Hiç düşündünüz mü bir insan doğduğu toprakları niçin bu kadar çok sever. Doğup büyüdüğümüz bu topraklarda ne vardır ki, aklımıza düştükçe bize iç geçirtir, bizi kendine çeker.
Doğumla birlikte annemizle olan göbek bağımız kesilir ama dağına taşına yazdığımız anılarımızla kara toprağına gömdüğümüz geçmişimizle köy bizi hep kendine bağlar. Acı tatlı anılarımız ve çocukluk aşklarımızdan başka nelerimizi gömmedik ki bu topraklara… Hani nerede Nine-Dede, Ana-Baba, Bacı-Kardeş, Eşimiz hatta yavrularımız… Arkamızdakileri burada bırakınca önümüzdekileri bir nebzecik olsun boş verip kendimizi düşlemeye başlıyoruz ister istemez. Yüreğimizde ince bir sızıyla, dilimizden ince bir nağme dökülerek; “Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar!”
Köyü her ziyaret edişimde daha köy sınırlarına girmeden içimi bu konularda bir ürperti sarar. Anılar canlanır gözümde. İnce bir sızıdır yüreğimde geride bıraktıklarımla birlikte geçirdiğim günler. Hepsini tekrar tekrar yaşarım adım adım ilerlerken köy yollarında. Bu nedenle köye gidip gelirken hep yürümek istemişimdir bu yolları. Mübarek yollar, yürüdükçe önüme sürüp durur uzak ve yakın geçmişimi. Sağ olsun anılar da yavrusunu yitiren kuşlar misali üşüşürler tepeme. “Köye mi geldim kendime mi geldim” şaşırırım. Aklım karışır, bir türlü seçemem neyin ne olduğunu.
Köye ulaştığımızda yollarımız da ayrılır. Ziyaret edeceğimiz iki gurup insan vardır; Yerin altındakiler ve üstündekiler… Hatta bizi köye çeken, bizi kendine çağıran, öyle zannedildiği gibi yerin üstündekiler değil de genellikle alttakilerdir. Elbette bu ziyaretler tek taraflı olmamaktadır. Mutlaka her iki taraf da ziyaret edilmektedir; önce büyükler sonra küçükler… Küçüklerin gözlerinden büyüklerin ellerinden öpülür. Kara toprağın bağrındakilere ise sadece dokunmak kalır mezar taşlarına; Baştaşına ve ayaktaşına. Ellerimiz gezinir kabrin üzerindeki otlar arasında sevmek için bir çocuğun saçını okşar gibi, yardım etmek için bir yaşlının saçını tarar gibi.
Bir diğer konu da köyümüzü ayakta tutan ve onu yaşatan köylülerimiz hakkında ileri geri konuşanların bizi rahatsız eden haksızlıklarıdır. Bunların ağzı elbette çuval değil ki büzelim. Geçmişini bir araştırsak göreceğiz ki onun dedeleri de yakın bir zamanda köyden şehre inmişken, “dağdan gelip bağdakini kovmak” misali köylüyle alay eden, onu küçük gören; “köylü cahildir pek aklı ermez, kafası çalışmaz” diye belleyenlerin rezaletlerini gördükçe insan biraz daha sıkıca sarılıyor aslına ve nesline. Sahiplenmek istiyor tıpkı zalime karşı bir mazlumun yanında olmak gibi. “Ceddin deden, neslin deden” de olduğu gibi.
Köylüyü “cahil sanıp” ona “bilmez” gözüyle bakanlar hakkında şu fıkra manidardır. Anlatmadan geçmeyelim.
