21 Temmuz 2008 Pazartesi

Terk Edilen Değerlerimiz: MEŞVERET


Hicabi Kardeşim bir yazı gönderdi; Mevkii ve Meşferetlerimiz diye…  Tam bir haftadır bu “Meşferet” kelimesi üzerinde düşünüp duruyorum. Makam ve mevkiiyi geçtim ama bu meşveret (Köyümüzdeki telaffuz edilişi Meşferet’tir) kelimesine takılıp kaldım. Beni kınamayın ama dostlarım zannederim köylerimiz bu Meşvetleri terk ettiği gün kaybetmeye başladı.

Küçüklüğümde dillerde dolanan meşveret sözcüğünü hep duyardım. Kelime olarak “istişare etmek” olduğunu bildiğim halde köy yerinde bir türlü ne anlama geldiğini düşünmeyi akletmezdim. En çok Cilim Mevkii için duyduğum bu sözcüğün taşıdığı mana Sordanköy, Kırıklı, Gökçeboğaz, Sarımsak, Gecekli ve Gelemet gibi birkaç köye ait mülkiyet yapısı dikkate alındığında daha da bir anlam kazanmaktadır. Onca köylü, ortada hiç bir kural olmaksızın bu alanlarda ekim-dikim konusunda ortak hareket etmekteydiler.

Meşveret” kelime olarak “Şura” yani “Danışma” manasına gelir. İslami bir terimdir. İslami metodlardan “icma”ya ilişkindir. Çünkü dinin tavsiyesine göre işler meşveret ile olur. Meşveret, hak ve hakikati ortaya koyma ve mevcut şartlar içinde yapılması gerekeni en isabetli şekilde belirleme imkânı verir. Meşveret edilenlere (danışılanlara) değer verilir. Bu onların kalplerini hoşnut eder, işin beraberce yürütülmesini sağlar.

Siyasi tarihimizde özellikle Tanzimat döneminde aydınların demokrasi kelimesinin alternatifi olarak meşveret kelimesini sıkça kullandıklarını görürüz. III. Selimin kurduğu meclisin adı da “Meşveret” adıyla anılmaktaydı. Meşveret kelimesi, ilk Mecliste asılı bulunan "Onların İşleri Kendi Aralarında Meşveret İledir" (Şurâ Sûresi, âyet 38) mealindeki ayette de geçer. Daha sonra bu yazının yerini aynı manaya gelen "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözü almıştır.

Bu açıklamalardan sonra şimdi gelelim köyümüzde kullanılan meşveret sözcüğünün manasına.

Eskiden köyümüzde, köyler arasındaki ekim dikim yapılan tarlalara, sanki tek bir kişiye aitmiş gibi her yıl aynı ürün ekimi yapılırdı. Örneğin, köyaltı mevkiinde bulunan tarlaların hepsine bir yıl buğday ekilir, öbür yıl mısır ekilir ya da tütün dikilirdi. Bunun gibi Köklük, Gember Yeri, Gemirlik, Değirmen Yanı, Tokmak Hırmanı, Budamalık vb. gibi yerlerimizde,  onlarca ailenin tarlaları sanki tek bir kişiye ait tarlaymış gibi aynı tür ekim yapılarak hasat kalktığında hayvan otlatmak için ortak mera olarak kullanılmaktaydı. Bir iki tarla ile sınırlı olmayan bu geniş alanlar, ürün kalktığı andan itibaren özel mülk olmaktan çıkmakta, köyün ortak kullanım alanı haline gelmekte ve herkes mallarını buralarda serbestçe otlatabilmekteydi. Sabahleyin bu alanlara bırakılan hayvanlar kendi başlarına gün boyu köşe bucak dolaşıp otlanır, karınlarını doyurur, göllerden, çaylardan su içer, öğle sıcağında bulduğu bir ağacın altına yatar uyurken bir yandan da “geviş” getirirlerdi.

Akşam olduğunda bu hayvanlar kendiliğinden buraları bırakıp evin yolunu tutarlardı. Yeni buzağılamış inekler bazen öğle vakitlerinde erkenden eve gelmeye kalkardı. Bunlar gibi erkenci mallar için köy girişlerine mandıra dediğimiz engeller yapılırdı. Bundan başka bazı mallar ise gece olsa bile eve dönmek istemez, bunların toplanması için akşamüzeri “yazı”ya birkaç kişi gider konu komşunun malları da dahil hepsini “sürüp” köye getirirdi.

Bu hayvanlar meşveretlere başıboş salındığı gibi bazen de başlarında literatürde “sığırtmaç” olarak geçen ve Amerikalıların “Cowboy/inek çobanı” dedikleri “çocuk çoban”lar olurdu. Köyde bu tip çobanlık/kovboyluk yapmayanımız yoktur. Çocukluğumuzun neşe ve sevinç dolu en güzel, en özgür günleri bu meşveretlerde geçmiştir. Çeşitli oyunları gün boyunca buralarda doya doya oynar, öğle sıcağında çaylardaki derin sularda çimer. Derin su yoksa kendimize yüzmek için “bent”ler kurardık. Arkadaşlar arasında En güzel “kavga”larımızı yine buralarda yapar, en büyük(!) balıkları bu çaylarda tutardık.

Çayın kenarlarındaki tarlaların bir kısmı sahipleri tarafından çalı ile çevrilerek “bağ bahçe” olarak kullanılır buralara özel ekim dikim yapılırdı. Çayın üzerine kurulan bentlerden doğru açılan kanallar vasıtasıyla akıtılan suyla beslenen bu bahçelerde enva-i türde sebze ve meyveler olur zaman zaman dayanamaz girer helal haram gözetmeksizin, kimimizin dayısının ya da emmisinin, kimimizin teyzesinin ya da halasının yeri olan bunlardan salatalık, domates, erik, üzüm ne mevcutsa aşırır oracıkta yerdik. Büyük sellerle çay yataklarının tahrip olmasıyla bu bahçelerimiz de zarar görmüş, artık eskisi gibi kimse bu tip bahçe (Baaça/Batça) işiyle uğraşmaz olmuştur.

Bu kullanım ortaklığının paylaşımla insana verdiği iç huzur, mutluluk ve sağladığı kolaylığın yanında köye ayrıca bir getirisi daha vardı. Özellikle kış günlerinde buraları kışlak olarak kullanmak isteyen koyun sürüsüne sahip kimseler yüksek köylerden gelerek buraları mera olarak kiralar, buradan sağlanan kaynaklar köye gelir kaydedilirdi. Tabi daha sonraları koyunların otladığı yerlerde sığırlar otlamıyor diye bu uygulamadan da vazgeçilmişti. Oysa kış günleri özellikle Gelemet köyü  Muratlı Mevkiine kurulan upuzun koyun sığınağı “SAYA” lar köyümüze ayrı bir güzellik katardı. Bahara doğru kuzulamaya başlayan sürüden yükselen koyun ve kuzu sesleri baharın müjdecisi idi.

Tekrar dönüyoruz köyümüzdeki meşveretlere… Bu ne demekti? Demek ki eski insanlarımız yani atalarımız bir araya gelip, oturup konuşmuşlar; istişare etmişler ve aralarında anlaşarak bir karara varmışlar ve “ Arkadaşlar, evlerimizin bulunduğu avlularımızın dışında kalan tarlalarımızı bu şekilde kullanarak hem hayvanlarımıza “yaylım” alanı oluşturalım ve hem de aynı alanda aynı işi yaparken bir birimize yardımcı olmuş oluruz.” Diye bir karara varmışlar. Yani meşveret etmişler. Böylece yıllardır böylesine güzel bir uygulama günümüze kadar yürütülerek gelmiştir. Ancak, durum şimdi böyle midir?  Maalesef değildir.

Meşveret dediğimiz bu ortak kullanıma açılabilen araziler üzerine, artan nüfusa cevap verebilmesi için yeni yerleşim alanları kurulmaktadır. Öte yandan miras ve intikaller nedeniyle arazilerimiz bölüne bölüne iyice küçülmüşlerdir. İşin kötü yanı da, köyden kente göç nedeniyle tarlalarımızda ekim dikim yapılmamasıdır. Kiminin otlak olarak ayrılması, kiminin kavak vb ağaç yetiştirilmeye tahsis edilmesi ve en önemlisi de eskisi gibi her ailede bir çift öküze ilaveten birkaç inek ve bunların buzağı, dana, düve vb gibi yavrularından oluşan sığır sürüsünün olmayışı böylesine anlamlı ve manidar olan ortak ve bol paylaşımlı yaşamı sona erdirmektedir.

İş hayatında ortadan kalkan “ortaklaşa” yaşam, sosyal hayatta da kendisini böylesine ters bir şekilde göstermekte, “gemide denize hasret kalmak” gibi köy gibi akraba-i taallukatın bizi çepeçevre kuşattığı alanlarda “yapayalnız” kalışımız, bizim bir yoksulluğumuz olmuştur. İnsanımız, eskiye göre daha zengin ve daha müreffehtir ama yalnızdır, mutsuzdur, geleceğinden umutsuzdur. Gelecek korkusu dediğimiz “ŞOK”u bu yalnızlığında daha derinden hissetmektedir.

Bu durum, Kapitalist düşünüş tarzının damarlarımıza, kanımıza hatta iliklerimize kadar işlemiş olduğunu göstermektedir. İnsanı, ekonomik bir varlık (Homo Economicus) olarak gören bu zihniyet sayesinde insanî hasletlerimiz farkında olmadan, gün geçtikçe ayaklar altına alınıp çiğnenmektedir. Ne zaman ki “Gerçek Üretici Olan Köylü Milletin Efendisi” olmaktan çıkarılıp Milletin sırtında bir kambur addedildi o zaman ülke olarak, millet olarak sebebini bir türlü bilemediğimiz ıstıraplarımız sökün edip üzerimize üzerimize gelmeye başladı.

Artık günümüzde ne Meşveretlerimiz kaldı ne de Meşveret edecek, her konuda kendisine danışabileceğimiz sözü dinlenir kimsemiz kaldı. Herkes maddi ve manevi olarak her iki alanda kendi içine kapandı. Aslında yuvarlak olan, fakat yaşam alanı olarak düz ve tek bir köy haline gelen dünya da insanımızı bu kapalılıktan kurtaracak adımlara ihtiyacımız vardır. 

Hayatın, sadece çalışıp, kazanıp harcamaktan ibaret olmadığını, insanın ekonomik bir meta olmadığını aksine yaratılmışların en şereflisi olduğunu hatta “daha sonra kendisine döndürülecek olduğumuz yaratıcının yeryüzündeki halifesi” olduğunu, bu nedenle kendine olan güven duygusunu her daim canlı tutulması gerekliliğini kendi kendimize hatırlatmamız gerekir. Ulu önderimiz Atatürk bunu Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!
 Sözüyle ifade etmişti.

Kendimize güvenmeliyiz. Birbirimizi sevip saymalıyız. Bir birine sevgi ve saygıyla yaklaşan herkes mutludur. Sevgi ve saygı temeline dayalı olarak girişilen her iş başarılı olur. “Ben” yerine “Biz” diye düşünmeye başladığımız gün köyümüz ve ülkemiz ayağa kalkacaktır. Kişi ve toplumunun gerçek kurtuluşu ve bağımsızlığı kendi ayakları üstünde durabilmesiyle mümkündür.

Sözün özü, işin pratiği olan, köyler arasında arazilerin ekim dikimi konusunda ortak hareket etmeyi terk ettiğimiz gibi kendi aramızda da ortak hareket etmemizi sağlayacak, birlik ve beraberliğimizin harcı olan bir birine danışma, fikir alışverişinde bulunma gibi güzel hasletlerimizden birini daha yitirdik mi ne dersiniz?

/Çetin KOŞAR
Köy Günlüğü’nden

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder