın yeri de yine bu tereklerdi. Çünkü, kesici aletler tehlike oluşturacağından ortalık yerde bırakmayıp onları, çocukların erişemeyeceği yüksek bir yere kaldırılması elzemdi. Ocağın bulunduğu yer aynı zamanda mutfak idi ve mutfak tezgahı olarak da ocaktaşı kullanılırdı. Yemekler ocağın önünde hazırlanır, ocakta pişirilir, yenildikten sonra bulaşıklar da yine ocağın başında yıkanırdı. Tabi şimdiki gibi deterjanlar kullanılmadığı için zaten tabakta yemek bırakılmadığı gibi ekmek ile iyice sıyrılarak yenen yemek kaplarında hiç yiyecek artığı kalmadığından önce sıcak su dolu bir kab içinde kumaş parçasından mamül bulaşık beziyle ovulan kap kacaklar ardından durulama suyuna daldırılıp çıkarılır ve son olarak bu kaplar kap tereğine ağızları aşağı gelecek şekilde dizilirdi. Küçük bir ayrıntı daha ekleyecek olursak, yemeklerde kullanılan yağ oranı neredeyse "eser miktarda" olduğu için bulaşık yıkanırken yağ çözücülere gerek duyulmazdı. Bir de hep aynı kabdan yenilip içildiği için herkese ayrı tabak; sofrada en fazla 2-3 çeşit yemek olduğu için birkaç kab dışında yıkanacak bulaşık da olmazdı. Tabak, çanak ve tencerelerde kuruyup katılaşmış yemek kalıntıları varsa bunların üzerine ocaktan bir miktar kül serpilir ve ovularak yıkanır, bu sayede kaplar temizlendiği gibi pırıl pırıl da parlatılmış olurdu. Kazan, tencere, tava ve çaydanlık gibi sürekli ateşin is ve dumanına maruz kalan ısıtma ve pişirme kaplarının dış yüzeyleri, oluşan isin pasın yoğunluğuna göre ara sıra dışarıda kum ile ovularak temizlenir, parlatılırdı.

OCAKTA NE YANAR

Burada kastımız tüplü ve gazlı set üstü ocaklar olmadığına göre elbette ocakta odun yanmakta idi. Köylünün yıllık işlerinden birisi de "odun çekmeleri"dir. Özellikle Sonbahar ile birlikte sona eren yıllık işlerin sonuncusu kışlık yakacak için ormandan odun edip eve çekmek, getirmektir. Yaz mevsimi neyse de özellikle kış mevsiminde ocakta yanan ateş ile hem yiyecekler pişirilir hem de ısınma hatta geceleri de aydınlanma ihtiyacı giderilirdi.

Ormanda baltalarla kabaca kesilip taşınarak ev yanındaki odunluğa yığılan odunlar daha sonra ihtiyaç hasıl oldukça ocağa sığacak şekilde balta ya da nacak(küçük balta) ve girebi ile ufak parçalara ayrılarak ev içindeki ocaklığın yanına "küpürlük" de denen odunluğa günlük ihtiyaç kadar taşınırdı. Ocaklığın demirbaşı ise "omca" denilen devasa kütüklerdi. Bir kişinin zor taşıyabildiği bu omcalar ateşin devamlılığını sağladığı gibi ileri geri sürülüp çekilerek ocaktaki ateşin harını (ısı derecesi) ayarlamaya da yaramaktaydı. (Bkz. Omca adlı yazımız: https://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/omca.html )

Ateşin devamlılığı, bu omcaların yanan uç kısımlarındaki közlerin uyuyan sobalar gibi sabaha kadar sönmeden içten içe yanmasıyla sağlanmaktaydı. Bu sayede yaz kış, gece gündüz, ocakta ateş hiç eksik olmazdı. Lazım değilse, kullanılmıyorsa ateş küle gömülür. O da sönmüşse bir koşu gidilip komşudan köz istenirdi. “Ateş almaya mı geldin?” sözü acelesi olanlara denir. Komşudan alınan ateş ucu közlü bir "ösü/öğsü" ya da bir avuç kül içine konulmuş bir kaç köz parçasıdır. Aceleci bir tavırla alınıp gelinen bu ateşin "söyünmeden" (sönmeden) ocakta ateşe dönüşmesi sağlanırdı.

Eskiden evlerin etrafı meyve ağaçlarıyla çevrili olurdu. Kendiliğinden kuruyup kırılan ve dökülen dallar, çırpılar ocakta ateş yakmak için çok iyi bir tutuşturucu idi. Bu ağaçlarımız hiç budanmaz, doğal gelişimlerine müdahale edilmez, güz fırtınalarının doğaya sağladığı yararlardan birisi de kuruyan bu filiz ve dalların ağaçtan temizlenmesidir. Mayıs ayı içindeki şiddetli fırtınalardan birinin adı da bu dal kırılmalarına ithafen “filizkıran fırtınası” olarak adlandırılmaktadır.

Oda soğuduğunda omca ileri sürülür, ucundaki közler "öğsü demiri" ya da "maşa" ile çentiklenerek kırıntılanır, biriken köz üzerine tutuşturucu olarak bu çalı çırpılar konulup üflenerek alevlendirilir ve onların üzerine de odunlar konarak tam yanma sağlanırdı. Çok yandığında da tersi bir işlemle önce omca geri çekilir ve ardındanda yanmasına gerek kalmayan odunlar alevli bölgeden uzaklaştırılarak ya da birikmiş ocak külüne gömülerek daha sonra tekrar kullanılmak üzere sönmesi sağlanırdı

Ocaklarımız elbette hiç "sönmeden tüten ocak"lar değildi. Bazen tamamen sönen ocağı yeniden tüttürmek için ilkçağ insanı gibi "sürttürerek" ateş yakmazdık. Zor zamanlar için bulundurulan ev ihtiyaç malzemelerinden biri de kutu (tek) değil de paket (bir düzine) olarak alınan kirpit (kibrit) idi. Gerek aydınlatma (çıra, lamba ve idare) cihazlarını yakmak, gerek ocağın ateşini yakmak ve gerekse sigara içen büyüklerimizin sigaralarını tüttürmek için evde mutlaka kibrit bulundurulurdu. Gerçi sigara tiryakilerinin pamuklu gaz depoları olan muhtar çakmakları da vardı ve ateş yakmak için aynı zamanda bu çakmaklardan da yararlanılırdı. Dedem evde olduğu zamanlarda sigarasını yakmak için kibrit ya da çakmağını kullanmak yerine ocaktaki ateşten yararlanır, maşaya kıstırıp aldığı bir köz parçasıyla ya da bir öğsü ile bu da yoksa direk omcanın közüne temas ettirerek sigarasını yakardı.

KAV

Çakmak kullanımı o yıllarda (1960) lüks sayılırdı. Sigara tiryakilerinin bir naylon torba içinde (tütün tabakası lüks idi) yanlarında taşıdıkları kendileri tarafından kıyılmış tütünden başka, sigara sarmak için kağıt yerine kullanılan yumuşatılmış yaprak tütün, bir de sigara yakmak için tutuşturma araçları olurdu. "Kav" dediğimiz bir tür mantar ile bunu yakacak olan kıvılcımları meydana getiren iki adet çakmak taşı temel şart idi. Her ne kadar tiryakiler sigara yakmak için diğer kişilerin yanmakta olan sigaralarından ve ocak ateşinden yararlansalar da evlerden uzak yalnız zamanlarında (yolculuk ve tarla işleri esnasında) kav kullanmak tek çare idi. 

ÇIRA

Ev içi ve dışında çıra kullanımı da bir zamanlar oldukça yaygındı. Küçük küçük çentiklerle elde edilen sakızlı çam odunu, tutuşturuculuk yanında aydınlatmada da kullanılırdı. İdarelerde kullanılan gaz, parayla temin edildiği için o kıtlık yıllarında doğadan bedava temin edilen çıralar revaçta idi. Aydınlatmada, ev içi ve tam (ahır) işleri gibi kısa mesafeli ve kısa süreli kullanımlarda parmak büyüklüğündeki çıralar gayet ekonomik idi. Bir ihtiyaç için ya da gece oturmaları gibi konu komşu ziyaretlerinde ise bu çıraların daha büyük parçaları meşale niyetine kullanılırdı. Şimdiki gibi her tarafta geceleri aydınlatan sokak, cadde ve park ışıkları olmadığı için eğer ay ya da yıldızlar yoksa eski günlerin geceleri zifiri karanlık olur, göz gözü görmezdi.

ÇORBA

Ocakta yanan ateş üzerine çengelli zincirle asılan ya da sacayak üstüne oturtulan çorba kazanında yağsız ve tuzsuz olarak pişirilen çorbanın tuzu ve yağı en sonunda katılırdı. Yağ tavasında tercihe göre baharatlı olarak kızdırılan (yakılan) yağ çorbaya "coss" diye dökülüp karıştırılır, öyle servis edilirdi. Çorbanın piştiği ve yemeğe hazır hale gelip gelmediği ise yağın çıkardığı bu ses ve etrafa yaydığı tarifi imkansız kokusundan anlaşılırdı.

EKMEK

Ocak, ısınma, aydınlatma ve yemek pişirme yanında her gün olmasa da bir kaç gün arayla düzenli olarak ekmek de pişirilen yerdi. En yaygın ekmek sac üstünde pişirilen türler idi; mısır ekmeği, buğdaydan patıl, somun ve yoka (yufka) ekmekleri idi. Üç ayaklı demir (sacayak) üzerine konulan yuvarlak çelik levha (sac) önce yağlanarak altında yakılan ateşle bir güzel kızdırılır (ısıtılır), ardından el büyüklüğünde yuvarlak ekmekler pişirilirdi. Sacın pişirme ısısını ayarlamak için de altında yanan odunlar geri çekilerek ya da ileri dürülerek ayarlanırdı. Yaz günlerinde ise bu ayar işinde zorlanma olursa bu defa sacın altı suyla karılıp harç haline getirilen odun külüyle sıvanır ya da sacayağın üstüne sacdan önce birkaç tane teneke parçası konurak sacın ısısı kontrol altına alınmış olurdu. 

Ailenin temel gıdasını ekmek oluştururdu. Yerine göre yemek olmasa da karnı aç biri için "soğan - ekmek" yemek büyük bir ziyafet idi. Şimdilerde "fast food" denen ve ayaküstü yenen bu tip yemek türünün bizdeki adı "yavan - yaşuk" idi. Tarladan evine yorgun argın dönen birinin durup yemek hazırlayacak hali ve zamanı olmadığı için bazen yemek hazırlanmaz, Allah ne verdiyse yavan yaşuk yenilir, yatılırdı. Bu yemek türünde ekmeğin yanında katık olarak bazen bir çanak ayran, pekmez ya da “nardek” dediğimiz tatlı elma pekmezi, közde ısıtılmış olan ekmeğe sürülmüş bir miktar tereyağı olurdu. Bunlar da yoksa suya şeker katılarak elde edilen şerbet, (şekerli su) çala-kaşık yenilirdi.

Elbette ekmek türlerimiz sadece saç ekmeği değildi. Ocak üstünde tava ekmeği de yapılırdı. Yine sacayak üstüne konan ekmek tavasının ağzını kapatmak için ekmek sacı ters çevrilerek konur, alttan köz ile pişen tava ekmeğinin üstüne de ayrı bir ateş daha yakılır ve kontrollü bir biçimde altlı üstlü pişirilirdi. "Somun ekmeği" de dediğimiz bu tür ekmeklerimiz hem buğday ve hem de mısır unuyla yapılırdı.

KÜL ÇÖREĞİ

Gelelim kül çöreğine. Aslında bu tip ekmek pişirme için eve ve ocaklığa ihtiyaç yoktur. Yerine göre arazide de yapılırdı. Çörek ekmeği özellikle un değirmenlerinde sıra bekleyenler için mütemadiyen yapılan bir ekmek çeşididir. Bunun için iyice yanarak tabanı ısıtılmış ocağın orta yerindeki ateş ve küller kenara sıyırılır, tabana kara lahana yaprakları serilir, üzerine hamur konur, yanlarıyla birlikte üstü de lahana yapraklarıyla itina ile sarılan hamurun üstüne de yine bir güzel kül ve köz parçaları örtülüp, eğer köz durumu yetersizse üstünde küçük bir ateş yakılarak pişirme işlemi başlatılırdı. Ekmeğin pişip pişmediğini anlamanın tek yolu ise etrafa yayılan hamur ve lahana karışımının oluşturduğu özel rayiha/kokudur.

ÖZEL GÜN EKMEKLERİ

Ekmek türlerimiz arasında sac üzerindeki yağlı ekmek (yâlu, katmer), balkabağıyla yapılan “yanıç”, tavadaki üzümlü “nokul”, ıspanaklı, pırasalı, kabaklı vs. börekler daha ziyade düğün ve bayram zamanlarında yapılan misafir ya da ziyafet ekmeklerimizdir. Ramazan günlerinin temel ekmekleri ise yine sac üstünde pişirilen, cızlak (krep), küçük tavada yağda pişirilen "bişi" ekmeğidir.

DAĞLAMA, TÜTSÜLEME, KURUTMA

Eski köy evlerindeki ocaklarımız yiyecek pişirme dışında yiyecek hazırlamada da önemli fonksiyonları olan birim idi. Bunların başında kesilip tüyleri yolunan kümes hayvanlarının (tavuk, hindi, ördek, kaz…) kopmayıp üzerinde kalan ince beyaz kılların ateş alevine tutularak yakılması yani tütsülenmesidir. Öte yandan özellikle Kurban Bayramlarında kesilen kurbanın baş ve ayaklarının bazı kısımları ocakta ısıtılan kızgın demirle dağlanarak (yakılarak) temizleniyordu. Özellikle kellenin ağız içi ve dil kısmı önce dağlanır, yakılan bu kısımlar elle soyulup alındıktan sonra pişirilirdi. Ayrıca, bir keresinde Ninem temizlediği bağırsakları baca içerisine asıp günlerce kuruması için bekletip sonra doğrayıp yedirdiğini hatırlıyorum. Siyah isleri her ne kadar yıkayarak temizlese de tütsünün sağlıklı olduğunu ifade etmişti. Tüm bunlara ilaveten kazma kürek sapı gibi tarımsal aletlerimiz kırıldığında da yenisini yapmak için yaş malzeme yine bu ocak bacası içine asılır günlerce kurutulur öyle kullanılırdı.

MANGAL

Köyümüzde Mangal Kültürü birkaç aile dışında yaygın değildi. Kış günlerinde gelen misafirler için yatmadan evvel teneke ya da eski su kovası ocaktan alınan köz ile doldurulup misafirin yatacağı odaya yatmadan bir süre evvel konur, odanın soğuğu kırılana kadar bekletilir, mangal niyetine hazırlanan bu közler zehirlenmelere karşı tedbir olarak yatarken odadan alınır, tekrar ocağa boşaltılırdı.

ÇENGEL

Ocaklığın demirbaşlarından olan ocak çengeli ya da ocak zinciri bu iş için dizayn edilmiş bir araç idi. Baca içine iki duvar arasına yerleştirilen demir parçası ya da kalın dal parçasına takılan yuvarlak halka ile başlayan bir buçuk metre uzunluğundaki bu zincirin, yemek ya da yal kazanını (tenekesini) asmak (takmak) için ucunda bulunan bir çengele (kanca) ilaveten, orta yerinde de zincirin boyunu uzatmaya ya da kısaltmaya (ayarlamaya) yarayan parça zincirli ikinci bir kanca daha olurdu. Bu çengel sayesinde asılarak pişirme işlemi yapılan kabın ateşe yakınlığı veya uzaklığı ayarlanabilmekteydi. Bu alete kanca demek yerine çengel dememizin nedeni ise kancanın tek değil çift hatta üçlü oluşuydu. Ayrıca bu çengelli zincirle, dolap zincirinin kopması ya da bağının çözülmesi neycesinde kuyuya düşen su kovaları kuyudan çıkarılırdı. Bir keresinde bu ocak çengelini de kuyuya düşüren ninem, 12 adam boyu derinliğe sahip kuyuya tek başına inmeye çalışmış, orta yere kadar indiğinde dibe doğru genişleyen örgülü taşlara tutunmakta zorlandığı için vazgeçip kuyudan çıkmıştı.

MAŞA, ÖĞSÜ DEMİRİ, KÜL KÜREĞİ

Ateşi karıştırmak için maşa, omcadan köz koparmak için öğsü demiri ve en son olarak da ocakta biriken külleri toplayıp kül tenekesine doldurmak için kullanılan kül küreğini de anmadan geçmeyelim. Ocaktan toplanan bu küller çöpe atılmayıp kül tenekesinde bekletilip, soğuduktan sonra çuvallarda biriktirilir ve bahar aylarında elenerek, don olayına tedbir olarak fidelik işlerinde, hasat sonrası mahsulün böceklenmeye karşı korunması ve temizlik işleri gibi alanlarda kullanılırdı.

KÜBÜRLÜK (Küpürlük - Çöplük)

Evlerin ana ocaklığının iki yan alanlarından biri küpürlük diğeri dolap idi. Dolap iki katlı (raflı) olup alt rafa içinde pekmez ve ekşi türü yiyeceklerin olduğu küçük küp ve göveçler konur, üst rafında ise yağ, tuz, şeker, baharat vb. gıda maddeleri olurdu. Küpürlük dediğimiz kısım ise daha ziyade odunluk diyebileceğimiz türden bir yer olup, bir tarım toplumunda kişinin dışarıda ahırda çalışırken üstünde başında eve getirdiği çerçöpleri silkeleyip döktüğü, oda kapısıyla ocaklık arasında bir köşe olup, burada biriken çer-çöpler zaman zaman süpürülüp ateşe atılarak temizlenirdi. 

YÜKLÜK DOLABI - DUŞ ODALARI

Evlerin ana ocaklığının dışında diğer odalarında bulunan ocaklıkların fonksiyonu biraz daha farklıydı. Geniş aile türünün hakim olduğu bu tip konutlarda diğer odalardaki ocaklar geniş aile içindeki çekirdek aileyi ifade ederdi. Bir çatı altında, yerine göre iki üç evli çocuğu ile birlikte oturulan bu tip konutlarda bu ocaklar nadiren banyo (gusül) ihtiyacı için kullanılırdı. Kullanılmadığı zamanlarda ocağın önü boydan boya bir perde ile kapatılırdı. Bu ocaklıklarda küpürlük olmaz ama ocaklık dolabının rafı ahşap değil beton zeminli olurdu. Bu dolabın temel işlevi "duş" almaktı. Ocakta ısıtılan suyla duşakabin şeklindeki bu dolaba girilip banyo yapılırdı. Aynı zamanda yüklük dolabı da denen bu ocaklık dolabının zemininde ağaç bir palet olur ve banyo işi bittiğinde bu palet yerine yerleştirilip üzerine yatak yorgan ve yastıklar yığılır ve dolabın kapağı kapatılırdı. (Bu hususlar konut mimarisi kısmında detaylandırılacaktır.)

YALLIK VE YAL TENEKESİ

Eski evlerimizdeki ocaklar sadece insanlar için değil, aynı zamanda dört ayaklı hayvanların da yararlandığı birimlerdi. Ahırdaki büyükbaş hayvanlar olsun, günümüzün ifadesiyle evin dışarıdaki “güvenlik görevlisi” konumundaki köpeklerimiz için özellikle sabah vakitlerinde hazırlanan sulu ve sıcak yiyeceği “yal” da bu ocakta pişirilirdi. Kalitesiz tahıllar ile arpa ve yulafın değirmende öğütülerek elde edilen yallığa ilaveten ekmek pişirileceği zaman buğday ununun elenmesiyle elde edilen kepek tuz katılarak suyla karıştırılıp yal kazanı ya da yal tenekesinde koyu bir şekilde pişirilir, varsa bu karışıma lahana yaprağı ve dövülerek ezilip parçalanmış mısır somağı (taneleri alınmış koçan) parçacıkları da katılırdı. Ahıra indirilen bu kaynar vaziyetteki konsantre yemek ahırda herkese eşit şekilde paylaştırılıp, suyla “ılıştırılarak” içirilir, hayvanların içleri ısıtılırdı.

ÇAYDANLIK VE IBRIK

Ocağın demirbaşlarından bir diğeri de hiç şüphesiz koyu yeşil dış rengiyle özellikle kış günleri içi kaynatılmış ıhlamur çayı ile dolu demlik yani çaydanlıklardı. Ateşin yakınında her daim içilmeye hazır sıcacık ıhlamur ya da ada çayı bulunan bu çaydanlıklarımız da ocaklarla birlikte kullanımdan kalktılar. Şimdilerde boş ya da dolu olarak soba ya da tüp gazlı ocak üzerinden hiç eksik olmayan su ve demlik kablarından oluşan ikili mevcuttur. O günlerde ocaktaki bir diğer kabımız da “ıbrık(ibrik)” ya da daha büyüğü “güğüm” dediğimiz genellikle yaşlılarımızın abdest alırken kullandıkları sıcak su kablarımızdı. Bir misafir geldiğinde bu ıbrığa “ileğen(leğen)” dediğimiz orta yeri kapaklı kirli su kabı da eşlik eder, gerek yemek öncesi ve sonrası ellerini yıkamak için ve gerekse abdest almaları için haneden bir kişinin “su dökerek” yardımcı olduğu bu “hizmet kültürü” de terk edildi.

-Devam Ediyor-

/Çetin KOŞAR

15 Şubat 2024


[ DİĞER BÖLÜMLER ]

1. Bölüm: Giriş

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2019/12/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab.html

2. Bölüm: Çay

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2020/01/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab.html

3. Bölüm: Sağın

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2020/01/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab_19.html

4. Bölüm: Su

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2020/02/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab.html


2 Şubat 2024 Cuma

"Mıgdar Ali" Belgeseli -2

Fotoğraf:  Sunay BAKİOĞLU Arşivi


Bir topluluğu toplum yapan mühim simalar vardır. Köyümüz Akbulut’un önemli simalarından birisi de Muhtar Ali Rıza Bakioğlu idi. Ne ki, bu önemi o gün Kışlakonak adıyla tek köy olan Gelemet, Sordanköy, Karanlıkdere, Çetirlik ve Sarımsak köylerine muhtar seçildiği 1 Aralık 1963 tarihinden itibaren başlayan hizmet aşkından başkası değildi.

Rüşvet ve iltimasın kol gezdiği günün siyasi koşullarında gemisini yüzdürmesini bilen bir kaptan idi. Gerçekten günümüzde bile bir yerlerden hizmet talep etmek, bu talebi takip etmek, karşılaşılan tüm engellerle başa çıkıp, torpil ve kayırmacılık yapılmadan işini gördürmek oldukça zordur.

O yıllarda köyümüzün en büyük sorunu yol ve köprü idi. Şimdiye göre eskinin hava şartları da bir başka idi. Kar, çarık bağı değil adam boyunu aşar, şiddetli sağanaklar anında sele dönüşür; yollar çağıldayan ırmaklara, tarlalar şelalelere dönüşür hatta sel sularıyla dolan cilim mevkii denize dönüşürdü. Toprak ya da çakıl taşlı olan yollar ilk yağmurda sele teslim olur, yolların ortasından akan sular yolu eşip dereye çevirir, yol yarılıp adeta ikiye ayrılır, düz yolda bile çukur ve tümsekler yüzünden bırak öküz arabalarının yükünün kayıp, akıp gitmesini zaman zaman bu arabaların mazuları bile ortasından ya da tekerin olduğu yerinden kırılırdı. Bereket, köyde Hasbi Şahin ustamız vardı da tamiri kısa sürede yapılırdı. Bu ve buna benzer nedenlerden dolayı o günkü adı “Köy Hizmetleri” olan kurumun merdivenlerini aşındıran bir muhtarmız vardı. Tabi merdiven inip çıkmakla iş bitmiyor bu gidiş gelişlerde birilerinden birine “selam” getirip götürmek de vardı. Hükümet kademelerinde bir tanıdığın yoksa boşuna inip çıkacaktınız o merdivenleri.

Gerçi o günün Hükümet Daireleri, bugünküler gibi çok katlı değildi. Mesela, o gün iki katlı olan ancak adli makamların olduğu bodrum kattan itibaren saymaya başlarsak kat sayısı ikiye katlanır, evrak gezdirmek için “in aşağı çık yukarı;” olmadı bir daha dolaşmak icap ettiğinde iki katlı “dayre!” 8-10 katlı olur; mısır ekmeğiyle mısır çorbasına talim eden köylünün bu iniş çıkışlarıyla hükümetten çözmesini beklediği sorunlarından önce dizlerinin bağı çözülürdü. Bu ve buna benzer nedenlerden dolayı vatandaş devletle karşılaşmamak için bu gibi yerlerden uzak durmaya çalışır, mecbur kalırsa da öne sürebileceği, bu işlerden anlayan tecrübeli bir “tanış” birini bulmaya çalışırdı. Dairelerin birinde çalışan böyle bir tanıdık, bütün dairelerin kapılarını açan bir çilingir gibiydi.

Bu hususta imdadımıza koşan bizim de kalelerimiz vardı elbet Hükümet Konağında. Köyümüzden yetişmiş İlçe Mal Müdürlüğü personeli Kenan ŞEN, Adil YAPRAK, Ziraat Müdürlüğü personeli Ziraat Mühendisi İzzet USTAOĞLU o günün ünlüleri olup adeta  muhtarımızın devlet içindeki ön karakollarıydılar. Bu imkanı çok iyi değerlendiren muhtarımızın her işi öyle tıkır tıkır işlemezdi tabi. Ne kadar adamını bulursan bul iş gelir bir yerde kilitlenir, tıkanır kalır. Ne geri, ne ileri gidebilirsin… Yeni bir çıkış kapısı bulmak zorunda kalırsınız. İşte bu kapı “siyaset kapısı”dır. Çünkü, siyasi partiler ekmek gibi, su gibi Anayasanın vazgeçilmez unsurlarıdır.

Şu da bir gerçektir ki, Siyasi Partiler devlet huzurunda aldıkları oy nisbetinde kabul görürler düşüncesi de yanlıştır. Aslında siyasi partilerin devlet içindeki güçleri çeşitli mevkilere yerleştirdikleri “adam”lar ile ölçülmeli. Hükümetler gelir geçer, Partiler açılır kapanır, bölünür, çoğalır ama su başlarını tutan adamlar hep oradadır. Bir parti iktidarda değildir ama kazanan parti muhalefet partili bürokratların ağırlıkta olduğu bir bakanlığı aslında formalite icabı idare etmektedir. O kurumda bütün ipler muhalefet partisinin elindedir. Onun için, falanca parti iktidar deyip ondan medet umarsanız yanılırsınız. Bunun için partiler tek başına iktidar olsalar bile, bürokratik yapı nedeniyle asla muktedir değildirler.

Tüm bu siyasi mülahazaları niye yapıyorum? Çünkü, sonunda varmak istediğim noktaya, anlatmak istediğim konuya zemin hazırlıyorum. Evet, yukarıda anlattığım tüm mevzular yerel yönetimlerin temel sorunlarının başıdır. Yöneticileri “Adama göre iş mi? Yoksa Adamına göre iş mi?” ikileminde bırakan bu çıkmazı ancak devlet aklı olan zeki insanlar aşabilmekte idi. Bunun sırrı da doğru “adamı” bulmak hamleyi doğru yapmaktı. İşte “Mıgdar Ali” bu hususta mahir biriydi.

Biliyordu ki, 1950 yılında başlayan “Yeter Söz Milletindir!” hareketi’nin önü her ne kadar 1961 İhtilali ile kesilmeye çalışılsa da arkadan gelen nesil, milli hassasiyetleri olan bir nesildi. Necip Fazıl’ın dediği gibi “Öz yurdunda garip, öz yurdunda parya.” olan millet evlatları Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı Ulusal Kurtuluş Mücadelesini tamamlamak azminde idi. Ne var ki, kilit mevkilerdeki kişiler kendi geleceklerinin güvencesini milleti yerine dışarılarda, başkalarında arıyorlardı. Bu nedenle ülkedeki ihtilaller, darbeler, muhtıralar hiç bitmiyor; milletin seçtiği başbakan ve bakanlar uyduruk, sudan bahanelerle idam edilebiliyordu.

HEP BAŞBAKAN SÜLEYMAN

Demokrat Parti’nin kapatılmasıyla onun süreği (filizleri) olan Adalet, Köylü, Millet, Milli Selamet ve Milliyetçi Hareket gibi vb. partiler içinden Adalet Partisi bir adım öne çıkmıştı. Genel Başkanlığına da Süleyman Demirel (1924-2015) getirilip ilk Başbakan olduğu 1965 ‘den  itibaren ülke iktidarda hep şapkasını “gabdırmayan Sülo”yu gördü. Biz ona “Barajlar Kralı, Çoban Sülü, Baba” desek de o sanki bu ülkede gizlice krallığını ilan etmiş gibiydi. İstemeyenleri, O’nu siyaset dışı yollarla alaşağı etseler de O, önce “şapkasını” alıp gitmiş fakat her defasında biraz daha güçlenerek gelip krallık tahtına pardon iktidar koltuğuna oturmuştu. İrade sahibi, tuttuğunu koparıp alan azimli biriydi.

Bu sırada Nisan 1987 yılı referandumuyla siyasi yasaklı liderlere af çıkmış, 12 Eylül 1980 darbesiyle tüm partiler gibi kapatılan Adalet Partisi’nin yasaklı genel başkanı Süleyman Demirel de tekrar siyasete dönmüş, Hüsamettin Cindoruk’un başında olduğu Doğruyol Partisi’nin genel başkanı olmuştu.

Dokuz ay sonra 29 Kasım 1987 tarihinde ülkede genel seçimler vardı. 1984 yılında kurulan Islahatçı Demokrasi Partisi de o günün gençleri olarak bizde büyük bir coşku ve heyecan meydana getirmişti. Hele bir de gerekli teşkilatlanmasını tamamlayıp 29 Kasım 1987 genel seçimlerine katılma hakkı kazanınca, dedik, işte iktidar koltuğu bizi bekliyor. O coşkuyla, Ankara’ya parti kongresine koşarak gitmiş, çevre illerdeki mitinglere uçarak gitmiş, Ordu’nun köylerini gece gündüz demeden tek tek gezip dolaşmak yetmemiş sıra Samsun’a da gelmişti. Köyde olduğum bir gece vakti hem siyaset hem ziyaret maksadıyla Kışlakonak köyünü basan partili arkadaşlar gece vakti araçtaki propaganda cihazının sesini açıp köyü ayağa kaldırdığında konu komşu toplanıp başta ilaz Selahattin Şen, Recep Koşar Hoca; “N’oluyor yahu, gündüzler çuvala mı girdi de gece vakti bizi bu gürültüyle ayaklandırıp telaşlandırıyorsunuz? diye ikazda bulunmuşlardı. Partili arkadaşları akşam vakti evimizde misafir etmiş, annemin hazıladığı “yavan yaşuk” ile karınlarını doyurmuş, çaylar içildikten sonra Alaçam’daki parti karargahına dönmüşler fakat sabahleyin tekrar köye gelip, yanlarına benimle birlikte Metin Şen’i de alıp, Sancar, Gelemet ve Doğanyuvası köylerinde propaganda faaliyeti yaptıktan sonra Metin ile ikimiz yayan olarak köye geri dönerken onları Taşkelik istikametine doğru yollandırmıştık. Diğer gençlerin köyde yaptıkları siyasi faaliyetleri bir CİA, KGB ve MOSSAD ajanı gibi yakından takip eden Muhtarımız elbette bizim bu yaptıklarımızdan da haberdar idi.

Köydeki ilk ve son siyasi çıkışım, Züverin Mehmet Koşar’ın evindeki bir akşam oturmasında olmuştu. İlaz Hamitin Yaşar Bak ateşli ateşli Doğruyol Partisi-DYP’yi anlatıyordu. Aklımda kaldığı kadarıyla, bu partiyi Demirel’in kurdurduğunu, yasağı kalkınca bu partinin başına geçip Başbakanlık koltuğuna tekrar oturacağını, bunun için oylarımızı DYP’ye vermemizi istiyordu.

Karşı muhalefet değil de siyasi rakip gibi siyasi tarafgirliğim kabarmış olarak; “Ya! Yaşar Dayı, 12 Eylül’den önce bir Ecevit’i seçiyor beğenmiyor bir sonraki seçimde Demirel’i seçiyor, O’nu da beğenmiyor tekrar Ecevit’i seçiyorduk. Şimdi üst üste hep Özal var. Siz şimdi, tekrar Demirel diyorsunuz. Artık, bir onu bir bunu diyerek eskileri seçmek yerine, Türk siyasetine yeni yüzler kazandırsak daha iyi olmaz mı?” diye saygı çerçevesi içinde evdekilerin huzurunda böyle bir soru sorarak tartışmaya katılmıştım. Buna benzer bir kaç sorum daha olmuştu fakat aklımda kaldığı kadarıyla Yaşar dayı benim görüşlerime pek itiraz etmemiş sadece eskilerin tecrübelerinden bahsetmiş, mevzu fazla dallanıp budaklanmadan kapanmış ve gecenin ilerleyen vakitlerinde de evlerimize dağılmıştık.

Ertesi günü Ali Dayı, mutat olduğu üzere yayan olarak çıktığı köy içi gezmelerinden birinde aşşa köyden beri tek başına bizim oraya doğru geldiğini gördüm. E, köyün koskoca Muhtarı geliyor, ilgilenmemek olmaz deyip yola çıkıp karşıladım, kısa bir hoşbeşin ardından:

“Çetin, yeğenim bak, direkt konuya gireceğim. Bugün buraya sırf seninle konuşmak için geldim. Siyasi parti propagandası yapıyormuşsun. Kötü bir şey değil, inandığı bir şeyi yapması kişinin en doğal hakkı olup bunu yaptığı için de onu tebrik etmek gerekir. Köyde herkes seni sever, senin sözüne dinler. Köyün bütün oylarını alacağına inanıyorum. Okumuş adamsın, ben bile oyumu sana veririm. Ancak, burada köyümüzü düşünmek zorundayız. Biliyorsun, Süleyman Demirel biz muhtarlara çok ehemmiyet veriyor. Mesela her bayram bizlere kart gönderek bizim ve köylümüzün bayramını kutlamayı ihmal etmez. Muhtar olarak, köyümüzle ilgili yaptığım bütün işlerde bu yakınlığımızın köy yararına büyük payı vardır. Devlet dairesine işimiz düştüğünde uğraşmadan işlerimizi kolayca hallettik. Bundan sonrası için de yeni işlerimiz için yüzümüzün kara çıkmaması için oyumuzu Demlrel’e vermemiz köyümüz için hayırlı olacaktır, ne dersin?” deyince hiç düşünmeden “Tamam, Ali Dayı, seni çok iyi anladım, çok haklısın, artık bu köyde siyaset yapmayacağım” deyip konuşmayı bitirmiştik.  Üç günlük dünya’da ömrünü köyüne adamış koskoca Mıgdar Ali Dayımızın hatrını mı? kıracaktım.

Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir konu da şu idi. Hani “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” derler ya! İşte, Ali Dayı burada iki yoldan kolay olanı seçerek gönül almayı da bilmişti. Muhtarlarımıza örnek olması dileğiyle.

Cenab-ı Hakk O’ndan razı olsun!

02.02.2024

Çetin KOŞAR
 


1.Bölüm: 

https://www.akbulutkoyu.blogspot.com/2007/06/mktar-ali-belgeseli-i.html



21 Nisan 2023 Cuma

ZEHNÂN SÉLİH

      

Gelemet köyümüzden bir çınar daha devrildi. Köyümüzün köklü ailelerinden idi Zehni Ağanın Salih. Allah(cc), rahmet eylesin. Kabri nurla dolsun, mekanı cennet olsun.

Zehni ismi, Zihni isminin köyümüzdeki söyleniş şekli olup, zihin ile ilgili manasınadır. Zihin, insanda anlayış, kavrayış, algılama yetisi demektir. Bir başka ifadeyle, yaşantıları, öğrenilenleri, bunların geçmişle olan bağlantılarını bilinçli olarak kafada saklama gücü, bellek demektir zihin. Eskilerin, okuyan çocuklara ettiği çok güzel bir duadır; "Allah zihin açıklığı versin!"

Köylerimizde adı geçen bazı lâkaplar bildik lakapların dışında bir anlama sahip olmalılar ki bunlardan birisi de AĞA lakabıdır. Yerel ağız ile söyleyecek olursak "Zehnâ" yani Zehni Ağa adlı kişi elbette Doğu ve  Güney Doğu bölgelerimizdeki ağalar gibi çevresinde "marabaları" olan köy sahibi bir ağa değildi. Gözlemleyebildiğim kadarıyla bu ağalık vasfı kendisine çevresi tarafından yakıştırılmış daha doğrusu layık görülmüş bir ünvan olmalı. Hali vakti yerinde olup, çevresine faydalı olan, ihtiyacı olanlara yardım eden, onlara ağalık eden, babalık yapan kimselere layık görülen bir ünvandı bizdeki ağalık. Hani, birine yalvarırken "yap bir ağalık" deriz ya!.

Köylerimizde bu tip ünvan ve lakaplar çok ve çeşitli olup bunların tespit edilip kayıt altına alınarak gelecek nesillere aktarılması gerekir. Halil Ağa, Cırmanlar, Mustafa Reyiz (Reis), Gopuz Kâhya, Sordonon… (Sordanoğlu) vb. daha nice lakap ve unvanlar bizim birer kültürel zenginliğimiz olup bu kültürel öğeler gelecek nesillerin eğitimi ve benlik bilincinin oluşumuna katkı sağlayacak kodlardır. 

Bu değinmelerden sonra merhum Salih amcaya dönecek olursak; bu ailenin bendeki canlı hatırası 60'lı yılların ikinci yarısında başlıyor. Salih Kevrek (Gevrek?) bir "ağa" evladı olarak daha o yıllarda traktör sahibi biriydi. Köylümüz, çarşı-pazar ihtiyaçları için Alaçam'a dağ-bayır demeden, 8-10 km.lik yolu yayan olarak (yürüyerek) gider gelirdi. Sırtlarına bağladıkları çuvallar, kollarında kolçaklar, ellerinde sele sepetlerle onca yükün altında konar-göçerler gibi çarşıya tarla kenarlarından, sınır çizglerini takip ederek kestirme yoldan gitmeleri kış günleri yağmur çamur ne ise de, yaz mevsiminde sıcağın yanında yüklerinin çeşitliliği ve fazlalığı oldukça meşakkat verirdi. İşte bu yük altında ilerlemekte zorlanan insanımızın imdadına (pek emin değilim ama zannederim) o günkü adı FORDSAN olan küçük mavi bir traktörüyle Salih amca yetişirdi. (Fehim abi bu traktör konusunda beni bilgilendirirse sevinirim.)

Sordan köyüne gelirken köy sınırlarına girdiğinde korna çalmaya başlar, Caminin yanına park eder, karisör (gelesör)  dolana kadar arada sırada korna çalmaya devam eder, hatta dolup giderken de çalardı ki biz de  gittiğini bu seslerden anlardık. 

Karisör ile yolcu taşımak elbette trafik kurallarına aykırıydı. Ama, o yokluk yıllarında çarşıya bir vasıtayla gidip gelmek oldukça lüks bir şeydi. Karisörün yan kapaklarına boydan boya uzanan özel oturaklara oturur, satmaya götürdüğümüz öteberilerimizi oturak altlarına, ayaklarımızın arasına ve kucağımıza koyar, bozuk köy yollarında hoplaya zıplaya, sağa sola savrula savrula da olsa en azından oturarak gidiyor olmamız bir saltanattı. Hatta bazen kalabalık olunca gençler ya ayakta ya da kapak kenarlarına oturarak Alaçam'a vasıl olurduk bi-iznillah. Çok şükür ki, bu tehlikeli yolculuklarda hiç bir kaza olmamıştı. Karisöre değil de traktörün arkasında ya da arka tekerlerin çamurluk üstlerinde yolculuk etmek, tam manasıyla "şoför mahalli"nde yapılan bir yolculuktu; ne yolun tozu ne de egsoz dumanı vurur, efil efil esintilerle giderdik. Ardından biraz daha pahalı da olsa Alaçam'dan konfor dediğimiz minibüsler gelmeye başladı, hatta çok geçmeden köy minibüsleri derken artık her ailenin kendine özel bir aracı oldu. Benim anım bu traktör idi. Asıl hatıra dedem Sefercüğün yani ailemizin yaşadıklarıydı.

ZEHN  İLE DEDEM SEFERCÜĞÜN İRTİBATI

Gelemet köyümüzün tarihi 1520'li yıllara dayanıyor ve köyün ilk yerleşimcileri daha doğrusu kurucuları İmparatorluk yıllarında bölgeye "görevli" olarak yani, bölgenin İslamlaştırılması, Türkleştirilmesi için  yerleştirilen Oğuz Türkleri (Türkmenler)'dir. Geldikleri yer olarak Amasya işaret ediliyor. Benim dedelerim ise 200 yüzyıl sonra 1770'li yıllarda Vezirköprü'den gelip Gelemet nüfusuna dahil oluyorlar. Sözlü tarih bilgilerimizde bizim Bengü adıyla bilinen bir lokasyonumuz daha var. Bugün Bafra ilçemiz sınırlarında olan bu  Bengü köyü daha evvelinde Vezirköprü ilçesine bağlıymış. Vezirköprü ise o günlerde Amasya iline bağlı olduğuna göre Gelemet ve Sordan Köy kurucularının Şehzadeler şehri Amasya ilinin Vezirler yurdu Vezirköprü ilçesinden geldikleri sonucuna varıyoruz.

Daha önceleri Andriyatik'ten Çin Seddi'ne uzanan bir coğrafyada hüküm süren bu milletin Fetihler devri kapanıp ricat(çekilme) devri başlayınca ister istemez can kayıplarına ilaveten toprak kayıpları da vermeye başlıyoruz. 

Savaş yılları. Son kale Anadolu. Dedemin babası iki çocuklu "Bengülülü Şevki" kim bilir kaç yıl olmuş, hâlâ o cepheden bu cepheye koşturup duruyor. 

Yokluk günleri. 13 yaşında bir çocuk bir kız kardeşi ve hasta bir anne. Bu zor durumda olan ailenin imdadına yetişen bir ağa var adı Zehnâ.  Gelemet'ten ârı "Sefeeer!" diye bir seslenmesi yetiyor 13 yaşındaki çocuk olan dedeme. Küçücük ayakları bir kanat oluyor ve Sordan Köyü'nden Gelemet'e uçurak gidiyor adeta. Mal gütmesi, öküz önünde yürümesi vs. O günün işi neyse seve seve koşarak gidiyor çalışıyor, karnı doyurulup sırtı da giydirilip, evdekiler için de eline bir şeyler tutuşturulup akşam evine yollanıyor.

Şevki babası bir gün yaralı ve hasta olarak evine gönderilir. Ana hasta, baba hasta. Ev revire dönmüş. Yoksulluk ve kıtlıktan evde yiyecek bir lokma bile yok.  Allah'tan komşusu halk doktoru İzzet var. İlgileniyor hastalarla. Ve bir gün bu defa Sordan Köy'den bir ses iniyor Gelemet Köyü'ne; "Sefeeer, baban öldü, eve gel eve!"

35 yaşındaki babasının kaybının ardından çok geçmeden annesini de kaybeden dedem Sefercük kendinden küçük bir kız kardeşiyle Zehni Ağa'ya emanettir.

Sağlığında dedeme sorardım "Dede, bu Zehnâ ile bir akrabalığımız var mı?" diye. Dedem, "Bilmiyem ki!" derdi. Bugün, biz de bilemiyoruz. Bir akrabalığımız var mı? Yok mu? Çünkü, savaşlar bir nesli yok etmiş, yeni yetişen nesle birikimleri aktaracak kimse kalmamıştı. Şevki dedemden başka üç mezar daha var Gelemet mezarlığında ama ne adları var ne de sanları. Dedemin emmioğlunun 13 yaşındaki son çocuğu Cafercük'ü bile askere almak için köye zaptiyeler geldiğine göre… Dedemi koruyup kollayan Zehnâ'ya çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. 

Bir vefa borcu olarak tek yapabileceğim onları hayırla yâd etmek ve tüm içtenliğimle "Rabbimin bu aileden razı olmasını" dilemektir. Ruhları şâd olsun.


20 Nisan 2023

/Çetin KOŞAR


9 Şubat 2023 Perşembe

Akbulut Köyü'nün Deprem Haritasındaki Yeri



Anlatıp, anlatıp en sonunda söyleyeceğim sözü kitabın ortasından başlamak gibi baştan söyleyeyim de hiç kimse yazının tümünü okumak için kendini yormasın!.. Korkutmak için değil bilgilendirmek için söylüyorum. Gerçi, "Korkunun ecele faydası yoktur."

Köyümüz Akbulut bir fay hattının üzerindedir. Bu fayın adı ERİKLİ FAYIDIR. Bu fay yani kırık kayaç Samsun Kocadağ'dan başlayıp Nebiyan - Taşkelik - Akbulut - Alaçam hattıyla Etyemez köyünde denize dalıp Gerze'den tekrar karaya çıkıyor ve Ayancık'ta son buluyor.  Adını da başlangıç noktası Kocadağ'ın eteklerinde bulunan Erikli Köyü'nden almaktadır.


MTA (Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü) tarafından yayınlanan son haritada ERİKLİ FAYI; “Ters Fay ve Bindirme Fayı” olarak işaretlenmiş durumda ve Bafra Ovası ile Bafra - Alaçam – Yakakent ilçe karayolunun deniz kısmı ise “Ayrılmamış Kuvaterner Çökelleri” olarak işaretlenmiş.


"Ters Fay ve Bindirme Fayı" basınç altında kayaçların çarpışması sonucunda gelişen faylanma, ters faylanma olarak isimlendirilir.


"Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın kuzey ve güneyindeki iki farklı tektonik ünite üzerinde yer alan Samsun'un büyük kısmı Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın yanı sıra Erikli Fay Hattı'nın da etkisiyle birinci ile üçüncü derece tehlike skalasında yer almaktadır. Özellikle güney bölgeleri birinci derece riskli durumda olan ilin kuzey uçlarında ikinci ile üçüncü derece bölgeler bulunmasına karşın değişen fay hatları nedeniyle bu bölgelerin de birinci dereceye kayacağı ve geçmişte de depremler yaşayan Samsun'un gelecekte daha şiddetli deprem tehlikesi altında olacağı öngörülmektedir. Samsun'da şimdiye dek hissedilen en şiddetli deprem 1943 Tosya-Ladik depremi olmuş, bu sarsıntıda 8 kişi ölmüş ve çok sayıda bina hasar görmüştür."

https://web.archive.org/web/20140212122708/http://www.afetacilsamsun.gov.tr/anasayfa/guncelYaziGoruntule?yazi_id=220


***


"Samsun’da 1500-1900 yılları arasında 13 tane deprem yaşandı. Özellikle Samsun ve civarında 1900 ile 2005 yılları arasında il merkezinden 250 metre çap içersinde 5 ve 5’ten büyük yaklaşık olarak 54 depremin gerçekleştiğini görüyoruz. Samsun, Kuzey Anadolu fay hattında meydana gelen depremlerin etki alanı içerisindedir. Samsun I., II., ve III. sınıf deprem bölgesi içerisinde yer alıyor."

/OMÜ - MÜHENDİSLİK FAKÜLTESİ

“Samsun İlinin Deprem Riski ve Alınabilecek Önlemler Sempozyumu” 


***


Bir zamanlar bu kırığa ölü fay denilse de MTA'nın güncellenmiş deprem haritasına göre DİRİ FAY'dır. KAYNAK: https://www.mta.gov.tr/v3.0/hizmetler/yenilenmis-diri-fay-haritalari


***


Haberin sevindirici tarafı ise BİNDİRME ve TERS FAY oluşudur. Yani bildiğimiz faylar gibi çatır çatur kırılma yerine kırık uçlar birbirlerinin üstüne binmişler ve kaydırak oynamaktadırlar ya da küsmüş gibi birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.


Sevindirici tarafı 'bindirme fay' dedimse de fazla sevinmeyelim. Çünkü, bindirme ve ters faylar etkisini doğada TOPRAK KAYMASI (Heyelan - Erozyon) olarak göstermektedir. 


Bilindiği üzere Erozyon, diğer adıyla aşınım, yer kabuğunun üzerindeki toprakların, başta akarsular olmak üzere türlü dış etkenlerle aşındırılıp, yerinden koparılması, bir yerden başka bir yere taşınması ve biriktirilmesi olayına denir. 


Heyelan ise Dağ göçmesi; göçük, yer göçmesi, göçme, dağgöçümü demektir.  Halk ağzıyla heyelan terimi,  yer kayması, uçuk, yer uçması gibi sözcüklerle tanımlanmaktadır.


Tabi olarak biz bu etkileri köyümüz ve civarında sürekli görmekteyiz. En son 1980 yılındaki Alaçam heyelanının izi henüz zihinlerimizden silinmedi. 



HEYELAN


Okullarda bize öğretilen ilk coğrafya bilgisi erozyon(toprak kaybı)ndan korunmak için ağaçlandırmanın önemi idi. Oysa, bu kayıplarımızın sebepleri çoktur:


-Yamaç eğrisinin değişmesi, 

-Yığılmanın etkisi, 

- Sarsıntı ve titreşimler, 

- Su miktarındaki değişmeler. 

- Yeraltı suyunun etkileri. 

- Don olaylarının etkileri, 

- Kayaçların ufalanması,

- Bitki örtüsünün tahribi. 



AKBULUT KÖYÜ'NÜN HEYELANLARI


Akbulut Köyü, özellikle ilk yerleşim yeri olan Sordanköy kısmı mitolojik tarihinde nasıl ki dört tarafı sularla çevrili bir adacık ise günümüzde de dört tarafı heyelanlarla çevrili bir ada durumundadır. Cami ve okulun bulunduğu yerden dünyaya tutunuyor olsak da köyümüz dört bir yandan, Doğu, Batı, Güney ve Kuzey yönlerinden akıp gitmektedir.



Doğu Yönü


Küçüklüğümde ilk hatırladığım göçük olayı evimizin 100 metre aşağısına kadar gelen heyelan olayıydı. Ağaçlandırmanın önemini ortaya koyan bu heyelan neticesinde Hikmet Ustaoğlu'nu su kuyusu (puvar) ile hemen yakınında bulunan dedem Sefercüğün puvarının kayıp gitmesiydi. Dipten itibaren taşla örülü bu kuyular depremin etkisiyle yıkılan binalar gibi toprak içinde yan yatarak yıkılmışlardı. İlk önce daha derin olan Hikmet Ustaoğlu'nun kuyusu yeniden kazılıp yapılmıştı. Kireçtaşlı (tebeşir gibi) yapıya sahip toprağa kuyu kazma esnasında hiçbir emniyet tedbirinin alınmamış olması o gün içimde bir ürperti oluşturmuştu. Kazılan toprağı çıkrıkla yukarı çekerken Hamdi Şen'in aşağıdan doğru "kuyuya toprak parçası düşürmeyin, bomba patlaması gibi ses çıkıyor" diye uyarısı hâlâ kulaklarımdadır. Daha sonraki yıllarda da bizim kuyu için ben küçük eşeleme yapmış, su çıktığını görünce de ailecek iki metre kazıp, kayaya gelince bırakmış, içini taşla örmüştük. (Tepedeki kuyumuzun derinliğini dedem 12 (on iki) adam boyu derdi.)


Ağaçlandırma etkisi dediğim bu heyelan  KÖKLÜK dediğimiz mevkide zuhur etmişti. Köklük, ormanlık alandaki ağaçların kesilip tarla yapılmasıdır. Bu yöntemde ağaçlar kesilmekle kalmaz kendimiz ya da KÖKÇÜ dediğimiz, mesleği KÖKÇÜLÜK olan ve bir ağzı balta bir ağzı kazma şeklinde olan KÖK KAZMASI ile kesilen ağacın yeraltında bulunan kök ve saçakları da bir güzel sökülüp çıkarılırdı. Bu yöntemle elde edilen arazilerin isimleri de KÖKLÜK ve KÖKÇE şeklinde olurdu. 



Batı Yönü


Akbulut Köyü'nün kurucuları ilk önce bugün KÖYALTI denen mevkiye yerleşmişler ancak buranın çamurlu(!) oluşu nedeniyle ardında Yukarıköy ve Karşıköy dedikleri tepelere taşınmışlar. Türk köyü Gelemet ile Rum Köyü Çetirlik arasında kalan bu bölgenin Yukarıköy kısmı eski döneme ait mezarlarla dolu ormanlık ve işlenebilir arazilerin sulak ve heyelanlı / çamurlu oluşu nedeniyle yerleşime açılmamıştı. Sordanköy adı Rumca “sulak, bataklık” manasına gelen “SORDON” kelimesinden gelmektedir. Heyelanlı bölge derken, Jeomorfoloji biliminin ışığında incelendiğinde, köyaltı mevkiinin, büyük bir heyelanla / toprak kaymasıyla Yukarıköyden kopup, akarak oluştuğu görülecektir. Özellikle, Aşşapuvar’ın bulunduğu mevkiideki Ramis Koşar’ın Çamlık adlı tarlası bu büyük heyelanın bariz olarak gözlenebildiği noktadır. Bir bu taraftan bir Sarımsak tarafından gelen topraklar Sarımsak çayını bir öte bir beri itelese de su akıp yolunu bulmaktadır.



Kuzey Yönü


Muratlı mevkiinin durumunu bilmiyorum ama köyümüzün Kuzey Yönü, Züver'in Dağı (Ziver Koşar) ve Ürfet'in Dağı (Rıfat Koşar) tarafından şimdilik güvende görünüyor.



Güney Yönü


Güney yönündeki heyelanlı bölgemiz Gemirlik mevkiinden başlayıp Karanlıkdere köyü'müze kadar uzanmaktadır. Belki de bizi en çok yoran kısmı Karanlıkdere (Garanukdere) yolunu alıp alıp götüren heyelanlar olmuştu. Yol neyse de geniş bir bölgedeki heyelanlar nedeniyle arazilerin sınırları değişmekte ve bu durum da hukuki sorunlara yol açmaktadır.


Hukuki sorun doğurmayan bir bölge de bana göre "antik irem bağları"nı andıran Değirmeyanı mevkiindeki bahçemizin çaya dönüşmesiydi. Fikri Yılmaz'ın (Fikricüğün) göçüğünü Değirmenyanı çayına bindirmesi sonucu çay yatağının yön değiştirip bizim bahçemizi yol yapması idi. Babamın bin bir hevesle diktiği elma, armut, erik, şeftali ve yabani fındık gibi bütün meyve ağaçlarımızı akıp giden sel sularına kurban vermiştik. Görüldüğü gibi çay ve derelerimiz iki yakanın itişip kakışmasında iki ara bir derede kalmayıp kendi yolunu bulmaktadır. Güney bölge heyelanlarının Yukarköyü tehdit eden ayağı ise Fikricüğün Bayırına kadar gelip dayanmasıdır.


Bu arada heyelanlı bölgelerimizin bir diğer adı da GÖÇÜK olup, FİKRİCÜĞÜN GÖÇÜĞÜ ifadesinde olduğu gibi arazi sahibinin adıyla birlikte söylenmektedir.



BİNAENALEYH


Sarımsak çayına yakın yerler başta olmak üzere, Yukarıköy’ün Doğu, Batı ve Güney yönlerinde bu erozyon günümüzde bile devam etmektedir. Güncel tehdit ise Köklük ve Gemirlik mevkilerindedir. Gün gelecek, yukarıköy diye bilinen tepe, yerinden kayıp gidecektir. Tarla yapmak uğruna kestiğimiz ormanların ahı tutmuş olmalı.


Deprem, sel ve toprak kaymaları doğal bir olaydır. Bunu Afet ve Felakete çeviren bizleriz. Bu olayların yerleşim yeri dışında vuku bulması doğal karşılanırken, tedbir alınmadan yapılan yerleşim yerlerinde vuku bulması dehşetle karşılanmaktadır. 


Halk arasında dereye (suya) girmezsen "Karada ölüm yok" diye bir deyim vardır. Bu da gösteriyor ki inancımızda yeralan "Nuh Tufanı" toplumsal hafızamızda hep diridir. Yaşanan su taşkınları (seller), kırsal kesimde yaşanan dereden geçme sıkıntıları ve diğer söylenceler. Düşünebiliyor musunuz? Yedi (7)  bin yıl öncesinin bir tufan olayı, günümüz insanı tarafından yaşanmış gibi anlatılabiliyor. ( Bkz.

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2019/02/akbulut-koyunun-mitolojik-tarihi-1.html )


Her ne kadar atalarımız "Anasır-ı Erbaa"yı (toprak-ateş-hava-su)  "Dört Güzel" olarak tanımlasa da bunlardan hep çekinmiştir. Bu dört öge aslında bitlikte yaşamın dört ana kaynağıyken aynı zamanda birbirlerinin ve canlıların da düşmanıdırlar. Mesela, hava ateşin yanmasını sağlarken su onu söndürür. Su canlıların yaşam kaynağıyken gün olur canlıları havasız bırakarak boğar, öldürür.


Baraj suyu ile deniz suyu gibi iki su arasında yaşayan canlının korkusu budur.


Kitabımız Kur'an-ı Kerim'den bir ayet; 

"Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır."

(Neml, 88)


SON SÖZ

Ölüm her yerde, vâki. 

Tedbir her zaman bâki.


/Çetin KOŞAR

6 Şubat 2023


3 Şubat 2023 Cuma

Eci Hala

ECİ HALA
(Nedime BAKİOĞLU )

Günay Hocam, annesi Eci Halanın vefatı dolayısıyla başsağlığı dileğinde bulunan eş-dostlarına "Annemin (Nedime Bakioğlu) vefatı dolayısıyla ..." diye başlayan teşekkür mesajında annesinin gerçek adını zikretmiş. Doğrusu bu ismi hiç duymamıştım. Nedime, köyümüzde ilk defa duyduğum bir isim olarak bana oldukça ilginç geldi. Merhume annemizin bu ismi neye taalluk ediyor diye merak edip araştırdım. Vardığım sonuçlar şöyle.

Kişi isimleri, bireyin kimliğini niteleyen önemli bir gösterge olmakla birlikte, ait oldukları topluma dair de önemli referanslar taşımaktadır.  Kişilere verilen isimler aynı zamanda onun "kaderini ve karakterini" belirlermiş. Eskilerin deyimiyle "ismiyle müsemma" dedikleri "ad ve karakter uyumu" rahmetli Nedime annemizde gerçekleşmiş, bu uyum sadece "Nedime" ismiyle kalmayıp "Eci" lakabıyla süregelmiştir.  Biz O'nu "Eci Hala" olarak lakabıyla bilirdik ama gerçek adıyla lakabındaki bu uyumluluk beni hayrete düşüren ikinci bir durumdu.

İsimler, kişiye doğuşta ailesi tarafından verilirken lakaplar, başkaları tarafından verilmiş takma isimlerdir. İsim verirken etkili olan şey arzu edilen "dilek ve temenni"ler olurken lakaplar bir kimsenin fiziksel bir özelliğine atfen verilmiş olabileceği gibi yaptıkları işlere atfen de verilmiş olabilir. Peki, Nedime ve Eci adları ne anlama geliyor?

NEDİME ne demektir?

Tıpkı cinsiyetimiz gibi isimlerimiz de erkek ve dişi olmak üzere iki türlüdür. Arapça'da müennes(kadın) ve müzekker(erkek) olarak geçen (İngilizce, male-female) bu kadın-erkek isimlendirmelerinde atıf değerlerin dışında belirleyici bir faktör yok iken, Türkçemizde bu isimlendirmeler birbiriyle ilişkilendirilmiş "-e" ekiyle erkek isminden kadın ismi türetilmiştir. Örneğin, Ali-Ali(y)e, Emin-Emine, Nedim-Nedime...vb. Arkadaş, yakın dost, yardım eden kişi anlamlarına gelen Nedim'den türetilen Nedime, sözlükte "Soylu bir kadına eşlik ve arkadaşlık etmekle yükümlü yardımcı kadın." olarak tanımlanmaktadır. Köle ya da hizmetçilikten farklı bir statü olan Nedimelik, çoğunlukla eğitimli, yüksek tabakadan kadınlar arasından seçilir.

Böylesine önemli bir vazife atfedilen bir ismi köy yerinde kim, nasıl önemser de çocuğuna ad olarak koyar. Günümüzde bu Nedime ismi düğünlerde gelin yardımcılığı (damadınkine sağdıç denir) yapan kişi kategorisine kadar indirgenmiş olsa da aslında isim verme, sosyal bir süreç olduğundan ailelerin isim verme yaklaşımlarını ve isim tercihlerini belirleyen eğitim, değerler, inanç, ahlak, yaşam standardı, beceri, sosyal pozisyon, coğrafya, etnik kimlik gibi pek çok faktör de söz konusudur.

Günümüzde çocuklara isim vermede etkili olan amiller özentiden öteye geçemese de eskiden toplumumuzun tarihsel geçmişi, sosyal, kültürel, siyasi, ekonomik ve dinî yapısı, etkileşimde bulunduğu diğer toplumlar, dünya geneliyle entegrasyon düzeyi o toplumdaki isim verme geleneğinin ortaya çıkmasında etkili olan faktörlerdi. Demek ki, çocuğuna isim vermede bu kadar titiz davranan köylümüz günümüze göre eskiden daha bir kültürlü ve daha fazla inanclı ve ahlaklı idi.

ECİ ne demektir?

İsimlerimiz doğumumuzla birlikte verilirken lakapların sonradan verildiğini belirtmiştik. Bu yönüyle lakap (takma ad) isimden çok aslında “sıfat, vasıf” demek olan, genellikle “kişinin severek aldığı, onu toplum içinde yücelten ad” anlamındaki na‘ttır. Böylece lakap “övgü veya yergi ifade eden isim ve sıfat” mânası kazanmıştır.

Eci, çocuksu bir yaklaşımla "öcü" gibi algılansa da aslında ECİ, KRALİÇE yani ECE ile kök bağı hissedilen bir sözcüktür.

Eci, yöreden yöreye değişmekle birlikte Sinop Boyabat köylerinde "abla," İstanbul Anadolu yakasında "arkadaş, dost," ve güncel deyimiyle "kanka," Tokat ilinde "kardeş," Çanakkale ve Balıkesir illeri arasında yer alan Kazdağlarında Tahtacı Türkmen köylerinde "anneanne"dir. Nişanyan'ın Etimolojik Sözlüğündeyse "eski Türkçede "baba, ata, ağabey, amca" anlamlarına gelen "eçi/eçü" sözcüğünden türemiş hitap sözcüğü" olarak geçer.

Eci ismiyle ilgili bir vakamız da Tokat ilimizden. "Galiba yıl 1864. Anşa Bacı (Ayşe) diye Tokat - Zile - Acısu köyünden, Hubyar Ocağından bir kadın "ben eciyim, hatunum/katunum!" diye ortaya çıkıyor, Orta Anadolu'nun bütün sıraç köylerini kendine bağlıyor, etkiliyor. Dedeliğe karşı çıkmış kendisi eci olmuş, soyundan gelenler baba olmuş, bu ocakta yardımcı kadınlar bacı oluyor. 24  Nisan'da kutlanan ficenk bayramları var. Aleviliğe yakın ama daha çok Şaman kültürüne/dinine mensuplar. (...)

***

Sözü uzatmadan bağlayacak olursak, çocuklara isim vermede etkili olan faktörler olarak "tarihsel geçmişi, sosyal, kültürel, siyasi, ekonomik ve dinî yapıyı"  belirtmiştik. Bu açıdan bakıldığında "Nedime" adı ve "Eci" takma adıyla Eci Halamız kültür köklerimizi hatırlatan bizi tarihin derinliklerine götüren bir şahsiyettir.

***

"İsimler kişilerin karakterini yansıtır." ifadesinin bir yansıması olarak merhum annemizin vefat haberini verdiğimiz mesajımızda belirttiğim "Önce bir muhtar kızı, sonra bir muhtar eşi, en sonunda da bir muhtar annesi olarak, onca yıldır Akbulut Köyü'nün kahrını çeken bir ana." ifadesi onun bir başka özelliğiydi. Muhtar, seçilmiş kişi demekti. Muhtar olan kişi devlet ile halk arasında kilit bir isimdi. Devletin emrinde halkın hizmetinde olan bu kişilerin yükü elbette yadsınamaz. Eci annemiz işte bu Nedimelik görevini üç nesil boyunca sürdüren ender şahsiyetlerden biridir. Bu görevi esnasında çektiği sıkıntıları dinleyip kayıt altına almayı akıl edemedik ama köydeki diğer annelerden farklı olarak omuzlamak zorunda olduğu bir diğer görevinin de yeme içmeden tutun da istirahatlarına kadar ardı arkası kesilmeyen "gelen-giden"lerin ağırlanmasıydı.

Yeri gelmişken bu ağırlama hikayesine bir şahsi anımı da ekliyeyim. Köye gelen ilk televizyonlardan birisi de Muhtar Ali Rıza Bakioğlu'nun eviydi. (Diğeri Ali (usta) Koşar.) Gelen giden çok oluyor ya! İşte bir gün ben de bu kalabalığın arasına karışıp ikinci katta kurulu televizyonun bulunduğu odanın bir köşesine iliştim. Zannederim Çetirlik'tendi diğer üç kişi. Onlar televizyon seyretmekten çok muhtarla sohbet ederlerken ben TV'de SİNEMA'ya öyle bir dalmışım ki gece saat 12 olmuş, adamlar da tam filmin en heyecanlı yerinde ayaklanmasınlar mı? Herkes kalktı. Ben "Ali dayı, ben biraz daha kalıp filmi izleyebilir miyim?" diye izin isteyince sağolsun, "Dur, ben misafırleri yolcu edeyim, birlikte izleriz" dedi ama günün yorgunluğu gözlerinden okunuyordu. Biraz daha seyrettikten sonra ben de ayaklandım. Bu sırada rahmetli Eci Halam, "Yavrum, vakit geç oldu. Gecenin bu vakti (saat 00.30) gibi karanlıkta çıkma, Günay ile birlikte yat, sabahleyin gidersin." diye beni gece vakti göndermek istememişti. Beni kendi evladıyla bir tutmasından dolayı Allah(cc) razı olsun, kendisine ayrı bir değer vermişimdir.

***

Köylerde muhtarın evi aynı zamanda resmi daire gibidir. Ayrı bir "muhtarlık yazıhanesi" olmadığı için muhtarın evi aynı zamanda "muhtarlık" idi. Yani köy muhtarının özel hayatı yoktur. Her türlü işi olan soluğu muhtarın evinde alırdı.

Halkın/köylünün geliş gidişi yanında bunun bir de resmi ziyaretçiler yönü vardı ki işte asıl zahmet kendini burada gösteriyordu. Bu hususta köyde anlatılan bir olayı zikretmeden geçemeyeceğim. Bir gün köye Jandarmalar gelir. Komutan hacet için tuvalete gitmek ister. O sırada tuvaletten küçük çocuklardan biri çıkmıştır. Çocuk bu! Tuvaleti kirli bırakmıştır. Komutana yol göstermeden evvel müsaitlik kontrolu için çıkıp bakan muhtar gördüğü manzara karşısında sinirlerine hakim olamaz, çilesini Eci Hala çeker.

Bilindiği kadarıyla Enes ile başlayan köyümüzün muhtarlık hikayesi, Enes'in Ürfet (Rıfat KOŞAR) ile sürmüş, köyümüz açısından hassas dönemlerini 1962'den itibaren Ali Rıza ve Akbulut ismiyle yeniden yapılanmaya gidildiğinde Sunay Bakioğlu adıyla nice başarı hikayelerine imza atarak sürmüştür. "Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır." sözünde olduğu gibi işte köyümüzün bu başarılı muhtarlık hikayelerini yazanların önünde, yanında ve arkadında olan bu kadın NEDİME adıyla ve ECİ lakabıyla Eci Hala idi.

Babası, eşi ve oğlu halk tarafından seçilerek görevlerini yaparlarken o annelik vasfı yanında Rabbimiz tarafından "atanarak"  kendisine verilen bu "nedimelik/yardımcılık" görevini bilabedel yaptı. Şimdi bize düşen görev O'nu rahmetle anmak, ahret yolculuğunda dualarla uğurlamak, ululamak, yüceltmek, hayırla yâdetmek.

Allah(cc), ondan razı olsun. Kabri nurla dolsun, mekanı cennet olsun.

/Çetin KOŞAR
4 Şubat 2023
 


16 Mayıs 2022 Pazartesi

ÇATAL DUT

Yolcu Dergisi, Sayı: 104        Sayfa:39  

 
"Ay Bulutta Bulutta,
Mendilim Kaldı Dutta.
Geleceksen Gel Gayri,
Daha Gönlüm Umutta."
/Nurten İNNAP - Uşak
 
 
Eski iki katlı evimizin yanı başında, çatalı hemen toprağa yakından başlayan iki gövdeli bir dut ağacımız vardı. Evimize o kadar yakındı ki evin dış kapısı ile arasından ancak bir öküz arabası geçebilecek genişlikte bir açıklık vardı.
 
Bir ilkyaz meyvesi olan bu dut ağacının hemen yanı başında kış meyvesi olan bir ayva ağacı, ayva ağacına komşu aynı zamanda menteşe niyetine demir çemberle mandıra kapısının bağlandığı pelit ağacı ve “mandıra kapısı”na ek ikinci bir geçit veren küçük “yayan kapısı”ndan sonra bir de ak incir ağacımız vardı. Evimizi karayelden koruyan arkadaki asırlık çınar ağacının ve salaç yolunun sonundaki armut ağacının dışında yine evin çevresinde, hallu (avlu)’nun ortalarında ya da kenarlarında kara incir, ovaz, ceviz, erik, elma, üzüm, töngel, kiraz vb. nevi meyve ağaçlarımız vardı.
 
Ağaçların bu tür yerleşimini köyde hemen hemen her ailede görmek mümkündü. Eskiden her aile evinin çevresini meyve ağaçlarıyla donatırdı. Hatta tek tük ağaç ile yetinmeyip, avlusunun bir kenarına “meyvelik” adı altında meyve bahçesi kuran ailelerin sayısı az değildi.  Bu da gösteriyor ki ağaç her şeyden önce varoluşu, hayatı, canlılığı, bereketi temsil etmekteydi. Tabiata ait bu unsurlar hayatımızı kolaylaştırırken aynı zamanda oluşan kültürün gelecek nesillere aktarılmasına da aracılık etmekte idiler.
 
Atalarımız yerine göre bu ağaçlara mistik değerler atfetmiştir. Mesela, incir ağacı kutsaldır, odunu yakılmaz; ev inşa edilip çatısı çatılırken yanı başına dikilen dut ağacı o evin ruhunu temsil eder. Ağaçlara atfedilen bu kutsallık neticesinde meyve ağaçları budanmaz, dalları kesilmez, sere-serpe büyüyerek devasa boyutlara ulaşır idi. Meyvelerin ağırlığını taşıyamayan bu dallar kırılmasın diye yere yakın olanları kazıklarla desteklenir, meyve yüklü koca koca kolları bu yükü çekemeyip yarılıp kırılsa da hiç bir meyve ağacı kesilmez, gövdelerinin içleri çürüyüp “kovuk”lar oluşsa bile dış kabuk ve ona yakın yüzeyler sayesinde ayakta kalıp meyve vermeye devam ederler tâki bir bahar mevsiminde diğerlerinin dallarına su yürüyüp, tomurcukları patlamaya başladığı halde kendisinin öylece kala-kaldığı zamana kadar ki zaten ağaçlar hep ayakta ölmezler mi?
 
Kocayıp, yaşlandıkları için birer ikişer aramızdan ayrılan bu kocaman meyve ağaçlarının yerini şimdilerde, sürekli budanarak fazla büyütülmeyen ve az yer kaplayan “bodur” türler alıyor. Ancak, onlar da bir veriyor bir vermiyor, sık sık hastalanıyor ve bir bakmışsın kuruyup gitmiş. Yani kendi başlarının çaresine bakmak yerine bir bebek gibi sürekli bakım istiyorlar; her yıl ilaç isteyen, gübre isteyen, dibinin kazılıp havalandırılması, sulanmasının yanında “don” tehlikesine karşı korunması gibi ve daha birçok hizmet isteyen bu yeni tür meyve ağaçlarına karşın eski tür meyve ağaçlarımız dikim esnasında gördükleri bir ıbrık (ibrik-testi) “can suyu”ndan başka meraklısı tarafından yapılacak yarma ya da kakma “aşı” dışında hiç bir ilgi ve alaka görmez, herkes kendi başının çaresine bakar idi.
 
 
ŞEHİR IŞIKLARI VE AĞAÇLAR
 
Cenab-ı Rabbülâmin, biz canlıların yaşayabilmeleri için her şeyi bir nizam ve intizam içinde yaratmıştır. Bu nimetlerden biri de “gece ile gündüz” dür. Ne gündüz geceye karışır, ne de gece gündüze!... Her ikisi de tayin edilen düzen üzre birbirlerinin peşi sıra giderler. Gece yapılacak işler gece, gündüz yapılacak işler gündüz yapılır. “Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme hali kılan, gündüz vaktini ise bir diriliş ortamı yapan O’dur.” (Furkan,47)
 
İnsanlar gündüz çalışıp gece dinlenirken bitkiler bizim için gece gündüz demeden çalışıyorlar. Örneğin, ışık enerjisini kimyasal bağ enerjisine dönüştürerek ilk basamaktaki organik madde üretimini sağlayan bir mekanizma (fotosentez) vardır. Gece olunca yatması gereken insan yatmayabilir, çalışır ya da eğlenir ama gündüz yatar uyur. Ancak bitkiler böyle değildir; gece yapılacak işlerini gece, gündüz yapılacak işlerini gündüz yapmak zorundadırlar. Burada sorulması gereken soru şu: “Geceleri gündüz gibi aydınlatılan şehirlerimizdeki ağaçlar bu işi nasıl yapacaklar?” Çok zor!
 
Bunun için “meyve ağaçları köylüdür!” diye boşuna demiyorum. Gecesi gündüzüne karışmış şehirlerdeki ağaçlar bile abuk sabuk gelişirken meyve veren ağaçlar nasıl gelişip sağlıklı meyve versinler. Bu yönüyle meyve ağaçları şehirlere yakışmaz. Şehirler zaten bu yükü kaldıramaz. Meyve dediğin temiz ortamlarda yetişmeli. Bir çöp bidonunun olduğu çöplüğün yanındaki dut ne kadar iri, ne kadar sarı, ne kadar sulu ve ne kadar ballı olursa olsun kim bakar yüzüne, kim uzanır da bir tanesini atar ağzına. Elbette kimse ilgilenmez onunla, üzerine konan kara sineklerden başka. İllâ çöplük yanı olmasına da gerek yok, toz-toprak, yağmur-çamur, üstüne üstlük birde egzoz gazlarıyla tütsülenmiş şehir havasında aldığı hangi temiz havayla meyve üretecek de bize sağlıklı meyve sunacak o ağaçlar? Hem hangi belediye, dibine dökülüp kaldırımını, asfaltını kirleten, pisleten bir dut ağacını orada yaşatır ki? Ne dut kendisi yaşar ne de onu belediye yaşatır! Uzayan dalları havai enerji hatlarıyla temas edecek durumdaysa bu defa elektrik dağıtım firmasının elemanları o ağacı traşlamadan bırakır mı? Hele bir de “helal-haram nedir? bilmeyen” olarak yetişen bir neslimiz var ki, nerede bir meyve ağacı görse daha yeni “töremiş” meyveyi “gök-kozak” haliyle yemeye kalkıp “talan” etmektedirler. Mümkünü yok. Şehirde meyve ağacını barındıramazsınız.
 
Bu yüzden şehirlerin cadde, sokak, park ve bahçelerine meyve ağacı yerine “süs bitkisi” diyebileceğimiz türden ağaçlar dikilir, onlar da “börtü-böcek” barındırıyor diye sık sık budanıp çırıl çıplak bırakılmaktadır. İki buçuk yıl süren tedavisi için sık sık tıp fakültesi hastanesine gelip giden rahmetli annemin de dikkatini çekmiş olmalı ki bir seferinde caddenin orta refüjündeki ağaçları göstererek  “oğlum bunlar ne ağacı böyle, hiç meyve göremiyorum? diye sorunca ben de ona “onlar süs ağacı” deyince “keşke meyve ağacı dikselerdi de kurtlar kuşlar ve insanlar yararlansaydı” demişti köylü aklıyla. Nereden bilsin meyve ağaçlarının da kendisi gibi köylü olduğunu.
***
 
Yaz mevsiminin ilk ayı Haziran ayındayız. Yılın ilk meyvesi “ekşili canerüg”lerden sonra gelen “bal tatlı dutlar”dır. Atalarımız “Datlu yiyelim, datlu gonuşalım.” derken sanki dut meyvesini yâd etmişlerdir. Türklerde “evin ruhu” olarak adlandırılan dut ağacı aynı zamanda ağızlara verdiği tad ile evin huzurunun, bereketinin ve istikbalinin de sembolü olmaktadır.
 
Dut ağaçları köylüye benzer dedik. O köy ki, hikayesi yarım kalan insanların yaşadığı mekanlardır; fakir ama gururlu insanlar, kendisinden çok başkalarını düşünen; birilerinin ihtiyacını giderdiği zaman sevinen, mutlu olan insanlar... Dut ağaçları için de hayatın anlamı budur; Sıcakta gölgesiyle serinletir; kışın pekmeziyle içinizi ısıtır, ateş olur, kor olur üşümüş tenleri ısıtır. Meyvesi pekmez olur, yaz kış  karnını doyurur, yaşamak için bize güç ve enerji verir.
 
Binlerce yıldır kurdundan kuşuna, börtü böceğinden insanına, pek çok canlının yararlandığı dut; yaprağından meyvesine, kabuğundan köküne, ağacından kerestesine her alanda kendisinden istifade edilen mümbit bir ağaçtır.
 
Günümüzde dut ağacı çoğu kimsenin dikkat etmediği bir ağaçtır. Diğer meyve ağaçları gibi kendini gösteren dikkatleri cezbeden nadide “çiçek”lere sahip olmadığından olsa gerek, dut ağaçları hayatımıza sessizce girip sessizce çıkarlar. Baharla birlikte diğer meyve ağaçları tomurcuklanıp yaprak ve filiz sürerken dut ağacı en önce meyve sürgünlerini verir. Daha sonra ışkın sürer, dallanır, budaklanır, yapraklanır. Meyvesini verdikten sonra dal ve yaprak gelişimini sürdürür. Ne zamanki havalar soğuyup insanı üşütmeye başlar işte o zaman da dut yapraklarını dökmeye yani soyunmaya başlar. Halk meteorolojisindeki “Dut giyindi soyun, dut soyundu giyin.” ifadesi manidardır. Doğa ile iç içe yaşayan eski insanlar yaşamlarını doğa ile uyumlaştırmışlar, havalar ısınırken yapraklanan dut ağacına bakarak artık kışlık elbiseler yerine yazlıkları yani “ince giysi”lerin giyilmesi gerektiğini tecrübe etmişlerdir. Tam tersi de dutun yapraklarını dökmeye başladığı zaman olup özellikle İlkbahar ve Sonbahar mevsimlerinde artan grip ve nezle gibi virütik hastalıkların artma nedenini, doğanın bu düzenini iyi gözlemleyip doğru okuyamadığımıza bağlıyorum.
 
 
DUT BİR ŞİFA DEPOSUDUR
 
Yaşlılar, ilkbaharda dutun olgunlaşma vaktine yetiştiklerine şükrederlerdi. Hastaysalar, dalından taze dut yiyecekleri için “bundan sonra iyileşirim” diye ümitlenirler, bilirlerdi ki dutun meyvesi şifadır.
 
Sağlık iksiri olarak tarif edilen dut antioksidan olması nedeniyle yaşlanmayı geciktiriyor. O vitamin ve mineral değerleri yüksek bir meyve olup, bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Meyve olarak yenildiği gibi, pekmez, dut kurusu, hoşaf ve reçel olarak da tüketilmektedir.
 
İltihap gidermesi ve toksik maddelerin atılmasını sağladığı için günümüzde sıkça görülen iltihaplı romatizmanın en iyi ilacının dut ya da duttan yapılan ürünler olduğunu kaçımız biliyor?
 
Pek çok meyve ve sebzelerde kırmızı, mavi, siyah ve sarı gibi tabii renkler görürüz ve buna tıp dilinde ‘antosiyoninler’ denir. İşte bu meyvelerdeki tabii renkler, hücre bozulmasını (canser) önleyici yani antioksidanlardır. Geçmiş tıp eserlerinde kaydedildiği gibi günümüz ilmî çalışmaları da bu maddelerin kanser hücrelerinin çoğalmasını önleyici ve hatta tedavi edici olduğunu ortaya koymaktadır.
 
Dut gibi yaban mersini, yer fıstığı ve en yüksek oranda kara üzümün kabuğunda bulunan “resveratrol,” fitoaleksin grubu bir bileşik olup hücrede tümör oluşumunu engeller.
 
Atalarımız “Bir dirhem et, bin ayıp örter” sözünün dut için de geçerli olduğunu söylerler. Bunun için dut; taze dut, dut kurusu, dut suyu, dut şurubu, dut reçeli ve dut pekmezi olarak çeşitlendirilerek tüketilmektedir.
 
Dutun besin değeriyle ilgili akla gelen her şey sayıp dökülüyor ancak insaf denen bir insan ayarı, akıl ve iz’an vardır. Kantarın topuzunu kaçırmamak lazım. Bilimsel bir araştırma sonucuna göre 100 gram taze dut meyvesinin besin değeri; - 93 kalori, - 0.9 g protein, - 19.8 g karbonhidrat, - 1.1 g yağ, - 0.9 g lif, - 60 mg Ca, - 1.1 mg Fe, - 0.05 mg B1 vitamini, - 0.07 mg B2 vitamini, - 0.2 mg B3 vitamini, - 17 mg C vitamini şeklindedir.
 
Atalarımız “Dut ye put ye, kiraz ye biraz ye!” diyerek kirazı az yemeyi önerirler iken dutu istediğimiz kadar çok yiyebileceğimizi salık vermişlerdir. Buradaki put, sırtta yük taşımakta kullanılan küfe, köyümüzdeki deyişle “çit”tir.
 
Ayrıca, “dut hayrattır” derdi büyüklerimiz; kuşun kurdun ve yoldan geçen kulun hakkı vardır dutta. Dut olgunlaştığında yenilmesi ya da silkelenerek toplanıp değerlendirilmesi gerekir. Yoksa olgunlaşan dut kendiliğinden dalından kopar, dökülür ve ziyan olup gider. Bunun içindir ki olgunlaşan dutu yedin yedin yoksa çöp olup gideceği için köylü, dutunu kendisi toplayamayacak ise komşusuna ya da bir hısmına hibe eder, o da bir defalığına dutları silkeler, toplayıp pekmez eder. Bilindiği gibi dut meyvesi de mesela incir meyvesinde olduğu gibi hepsi aynı anda olmayıp, kısım kısım olgunlaşarak neredeyse kırk gün boyunca sürekli meyve verir.
 
 
DUT AĞACININ KÖKENİ
 
Karadutun ana vatanının Orta Asya, beyaz dutun ise Çin olduğu tahmin ediliyor. Binlerce yıllık bir geçmişi olan dut ağacı, ipek ticareti ile birlikte tüm dünyaya yayılmış. Dolayısıyla günümüzde dut ağacına her yerde rastlamak mümkündür.
 
Dut ağacının Orta Asya’dan Anadolu’ya özellikle de ipek yoluyla gelen Türkler’e ait hem kültürel hem de ekonomik bir unsur olduğu düşünülebilir.
 
 

İNANCIMIZDA DUT AĞACI

 
HORASAN’DAN ANADOLU’YA FIRLATILAN EĞSİ (ÖĞSÜ)

 
Bugün, Hacı Bektaş Velî külliyesinde bulunan kutsal dut ağacının Ahmet Yesevi’nin Horasan’dan Anadolu’ya atıp buraya düştüğüne ve Köseği diye nitelenen Veli’nin eliyle diktiği ağaç olduğuna inanılmaktadır.
 
Menâkıbnâme; velilerin, tarikat büyüklerinin ve şeyhlerin kerametlerini konu alan eserlere verilen addır. Menakıpnameler bizim kültür hayatımızın bir farklı boyutudur. Bacım Sultan Velayetnamesinde Ahmet Yesevi’yle ilgili bu olay şöyle anlatılır:
 
“Sultan Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin bir ağaç kılıcı vardı. Getirip Sultan Hacı Bektaş Horasani’nin beline kuşattı ve orada ocakta dut ağacından bir od yanar idi. Bu eğsiyi kapıp Rûm’a (Anadolu’ya) doğru pertev etti. Ve dedi ki:” Rûm’da bunu tutalar.” “Ol eğsi havada yana yana Konya’da bir eve vardı, Sultan Hoca Fakih derler idi. Ol odu kapıp hücresinin önüne dikti. Kudret-i İlâhî ol eğsi bitti, tepesi yanık aşağısı dut idi. El-haletü hazihi şimdi yemiş verir.”  ”Pes imdi Sultan Hacı Bektaşî Veli o gice seccade üzerinde yattılar ve kudretten avaz geldi dendi ki, eylenme, Rûm’a var!”
***
 
Kırgızistan'ın Celalabad kentindeki “Aslan Baba” türbesinde de büyük bir dut ağacı vardır. Tasavvufta sembol olarak önemli bir yeri olan dut ağacından her evliyanın, her ermişin başucunda bir tane bulunmaktadır. İlimiz Samsun’da da bunun örneklerine rastlıyoruz
 
ŞEYH BEG (Şahbey) ve DUT AĞACI
 
Samsun İli Ondokuzmayıs (Engiz/Ballıca) İlçesi’ne 4 kilometre uzaklıktaki Yörükler Beldesi’nde, Kızılırmak Deltası, Kuş Cennetinin kıyısında bir türbe vardır. Burada medfun bulunan zat, Orta Asya’dan (Türkmenistan) Anadolu’ya ve yöreye göç eden Türkmenlerden ve Anadolu Evliyasından bir kimsedir. Halk arasında “Şah Beg” adı zamanla değişerek “Şeyh Beg / Şah Bey / Şıh Bek” şeklinde söylenir olmuştur.
 
 
DUT AĞACININ YANINDAKİ EV
 
“Günlerden bir gün, İstanbul’dan Hopa’ya yük getiren bir gemi, Karadeniz Ereğlisi açıklarında fırtınaya tutulur. Çok şiddetli bir fırtınadır. Gemi ha battı ha batacak! Mürettebat ve kaptan panik ve telaş içinde büyük bir korkuya kapılmış durumda Cenab-ı Allah’a sıdk ile dua ederlerken pir-i fâni, nur yüzlü, aksakallı, yaşlı bir zat ortaya çıkar; “Allah’ın izniyle, tehlikenin geçeceğini, telaşa kapılmalarına gerek olmadığını” söyleyerek hem onları teskin eder, hem de onlarla birlikte duada bulunur. Bir süre sonra fırtına geçer, gemi salimen yoluna devam eder.
 
Bu arada gemi kaptanı, kendilerine yardımcı olan yaşlı adama;
-“Baba, senin adın ne? Sana kim derler? Evin, yurdun neresi?” diye sorar.
 
İhtiyar;
— Benim evim, Samsun - Bafra Yolu üzerinde, Engiz denilen bir yer var. Oradan Balıkgöllerine giderken Boğaz üzerinde köprü ve mezarlık var. Mezarlıktaki YAŞLI DUT ağacının hemen yanındaki ev benim evim. Biz yedi kardeşiz” der ve daha sonra ortalıktan kaybolur.
 
Bilâhare kaptan, bu olaydan sonra rüyasında kendilerine yardım eden muhterem zatı görür ve o zat kaptandan kendisini ziyaret etmesini ister. Bunun üzerine kaptan Samsun’a geldiğinde gemisini limana demirler ve bu muhterem zatı ziyaret için karayoluyla Engiz’e oradan da şimdiki Yörükler beldesindeki kendisine tarif edilen dut ağacını bulur. Fakat yanında ev falan yoktur. Sadece tek bir mezar vardır. O zaman anlar ki, Şehbeg Dede ulu bir zattır. Orda hemen kendi kendine bir karar verir. Mevcut mezar üstüne bugünkü binayı (Türbeyi) yaptırır.”
 
 
(Samsun Derebahçeli şair-yazar Ali KAYIKÇI Beyin kayıt altına aldığı bu olayda geçen Şeyh Beg ve dut ağacını ziyaret etme fırsatı bulmuş fakat dut mevsimi geçtiği için dut yemek kısmet olmamıştı.)
 
 
DUT DEDE
 
Dut ağacıyla ilgili günümüze yansıyan gelenekselleşmiş kutlamalar da vardır. Bunlardan önemli olan birisi de 1965 yılından beri Ankara Ayaş ilçesinde yapılan “Dut Dede Şenlikleri”dir. Hacı Bayram’ın akrabası olan 13. yy.’da yaşamış bir evliyanın asasını yere vurduğu ve bu vurduğu yerden dut ağacı bittiği (büyüdüğü) ve bu ağacın meyvelerini bir koca ordunun yiye yiye bitiremediği inancı vardır.
 
 
MİTOLOJİDE DUT
 
Dut ağacı, Yunan mitolojisinde belirli bir üne sahiptir. Mitoloji Sözlüğü’nde şair Ovidius’un ağzından aktarılan efsaneye göre dut ağacı, Pyramus ve Thisbe isimlerindeki sevgililerin buluşma yeridir. Bir gün tam buluşacakları saatte genç kız, ağzı kanlı bir aslan görür, korkudan kaçarken sırtındaki örtüyü düşürür ve ona yetişemeyen aslan bu örtüyü parçalar. Gelen Pyramus görünen tüm kanıtlar karşısında sevgilisinin öldüğünü düşünür ve dut ağacının dibinde kılıcını çekip göğsüne saplayarak intihar eder. Fışkıran kanların ağaçtaki dutları kızıla boyadığı düşünülür. Akan kanı ağacın köklerine kadar iner. Ve beyaz dut, karadut olur.
 
Yine Antik Yunanda bilgelik tanrıçası Athena’ya hediye edilen dut ağacının, hayat verme gücü olduğu düşünülür. Eski Romalı doğa bilgini ve filozof Plinius, dut ağacı için “ağaçların en bilgesi” der.
 

KÖYÜMÜZE GELEN
AFRİKALI MİSAFİRLERİMİZ
“SARI SANDAL”LAR

 
Dut mevsimi geldiğinde yurtdışından kalkıp köyümüzü ziyarete gelen misafirlerimiz de vardı. Takım yıldızları doğduğunda geceleyin de uçabilen yani “Gece Göçmeni” olan sarı renkli bu güzel kuşun Lazca adı “malağure”’dir. Tüfekle avlanır. İlaz Selahattinoğlu Kemal Şen bunlara “Sarı Sandal” derdi. Etinin çok lezzetli olduğunu söylerdi. Zaten birçok hayvan türünün avlanıp etinin yendiğini bu ilaz komşularımızdan öğrenmiştik Zaman zaman Rize Pazar’dan gelen akrabaları köyümüzde av partileri bile düzenliyorlardı. Biz de kuş lastiğiyle (rastik) sarı sandal avına çıkardık ama bu kuşlar çok “uyanık” oldukları için kimseyi kendilerine yaklaştırmazlardı. Aslında kargagillerden bir kuş türüdür ama “leş” yemedikleri için avlanmaktadır.
 
Bilimsel adı “Bayağı Sarıasma” (Oriolus oriolus), olan bu göçmen kuşlar sarıasmagiller (Oriolidae) familyasından pembe gagalı, sarı renkli, ötücü bir kuş türüdür. İlkbaharda Türkiye'ye gelip Sonbaharda Afrika’ya döner. Dut, kiraz, üzüm ve incir temel besinleridir. En sevdiği meyve dut ve incirdir ama incirler olana kadar beklemezler, dutlar “sağıldıktan” yani bittikten sonra köyümüzü terk edip giderlerdi.
 
 

DUT YEME TÖRENLERİ
 
Çocukluğumun en güzel anılarından birisidir mevsimi geldiğinde hemen hemen her gün ağacına çıkıp dalından dut yemek. Ağaca çıkmak için gösterdiğimiz çaba ve yaptığımız onca akrobatik hareketler vücudumuza yaptırdığımız bir spor idi. Ağaca çıktığımızda dünyaya farklı açılardan bakmanın insana verdiği garip bir mutluluğun yanında dalından koparıp koparıp dut yemenin hazzı da bir başka olurdu. Evimizin önündeki o çatal dut ağacının bir kolu bana diğer kolu da aramızda bir yıllık yaş farkı olan abime aitti. O’nun kolu güneyde olup güneşe daha yakın olduğu için benim koluma nazaran daha iri ve daha olgun meyveli olurdu. Olsundu tabi. Bu bir “ağabeylik hakkı” olduğu için itiraz etmez idim ancak, bazen haberi olmadan, ondan gizli olarak onun koluna çıkar dutların irilerini yerdim. O da bunu fark ettiğinde ceza olarak bana ait kolun dutlarını silkeler, yere dökülen dutları dibinden geçen “tovug - cücüg,” (tavuk-civciv) inek ve "buzo” (buzağı)’lar tek tek yer kendilerine ziyafet çekerlerdi. Böylece ben de havamı alırdım. Gerçi kümes hayvanlarının ağız yapıları gereği dutu pek sevmedikleri söylenir. Özellikle civcivlerin boğazında kaldığı, iri dutları yutamadıkları için havasızlıktan boğularak öldükleri de görülürdü.
 
Köy gibi geniş bir coğrafyada hep hava almaz bazen hava verdiğimiz yani hava attığımız da olurdu. Bunlardan birisi de dut ağacına çıkarken alt dallardan itibaren başladığımız dut yeme ziyafetimiz daha yukarılara doğru çıktıkça bir şölene dönüşür, ağacın zirvesinde bol güneş alarak daha iyi olgunlaşıp ballanan dutları da yedikten sonra bu gastronomi yolculuğu sona ererdi. Dutları yedikçe önce midemiz ardından da gözümüz, gönlümüz doyardı. Bu doygunluktan büyük zevk aldığımız doğrudur. Ve başlardık ağacın tepesinde türküler söylemeye. Bu sebepten olsa gerek “Dut yemiş bülbüle dönmek” sözünü ben hep yanlış anlamışım ve dut yemiş bülbülün susmak yerine daha da güzel öttüğünü düşünmüşümdür. Ya da bir suçlunun karakolda suçunu itiraf etmesini ifade eden “bülbül gibi ötmek” sözüyle mi karıştırdım? Neyse!.. Bilemedim.
 
Türkü söylemekten başka, dut ağacındaki terennümlerimden birisi de “Ezân-ı Muhammedî” okumaktı. O günlerde bir ümmî (okuma - yazma bilmeyen) biri olarak evimizin karşı karşıya olmasından dolayı kendi köyümüzün camisinden çok Gelemet Köyü camisinde beş vakit okunan ezan sesleriyle kulak aşinalığı kazandığımdan olsa gerek her gün ezan okumadan da inmezdim duttan. Annem anlatmıştı. Bir keresinde tarlada tütün diken imeciler “gerçek ezan okunuyor” zannıyla iş bırakıp istirahata çekilmişler, ezan bitti deyip tam işe koyulacaklar iken gerçek ezanlar okunmaya başlayınca tekrar oturmak zorunda kalmışlar. (Köyümüzde koyu bir dindarlık olmasa da ezan okunmaya başlayınca susmak,  çalışıyorsa elindeki işi bırakıp oturmak, köylünün ezana gösterdiği asgari saygı ifadesiydi.)

 
 
DUT NASIL YENİR?
 
Dut yemek istiyorsanız çarşıya, pazara gitmeye ya da birisinden toplayıp getirmesini istemeye gerek yok. Tabi burada kastımız dutun kurusu değil, tazesidir. İşte dutun tazesi de olgunlaşmış ancak henüz dökülmemiş dalındaki duttur. En güzel dut ancak dalından koparılarak sapıyla birlikte yenen duttur. Aslında dut yenmez, emilir. Ağza atılan dut önce dil ile üst damak arasında ezilir, bal peteği gibi hücrelere hapsolmuş her birinin lezzeti diğerinden farklı dutların tadı önce damakta hissedilir sonra yutulur. Küçücük saplarıyla birlikte yenirken elbette bu sapların acılığı dutun tadını kaçırır ama ilk başta bunu anlamasak da aslında bu dutun vücudumuza yüklediği şekeri dengeleyen bir faktör olarak yararlıdır. Belli bir müddet sonra yenilen dut miktarı arttıkça artık dutun saplarını ayıklamaya başlarız. Bu durum üzümde de geçerlidir. Bir olay karşısında önünde bulunan alternatiflerden her birine bir kusur bulma, hiçbirini beğenmeme, bahaneler uydurma durumu, bir nevi seri mazeret üretimi için kullanılan “armudun sapı üzümün çöpü” ifadesinde “çöp” olarak anılan bu “sap”ların yenilebilir olması ayrı bir nimettir. Ayrıca, dutun çekirdeksiz oluşu da yeme konforunu, olumlu yönde etkiler. Gerçi dut da incir gibi çekirdeklidir de insanlar incirde olduğu gibi dutun çekirdeğini de sorun etmezler.
 
Dut dalından koparılıp hemen yenilmesi gereken bir meyvedir dedik. Ayrıca belirtelim ki duttan azami tad ve faide sağlamak için “yıkanmadan” yenilmesi gerekmektedir. Dut ağaçları parazit barındırmadığı için ilaçlanmaz. Yıkamadan yeme gerekçelerinden biri de budur.
 
Dut hassas bir meyve olduğu için ıslanmaya gelmez. Haliyle olgunlaşmış dut, yağmuru hiç sevmez. Yağmurda ıslanan dut anında çürür. Bunun için yağmurlu günlerde ve yağmur sonrası birkaç gün içinde dutlar “silkelenmez,” yani toplanmaz. Yağmur yiyerek bozulmuş dutların bu süre zarfında kendiliğinden dökülüp ağacın temizlenmesi ve yeni dutların olgunlaşmasını beklemek gerekir.
 
Çocuklar için ağacın doruğuna çıkıp dut yemek aynı zamanda bir oyun ve eğlencedir. Dut mevsimi geldiğinde günün belli saatlerinde ağaçtan düşme, üst-başın (elbiselerin) dal ve budaklara takılıp yırtılma ve kirlenme pahasına da olsa ağaca tırmanmak çocuklar için bulunmaz fırsatlardır. Tabi, öyle ağaca tırmanmakla iş bitmiyor. Yemek için dutlara uzanırken göz, ağız ve el koordinasyonu çok önemlidir. Dutların birini koparıp ağzına atarken gözlerini bir diğerine dikmen gerekir. Tabi bu gözünü diktiğin duta uzanmadan önce  üstünü başını ve sağını solunu göz ucuyla bir tarayıp üzerinde arı, tırtıl, kulakkaçan (forficula auricularia), osuruk böcüğü ( Halyomorpha Halys -gri renkli olanı) ve karınca olup olmadığını saniyenin onda biri hızıyla kontrol ederiz. Yoksa, kızdırdığınız bir arının sizi sokması, rahatsız edilen bir osuruk böceğinin salgıladığı kötü koku ile midenizin bulanması ya da ağzınıza attığınız karıncanın dilinizi ısırması gibi tatlı ve hoş bir macera yaşayabilirsiniz!. Dutun akan sularıyla (şire) ağzımız ve parmaklarımızın yapış yapış olmasını saymıyoruz.
 
Çocuklar canları çektikçe ağacına çıkıp doya doya dut yerlerken bebeler, yetişkinler ve yaşlılar sarkan dallardaki dutlardan başka dut yemeyecekler mi? Yiyecekler elbet. Ancak, onların dutlara ulaşabilmeleri için büyükçe bir organizasyona ve birkaç malzemeye ihtiyaç vardır.
 
 
DUT SİLKELEMESİ
 
Her ne kadar atalarımız “Meyve veren ağaç taşlanır.” demişlerse de bu gerek sahipleri ve gerekse oradan gelip geçenler, ağacına çıkarak zaman kaybetmemek için yerden taş ya da sopa ne bulurlarsa ağaca fırlatır, düşen meyveleri toplayıp yerler. Ancak, her meyve ağacı taşlanmaz. Dut bunlardan birisidir.
 
Ağaçlardaki meyvelerin hasat edilme şekli meyvenin cinsine ve göreceği işleme göre değişir. Yaş olarak saklanıp (tutalık) daha sonra yemek için toplanan yumuşak kabuklu meyveler (elma, armut, ayva, nar vb.) yere düşürülmeden elle toplanır. Yere düştüğünde ezilerek hasarlanan bölge hızla çürümeye başlar çünkü. Yok, saklanılmayacak, toplandığı gibi üretim prosesine girecekse silkelenerek ya da “tokunarak” yere dökülüp toplanmasında sorun olmaz.
 
Bazı ağaçların meyvesi tokumayla, çırpmayla hasat edilir. İlk aklıma gelen ceviz ağaçlarıdır. Bunların meyvesi  silkelemeyle dökülmez. Zaten kaba olan ağaç yapısı da buna müsait değildir. Ya bir sopayla dalını, filizini ve yapraklarını kırıp dökme pahasına da olsa vurarak (tokuyarak) dökeceksin ya da olgunlaşıp kendiliğinden dökülmesi için güz sonunu bekleyeceksin. Zaman zaman gidip dibine dökülenleri topladığımız gibi dalda kalan son ürünler de güz yağmurları ve fırtınalarıyla dalından kopup yere düşerler. Elma, armut, erik ve ayvalar da dut gibi silkelemeyle hasat edilen ürünlerdir. Bunlardan dut ve erik altına bez serilerek ırgalanırken diğerleri için sergi kullanılmaz. Ayrıca diğer meyveler toplandıktan sonra pekmez yapmak için birkaç gün bekletilebildiği halde bu durum dut için geçerli değildir. Dut, toplandığı gün içinde kaynatılıp pekmez işlemine başlanmalıdır. Taze taze yenmesi gerek derken belirttiğimiz “alkol” riski burada da kendini gösterir. Bünyesinde bulunan şeker çabucak alkole döndüğü için halkımız bunu “bozulma” olarak ifade eder. Çünkü şeker alkole dönüşürken tatlılığını yitirir, acılaşır. Yeri gelmişken dilimizdeki “dut gibi olmak” deyimine de değinelim; bu deyimin iki anlamı vardır birincisi “çok sarhoş olmak”, diğeri ise “utanmak, mahçup olmak”tır.
 
Başlarken de söylediğimiz gibi köyümüzdeki meyve ağaçları yıllanmış koca koca ağaçlıdır. Eğer dut ağacının bulunduğu yer uğrak bir yer değil ve dibi de otlu yani çimenli ise sergiye gerek duyulmadan silkelenip yere, temiz otlar üstüne dökülen dutlar elle toplanırdı. Yok eğer böyle olmayıp dibi kirli ise ekip halinde sergi kullanılırdı. Dut  toplamak için biri genç en az 5 kişiye, bir büyük örtüye ve icap ederse bir “küskü” ya da “cerek”e ihtiyaç vardır. Bu beş kişiden biri dalları silkelemek (sarsmak, titreştirmek) için ağaca tırmanacak, diğer dört kişi de örtünün birer ucundan tutarak silkeleyeceği dalın konumuna uygun noktalar için ağaçtakinin komutlarını uygulayacaktır. Her ne kadar dutun dibine boydan boya sergi malzemeleri (çarşaf, kilim, naylon branda vb.) serilerek de silkeleme yapılsa da büyüklüğüne göre iki ya da dört kişinin tuttuğu bir sergiyle yapılmasının avantajı diğer sergi malzemelerinin kirletilmeden tek bir malzemeyle yapılmasıdır. Dut silkelemesinin bir diğer güzelliği de yukarıdaki kişinin dalları her sallayışında dutların sergi üzerine “pıtır pıtır” dökülürken çıkardığı sesi dinlemek ve tıpkı beyaz kar taneleri gibi, yağmur damlası gibi ya da dolu yağışı gibi oluşan görüntüyü izlemekti.
 
 


DUT PEKMEZİ NASIL YAPILIR?
 
Dalından silkelenerek toplanan dutlar hiç bekletilmeden içindeki dal kırıkları, yapraklar ve gözle görünen diğer çer-çöplerden ayıklanıp büyük kazana (hereni) konur ve üzerini örtecek kadar da su doldurulup kaynatılarak pişirilir. Bunun için açık alana “küre” dediğimiz ateş yakma yeri yapılır. Ev içinde yapılmaz çünkü, altının sürekli harlı tutulması için civarda çalı çırpı ne varsa ateş yakmakta kullanılır böylece hem ev ocak kirlenmez hem de içeriye sürekli yakacak taşıma zahmetinden kurtulunur.
 
Kaynatılan dutların renkleri gidip esmerleşmeye, çekirdeklerinin meyveden ayrılıp siyah nokta gibi kazanın içinde dolaşmaya başladığında pişmiş olan dutlar “telis çuvala” doldurulup suyu sıkılır. Geriye kalanları (kesmük) hayvanların yemesi için bir kenara dökülür. Süzülerek elde edilen bu sıvı (şıra) bu defa “pekmez tavası” dediğimiz en az bir metre çapında ve 15-20 cm derinliği olan “pekmez tava”sına alınarak kaynatılır. Buradaki amaç şıranın içindeki suyu buharlaştırmaktır. Bu tavaların altındaki ateş sürekli harlandırılırken bir yandan da büyükçe bir kepçe ile tavanın içindeki sıvının sürekli karıştırılarak buharlaşması hızlandırılır.
 
Pekmez kaynatma işinde genel ölçü, “öküzgözü” olarak tanımlanan iri kabarcıkların oluşmasıdır. Kaynatma esnasında belli noktadan sonra üzerinde kıvamlı köpükler oluşur. Kef adı verilen bu köpükler ayrı bir kaba alınır. "Füme pekmezi" de denen bu köpüklü pekmezi sıcak sıcak yemenin de ayrı bir zevki vardır. Yine bunun gibi içindeki pekmez küplere doldurulduktan sonra tavada kalan pekmez “yok”unu (bulaşık) parmakla sıyırıp sıyırıp yemenin zevki de bir başka olmaktaydı.
 
Yerine göre uykusuz kalıp, hiç uyumadan gece sabahlara kadar kaynatılarak kıvamına ulaşan pekmez küreden indirilerek soğumaya bırakılır. Tam soğumadan, hafif ılık iken küplere boşaltılıp tüketime hazır bir şekilde gün ışığı almayan karanlık bölmelerde saklanır.
 
“Pekmez etmeleri”nden sonra ihmal edilmeyen bir başka ritüelimiz de pekmez kaynatılırken çevreye yayılan mis gibi kokuları duyan “gonu-gonşu”lara, “canı çekmiştir” diye taze taze birer tabak pekmez ikramı yapılmasıydı.
 
 
PEKMEZ KÜPÜ
 
Atalarımız; “Armudu sapıyla, üzümü çöpüyle, pekmezi küpüyle ye!” demişler. Pekmezler, özellikle dut pekmezi küp içinde saklanırdı. Küp: Su, pekmez, yağ, bal, sirke, turşu gibi sıvıları veya un, buğday gibi tahılları saklamaya yarayan, geniş karınlı, dibi ve ağzı dar, içi sırlı, kulplu ya da kulpsuz toprak kaba denir. “Ekşi ve Nardek” dediğimiz daha koyu pekmezler daha doğrusu pekenler “Göveç” denen ağzı daha geniş küplerde muhafaza edilirdi. Pekmez daha ziyade direkt ekmek bandırılarak yendiği için diğerlerine göre biraz daha akışkan olurdu. Yani adı üstünde pekmezdi. Ama diğerleri yerine göre macun gibi katı olabiliyordu. Bunlar suda eritilip içilir ya da “soğukluk” olarak sofrada kaşık kaşık yenirdi.
 
 
PEKMEZ TÜKETİM ŞEKİLLERİ
 
Bir pekmez cenneti olan Anadolu’da pekmez çok çeşitli şekillerde tüketilmektedir. Örneğin dut meyvesi, dut özü, dut pestili, dut reçeli, cevizli sucuk gibi bir çok yöresel lezzetlerimizin hammaddesini oluşturmaktadır. Dut pekmezi köyümüzde aşağıdaki şekillerde tüketilmektedir.
 
 
EKMEK BANARAK 
Ya da
EKMEK ÜZERİNE SÜREREK

 
Günümüzün “fast food” denen “acele yemek”in atası sayılabilecek pekmezin hiç şüphesiz en yaygın tüketim şekli “banarak” ya da “ekmek üzerine /arasına” sürerek yemekti. Köy yerinde ekmek varsa kimse aç kalmaz, yanına mutlaka bir “katık” bulunurdu. Soğandan sonra en yaygın katık da pekmezdi. Acelesi olan, “ya oyuna ya da koyuna” giden çocuğun eline ver pekmezli ekmeği gerisine karışma...
 
 
PEKMEZLİ UN HELVASI
 
Buğday ununun tereyağıyla kavrulup (kavut) sulandırılmış dut pekmeziyle yoğurularak elde edilen kakao rengindeki un helvası, şehirlerdeki en lüx çikolatalara beş çekerdi. Özellikle kış günlerinde, portakal büyüklüğünde top top yapılan bu helvanın, pekmez ile kavutun kokularının karışımıyla ortaya çıkan nefis rayihasının yanında damakta oluşturduğu hoş tadına da doyum olmaz, hem tatlı yemenin zevkine varır hem karnımızı doyurur ve hem de soğuk kış günlerinde içimiz ısınırdı.
 
 
KIŞ PEKMEZLEMESİ
 
Önceden yağıp kristalize olmuş “eski kar” dediğimiz orman içi gibi temiz alanlardan temin ettiğimiz “kış”ın üzerine pekmez döküp dondurma niyetine kaşık kaşık yediğimiz de olurdu. Kristalize derken kastım, yağdıktan sonra erimeyip uzun süre kalan bu karda, tıpkı “kuskus” taneleri gibi “putur putur” yuvarlak buz parçacıkları olur ve bunu yerken ağzımızda “kıyır kıyır” sesler oluşurdu. Tabi bu yiyeceği yavaş yavaş yemek gerekir. Yoksa, çabuk çabuk, acele ile yenirse insanın gözleri ağrır, yuvalarından pörtleyip çıkacakmış gibi olur.

 
 
PEKMEZLİ YOĞURT
 
Köylünün bulduğu tatlı türlerinden birisi de yoğurt pekmezlemesidir. Bir sahan (geniş ve derin tabak) dolusu yoğurt üzerine gezdirilen iki üç kaşık pekmez, ister iyice karıştırılarak istenirse olduğu gibi kaşıkla yenir.
 
 
PEKMEZLİ YUMURTA
 
Tıpkı yoğurtta olduğu gibi, yağda pişirilmiş (sahanda) yumurta üzerine de sıcak iken pekmez gezdirilerek yenir.
 
 
SULANDIRILMIŞ PEKMEZ
 
Özellikle hastalık sağaltımı için başvurulan bu yöntemle elde edilen “meyve suyu” emziren anne, çocuk ve yaşlıların güçsüz düştükleri durumlarda bir enerji kaynağı olmaktadır.
 
****
 
Netice itibariyle köyümüzde dut ya taze olarak ya da pekmez olarak tüketilmektedir. Elma, armut, ayva ve erik gibi meyveleri kurutup kışın hoşaflık olarak kullanmamıza rağmen dut meyvesini kurutup saklamak gibi bir “dut kurusu” kültürümüz yoktur. Hakeza, meyve suyunu un ile pişirip sade ya da cevizli “pestil” yapma kültürümüz de yoktur. Öte yandan köyümüzde ipek böcekçiliği yapılmadığından dutun yaprakları da değerlendirilmemektir. Dut ağacının gövdesinden elde edilen çalgı aleti “saz”ın köyümüzde imalatı da yapılmadığı için dut ağaçlarımız iyice kocar ve gövdelerinde oluşan kovuklar ayyuka çıkınca dallarını taşıyacak mecali kalmayan gövdeler gün gelir kırılıp devrilir.
 
/Çetin KOŞAR
21 Haziran 2021
 
NOT: Bu çalışmamızın bir kısmı www.yolcudergisi.com Sayı:104 Kış 2022 nüshasında (Sayfa:36-39)  yayınlanmıştır.