Köylünün biri kasaba sokaklarında geziniyor. Sigarasını yakacak ama kibriti yoktur. Çakmak ister şehirlinin birinden. O an elinde pilli bir el feneri olan şehirli, sigarasını yakması için el fenerini köylüye uzatır. Köylü istifini bozmadan uzatılan fenerin ışığıyla sigarasını yakmak için uzunca bir süre çabalayıp durur. Sonunda yakamayacağını anlar ve vazgeçer. Bu manzara karşısında ikisinin başına toplaşan halk hayretle sorar; “-Hiç bu fenerle sigara yakılır mı?” Şehirli akıllı ya atılır hemen;
“-Elbette yakılmaz. Avanak köylüyü işlettim.” der kıs kıs gülerek. Bu defa köylüye dönerler; “-Peki sen niye uğraşıyorsun? Bilmiyor musun sigaranın böyle yakılamayacağını?” diye üstelerler.
Köylü boynu eğik bir vaziyette; “-Bilmez olur muyum ağalar? Elbette bu fenerle sigara yakılmaz. Ama beyime ayıp olmasın diye sesimi çıkartmadım.” der. (Bir rivayete göre de köylü “Pilini bitirmek için kasten böyle yaptım.” demiştir.)
Şimdi burada durup soğan mı daha iyi sarımsak mı daha iyi tartışması yapmak gibi “köylü mü iyi, kentli mi iyi?”tartışması yapacak değiliz elbet. Ancak, gerçek üretici olan köylü o kadar alçak gönüllü, o kadar mütevazıdır ki kendini değil de hep başkalarını düşünür. Toprak gibi onun gönlü de içine atılan her pisliği temize havale eder. Hep alttan alır. İşi oluruna bırakır. Bu onun küçüklüğüne değil bilakis büyüklük ve yüceliğine işaret eder. Onun dünyalık makamda, şan, şeref ve rütbede gözü yoktur. İşte bunun için saftır, temizdir. Bu berraklığı göz alır. Bu yönüyle köy, insanı içine çeker ve kendine çevirir, kendine getirir. Onun için köy ve köylümüz hep özlenir, hep aranır ve hep gözümüzde tüter
Köy monografilerinin çözüm önerilerinin yer aldığı bölümlerinin hemen hemen hepsinde yer alan “Köyün sözü dinlenir ileri gelenleri” ibaresi köy hayatında toplumsal yaşam düzeyinin ne kadar yüksek olduğunun bir başka göstergesidir. Bugün kentlerdeki yaşam şartlarını iyileştirme çabası içinde olanların oluşturdukları “STK- Sivil Toplum Kuruluşları” uçsuz-bucaksızlaşan kent ortamını çekip çekiştirme için başvurulan çareden başka nedir? Köylerdeki “İhtiyar Heyeti”ni “Köyün Yaşlıları” olarak algılayıp yaşlılara da “moruk” damgasını vuran “hippi kılıklı kent kültürü” bu nedenle “saygı” denen mefhumun da içini boşaltmış olduğu için daha çok çırpınıp duracaktır.
Ama köylerimiz böyle midir? “Beli bükük yaşlılarınız olmasaydı üzerinize felaket üstüne felaket yağardı.” ikazına iman edip uyan köylü, onlara hürmette kusur etmeyerek gençliğini susup dinleyerek, yaşlılığında da konuşup tecrübelerini tıpkı bir “GEN” gibi yeni nesillere aktararak “Köy Bilgeliği” dediğimiz kayıtlarda bulunmayan bilgiyle itibar edilmeye, özenilmeye, yaşanılmaya ve hemhal olunmaya layıktır.
Şimdi, “Nerede o eski adamlar?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Elbette “Akıl yaşta değil baştadır.” Ancak, yıllarca gövdemizin üstünde taşıdığımız o baş onca yaşananlardan sonra mutlaka akıllanmış olmalıdır. Amiyane tabirle “hayat boyu yenilen kazıklar” dan da hiç bir ders çıkaramadık? Eski adamlar okuma yazma dahî bilmezken bunca bilgi ve tecrübeyi nereden ve nasıl edindiler zannediyoruz; Küçüklere sevgi ve büyüklere saygılarından. Köylümüz sevgi ve saygıda kusur etmezler. Köyümüz bu yönüyle de çekip çevirir bizi. Her şey doğaldır. Yeter ki sen kendini onun merhametli kollarına bırak. O seni sarıp sarmalar alır koynuna. Bunun için arar dururuz o sıcaklığı, şefkati ve sahiplenilmeyi yani “iyeliği.”
Kentlerin bencil, asık suratlı hatta yüzsüzlükten yüzü bile kızarmayan gayri insani tutumları karşısında insanın yaratılış fıtratında var olan “yaratılmışı hoş gör yaratandan ötürü” prensibiyle hareket eden “saf köylü,” toplumsal ahlak kültürü konusunda da özentinin kıskacındaki kentliyi fersah fersah geride bırakmıştır. Kentlerin onca kalabalığına rağmen komşuluk ilişkileri bakımından olsun, yardımlaşma ve dayanışma açısında olsun kent insanı yapayalnızdır. Özendiği yaşam tarzı kendini kendisine bile yabancılaştırmıştır. Yeri geldiğinde çağdan, medeniyetten dem vurur ama kendisi de inanmaz bu ikiyüzlülüğüne. Varlık olarak “Ben” der. Mülk olarak “Benim” der.
Toplumsallığın gereği olan “Biz” ve “Bizim” gibi kavramlar ancak dara düşünce (sıkışınca) çıkartılır ortaya. İşte kentlerin bu “yaşamdan kopuk” ilişkileri iter bizi köyümüzün tozlu, topraklı ve çamurlu yollarına. Kentte “düşene bir tekme de sen vur” mantığı hâkimken köyde, yolda kalsak da, çamura batsak da bizi tutup çıkaracak birileri mutlaka vardır. Çünkü orada kul hakkı gözetilir, riayet vardır.
Dünyanın her yerinde şehirler medeni değerlerin üreticisi olmuşlardır. Bilimler, sanatlar, uzmanlıklar, üretkenlik, eğitim, hukuk bunların başlıcalarıdır. Ancak son yıllarda şehirler artık medenî değerleri üreten ve düzenleyen ağırlıklarını kaybetmiştir. Plansız kentleşme, aşırı göçler ve işsizlik kentlerin medenî vasıflarını, hasletlerini iyice hırpalamıştır. Eğitim Bilimlerinde “aile ve okul”dan başka, çocuğun gelişimine katkıda bulunan öğeler arasında “mahalle ve sokaklar” da gösterilirken, bugün bu alanlar “çocuğun uzak tutulması,” kontrolsüzce baş gösteren kötü örneklerden “çocuğun korunması, gözetilmesi” gereken alanlar olarak ikaz edilmektedir. Oysa köyün sokaklarında bu ürkütücü tehlikelerden söz etmek mümkün müdür?
Eli nasırlı, üreten, karşılık beklemeden yediren, devletine ve milletine bağlı, temiz yürekli, alçak gönüllü insanların yaşadığı bir ortamda insan ancak huzur bulur, sevgi ve saygı görür. Eskilerin deyimiyle “Marifet iltifata tabidir.” Bunun gibi kişi köye gittiğinde hısım akraba dâhil herkesten ve her kesimden bir iltifat görünce kendine bir hüner, bir marifet bulma telaşına girer ve sonuçta “hayırlı ve yararlı” bir iş başarır. Bu teşviktir. Yöneltmedir. İnsanı pahalandırma yani değerlendirme ve yüceltmedir.
Ekonomik krizlerin sosyal patlamalara dönüşmemesinin önündeki en büyük engel olarak görülen köylülerin bu sadeliği, sağlamlığı ve yüksekliği düşmanlarımızı çatlatırken bizlere de sırtımızı dayayacağımız güvenli kalelerimiz olarak hep güç, kuvvet vermiş ve kişiliğimize özgüven kazandırmıştır. Tutunamadığımız kentlerden kaçıp kurtulacağımız bir sığınak ve güvenli limanlar olarak köylerimiz Millet olarak geleceğimizin garantisidirler.
/Çetin KOŞAR
08 Ağustos 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder