31 Aralık 2021 Cuma

SON DERS

Fotoğraf: Erhan YILMAZ Arşivi.

 

Köyümüzün aydınlanmasına adanmış bir ömür nihayet son buldu. Akbulut Köyü ilkokulunun kurucu müdürü ve Öğretmenler Öğretmeni Sevgili Öğretmenimiz Mustafa Açıkgöz Hakk’ın Rahmetine kavuştu. Bir eğitimci olarak son dersini bizlere uygulamalı olarak verdi; “Her nefis ölümü tadacaktır.” Ayet-i Kerime’sinde ifade edildiği gibi “Dünyanın gelip geçici olduğunu” bizlere hatırlatarak aramızdan ayrıldı. O öğretmenlik mesleğini bundan sonra, yetiştirdiği binlerce öğrencisinin ve onların nesillerinin gönüllerinde bıraktığı güzel anılarla sürdürmeye devam edecektir. O, ilim erbabıydı. İnsanlara ilim(hayat) öğreten bir âlim idi. Âlimler, Peygamber vârisi olduğuna göre ömrünü insanların eğitimine adamış biri olarak Sevgili öğretmenimiz Mustafa Açıkgöz’ün de mahşer günü Efendimiz (sav)’in sancağı gölgesinde olacağına inanıyorum. Allah(cc), O’ndan razı olsun. Ayrılık elbette zordur. Ölüm ayrılığı aslında daha kolaydır. Çünkü, bir gün bizler de ölüp kavuşacağız. Dünyadaki ayrılıkların sona ereceği gün sayılı olsa da belirsizliklerle doludur. Buluşup buluşamayacağımız, kavuşup kavuşamayacağımız, birbirimizi bir daha dünya gözüyle görüp göremeyeceğimiz belli değil. Onun için bu ayrılıklar ölüm ayrılığından daha zordur. Rabbim bizi “ölümden beter ayrılık”lardan korusun. Dünya yalan, ölüm gerçek olduğuna göre bizim korkumuz “ölümden beter ayrılık”lara düçar olmaktır. İnanıyor ve biliyoruz ki kıyamet günü Sur’a üfürüldüğünde ruz’i mahşerde toplanıp, hep bir araya geleceğiz. Kavuşma yerimiz ve zamanımız belli. Bu kesin ve garanti. Kesin olmayan ise o gün orada birbirimizi görünce kaçıp saklanacak yer arayıp aramayacağımızdır. Dünyada yaptığımız her şeyin ayan beyan ortada olacağı o gün, birbirimizin yüzüne korkusuzca bakabilecek miyiz? O an öyle bir andır ki “evlat annesinden, anne evladından kaçacak” diye buyrulmakradır. Hiç şüphesiz, Mustafa öğretmenimizin gözleri biz öğrencilerini arayacaktır. Tıpkı şairin “dünyanın bütün çiçeklerini, öğrencilerimi getirin bana” dediği gibi bizleri alnımız ak, başımız dik olarak karşısında görmek isteyecektir. Yaşadığımız sürece, onun yüzünü kara çıkarmayacak işler yapmak zorundayız. Bugün üzerimize düşen, “vefa” borcumuzu vefatından sonra da ruhuna dualar ederek ödemeye çalışmak “boynumuz borcu”dur. Biliyoruz ki öğrencisinin öğretmenine edeceği dua sadaka-i cariyedendir. Sadaka-i Cariye, kişi ölse bile amel defterinin kapanmayıp sevap yazılmaya devam ettiği işlerdir. Mevtaların son yolculuğu yani cenaze törenleri aynı zamanda bir vedalaşma törenleridir. Dünyada kalan eş-dost, hısım-akraba ve konu-komşular bu cemiyete iştirak ederek hem son görevlerini ifa ederler ve hem de imam efendinin nezaretinde ahiret yolcusuyla helalleşirler. Buna fırsatı olmayanlarsa gıyabında, gönülden bir niyaz ile haklarını helal eder. Ve, sadece mübarek gün ve gecelerde değil bunların dışındaki sair günlerde de Fatihalar, Yâsinler okuyarak ruhuna “hîbe ve hediye” ederler. *** İlk kez 1967 yılının Eylül ayında tanıdık biz onu ve aradan geçen 54 yıl boyunca etrafa saçtığı ışığıyla köyümüzü, köylümüzü ve gönlümüzü aydınlatmayı sürdürdü. O'nun naçiz vücudu artık aramızda değil ama sevgiyle, saygıyla, minnet ve özlemle her Akbulut köylünün gönlünde yaşamaya devam edecek, ufuklarımızı aydınlatmayı sürdürecektir. MUSTAFA AÇIKGÖZ İLKOKULU Mustafa Açıkgöz adının unutulmaması ve yaşatılması için yapılacak ilk işimiz kurucu müdürü olduğu Akbulut İlkokulunun adını “Mustafa Açıkgöz İlkokulu” olarak değiştirmektir. Her ne kadar günümüzde okulumuz faaliyette değilse bile öğretmenimizin adının oraya yazılması onun hakkıdır. İÇİMİZDEN BİRİ GİBİ Çok sevilen ve sayılan insanlar için söylenen o meşhur "İçimizden Biri - Bizden Biri" ifadesini Mustafa Açıkgöz öğretmenimiz için kullanamıyorum çünkü O, bu ifadenin fevkinde bir konuma sahipti. Evet sonuçta o içimizden biri oldu. Bir eğitimci olarak köye geldiğinde "salla başını, al maaşını" ifadesinde olduğu gibi davranmayıp devletin bir memuru olarak aramıza katılıp sadece "içimizden biri" olmak yerine O, kutsal öğretmenlik mesleğinin bilinciyle hareket ederek bizi hep "kendinden biri" yapmak için çabaladı durdu. Çünkü görevi buydu. KÖYÜMÜZ AÇIKGÖZ AİLESİNE MİNNETTARDIR. Tabi bu görevini yerine getirirken yanında eşi Zeliha annemiz ve çocukları Yücel, Emel, Ümit , Nevin ve Dilek kardeşlerimiz vardı. Her biri, dört bir koldan köyümüzün makus talihini yenip ilerlemesi için katkı vermişlerdir. Tamam, mesleğimiz icabı bizim evlerimiz “tezek” kokar, üstümüz başımız hep kir-pas içinde olurdu ama öğretmenimizin yuvasına yaklaştığımızda burnumuz temizlik kokusu alır bu da annelerimizi özendirir, “öğretmenin garısı şöyle yapıyor, böyle ediyor” diye duyduklarını gördüklerini birbirlerine salık verirlerdi. Gerek öğrenciler aracılığıyla ve gerekse ev ziyaretlerinde edinilen bu bilgilerin dikkate alınması Zeliha annemizi de bir öğretmen gibi görmeleri, ev ve üst-baş temizliğinde onu örnek almalarıydı. Daha başka, mesela bizim emsalimiz Yücel kardeşimizin temiz giyimi, nazik davranışı ve efendi tavrı bizi etkiler biz de onun gibi olmak için gayret gösterirdik. HEM ÖĞRETMEN, HEM DOKTOR, HEM ECZACI İlkokul öğrencilerinin kabusudur iğneciler. Malum sağlıklı bir nesil için bu çağlarda olmamız gereken çeşitli aşılar vardır. Bu yüzden aşılama için okula gelen sağlık ekibini atlatmak için bin bir dümen kurar, kaçma yolları arardık. Akbulut Köyün'de Meslekler yazı dizimizde de belirttiğimiz gibi öğretmenimiz de bir "iğneci"idi. Torunu Eda Hanım hatırlattı bir yazısında "Köydekiler " bu köyün hem öğretmeni, hem doktoruydu" diyor. Gerçekten bu konuda da donanımlı biriydi. Sağlık sorunu olanlar bir aile hekimiymiş gibi O'na danışır, onun yönlendirmesiyle ihmal etmez tedavisi için doktora giderdi. Hatırlıyorum da köyde sağlık sorunu olanlar arttığında ilçeden doktor ve hemşire çağırır, ayakta tedavi olacaklar okulun yanına çağrılır, gelemeyecek olanlara bizzat evinde tedavi uygulanırdı. Kim olduğunu şimdi hatırlayamıyorum ama elini kesen bıçak yarası yüzünden kolu dirseğine kadar şişmiş bir kadın gelmiş, caminin merdiveninde ağlıyordu. Hemşire de hem pansuman yapıyor, hem de onu teselli ediyordu. Müdür odasında bir ecza dolabı vardı. İçinde tentürdiyot, pamuk, sargı bezleri gibi pansuman gereçleri, çeşitli merhemler ve basit ağrı kesiciler bulundurur. Kaza durumlarında bir doktor gibi koşar gerekli müdahalede bulunurdu. Hiç bir karşılık beklemeden köylünün dertlerine de derman olmak için çabalayan çok değerli bir insandı. EĞİTİM ORDUSU KOMUTANI Mustafa Öğretmenimiz, hep düşünerek hareket eder, doğru bildiğinden asla taviz vermez, gerekirse bedenini ortaya koyardı. Bu yönüyle bir öğretmenden öte omuzlarında dünyanın sorumluluklarını taşıyan bir komutan gibiydi. O komutan ki aynı zamanda hem bir öğretmen hem bir eş ve hem de bir baba idi. Doğduğu topraklardan uzak bu gurbet elinde eşi ve çocuklarıyla birlikte yaşamak elbette kolay bir şey değildi. Şehre gidilecek yol yok, vasıta yok. Yayan gitmeye kalksa diz boyu çamur ve çökeklerden bezerken insan O buna boyun eğmiş, bir an önce tayinini aldırıp rahat edebileceği başka yerlere gitmek yerine köyün zorlu hayat koşullarına karşı yaşamak ve yaşatmak için direnmiştir. Muhtar ve imam ile birlikte “Köy İhtiyar Heyeti”nin doğal bir üyesi olarak köyümüzün kalkınması ve gelişmesi için gereken çabayı göstermiş; yerine göre akıl danışılmış yerine göre önerileri kaale alınarak öğretmenlik mesleğinin dışındaki konularda da kendisinden yararlanılmıştır. Köyümüzün o yıllardaki hal-i pür melalini burada anlatmama gerek yoktur zannederim. Kendisine kıt kanaat yetecek kadar üretimle ziraat ve hayvancılıkla uğraşan köylü fakirlikten üst-baş almaya para bulamaz yama üstüne yama yaparak yaşardı. Süverlik nedir? şimdi kaçımız biliyor. Bir giydiğini bir daha giymeyenlere anlatmak mümkün mü? bunu. Bir öğretmen olarak okulda öğrencilerine hayatı öğretirken, giyim kuşamından, oturup kalkmasına; çevresiyle ilgilenmesinden güzel konuşmasına kadar köylüye de “rol-model” olmuştur. İlk Ders: İYİ KOMŞULUK İLİŞKİLERİ Yaşadığı çevrenin dışına çıkıp başka bir toplum içine giren bir insanın yaşadığı yalnızlığı ve çektiği sıkıntıları anlatmak mümkün değil, bunu ancak yaşayanlar bilir. Burada “komşuluk” kavramı çıkıyor karşımıza. O komşuluk ki neredeyse birbirine yabancı iki ailenin akrabaymış gibi birbirinin “vârisi” olabilecek ilişkiler bütünüdür. Mustafa Öğretmenimiz belki de bize ilk önce bu konuyu öğretmişti. İyi komşuluk ilişkileri. Bırak yabancı biriyle iyi geçinmeyi birbirine komşu kardeşler bile kavgalı-dargın yaşarken O, bu hususa dikkat etmiş, komşularıyla kurduğu iyi komşuluk ilişkisiyle köyümüze örnek teşkil etmişti. Hep “komşu” diye hitap ettiği komşusu Celalin Kemal’den bahsetmeden olmaz. Mustafa öğretmenimizin o zor günlerinde her konuda yanında ve yardımcısı olan Kemal Yılmaz’dan eşinden ve çocuklarından Yüce Mevlam razı olsun. (Âmin.) Bu nasıl bir komşuluk bağıdır ki Mustafa öğretmenimizin çocukları bugün bile bu komşularından Kemal Dedemiz diye bahsetmektedirler. İLKOKUL MU, ENSTİTÜ MÜ? Akbulut İlkokulu açılmadan evvel öğrenciler okul için Gelemet Köyüne, ondan önce de Gökçeboğaz köyüne giderdi. Gelemet, Sordanköy, Karanlıkdere, Çetirlik ve Sarımsak Kışlakonak Köyü adı altında tek bir köy yapılır. Merkez köy olarak ilkokul Gelemet’e açılınca Sordanköy, Karanlıkdere, Çetirlik ve Sarımsak köylü öğrenciler bu defa Gelemet’e gitmeye başlarlar. 1967 yılına gelindiğinde Kışlakonak Köyü’nün ikinci mahallesi olarak Akbulut adıyla tanzim edilen (1996 yılında muhtarlık olan) köyümüze Akbulut İlkokulu açılır ve Sordanköy, Karanlıkdere, Çetirlik ve Sarımsak köylü öğrenciler burada okumaya başlarlar. Bu arada, köyümüze Cami ve okul yaptırmak için çalışan merhum Ali Rıza BAKİOĞLU’nu ve Caminin ihyası için çalışan merhum Hacı Habib MERAL’i de rahmetle analım. Allah(cc), her ikisinden de razı olsun. OKULA GİDELİM, OKULA GİDELİM OKULA GİDİP, OKULA GİDİP N'APALIM Tarım ve hayvancılıkla uğraşan köylü için o gün okulun bir önemi yoktur. Hatta, işgücü kaybı olarak köylüye zarar bile vermektir. Çocuğunu okula göndermek istemeyen velilerin itirazı meşhurdur; ”Amaan be örtmen bey, okuyup da Gaymakam mı? olacak.” Köylü kaymakamların uzaydan geldiğine inanıyor olmalı ki adam olmak için okumanın lüzumlu olduğuna da inanmıyordu. Bu yanlış inancı kırmak zordur ama öğretmenimiz bunu da başarmıştı. Herkes tatildeyken o Ağustos ayında köye gelir, öğrenci kayıt dosyasını alır koltuğunun altına ve bütün köyleri (Sordanköy, Karanlıkdere, Çetirlik ve Sarımsak) ev ev ziyaret eder, okul çağına gelmiş olanları bizzat yerinde tespit eder ve kaydını yapardı. Gerek askerliğini geciktirmek için ve gerekse geç kayıt yaptırdığı için küçük yazdırılan ya da ölen kardeşinin kimliği verildiği için büyük görünenler için bir orta yol bulurdu. Tüm çabalara, resmî uyarı ve ceza tehditlerine rağmen ekim ve hasat nedeni ile köy yerinde okullarda eğitim-öğretim tam teşekküllü olarak bir ay geç başlar ve bir ay erken biterdi. Sair zamanlarda sık sık izin alınarak çocuklar tarla işlerinde çalıştırılır, öyle zamanlar olur idi ki evden tarlaya, tarladan okula gider; akşam olunca da okuldan tarlaya ve tarladan eve dönerdik. Bu nedenle isterdik ki Cumartesi-Pazar hatta yaz tatilleri hiç olmasın, böylece köy işlerinden yırtalım!.. Kız çocuklarının okula gönderilmemesi ayrı bir sıkıntı idi. Bir müdür olarak disiplinli tavrıyla köylü üzerinde kurduğu güven sayesinde, kavgasız gürültüsüz bir şekilde tüm bu zorlukları sabırla çalışıp teker teker aşmasını bilmişti. Mezun ettiği öğrencilerinin ortaokul ve liselere gidebilmesi için hatta parasız yatılı okulları kazansınlar diye ilçeye götürür sınavlara sokardı. Gözlerinde ışık gördüğü öğrencileriyle özel olarak ilgilendi. Sarımsak’tan Neriman ÇELENK öğretmenimiz bunlardan ilkiydi. Öğretmen dediğin okulda öğrencileri eğitir öğretir. Ama bizim öğretmenimiz bununla yetinmez okulun fiziki yapısı ve çevre düzenlemesiyle de uğraşır, projeler geliştirirdi. Bunlardan ilki Kayışyeri’nden sökülüp getirilen ve yol kenarına dikilen çam ağaçları olmuştu. Okula geç başladıkları için zaten koca koca adamlar olan öğrencileriyle birlikte kendisinin de bizzat çalışarak yaptığı bu hizmeti bugün köy meydanına ayrı bir güzellik katmıştır. Daha sonraki yıllarda okulun bahçe sınırları boyunca diktirdiği kavak ağaçları büyüyünce kesilip satılmış köye irad kaydedilmişti. Dere kenarlarındaki klasik kavak ağaçlarından başka kavak bilmeyen köydeki birçok aile de bu örneklemden yola çıkarak sulak arazilerine kavak fidanı dikerek tütüncülük dışında da çeşitli gelirler elde etme yolları bulmuştu İşte bu yönüyle Mustafa Açıkgöz öğretmenimiz bir yerde “uygulamalı eğitimle” köyümüzün gelişimine katkıda bulunmaktaydı. KÖY ÖĞRETMENLERİ Köyümüz tarihi geçmişiyle Alaçam ilçesinin nadir köylerinden birisidir. Bir dağ köyü olmasına rağmen köye atanan güzide öğretmenleri sayesinde kendini kısa sürede toparlayıp dünyaya açılmıştır. Akbulut İlkokulu ilk açıldığında kurulan düzen sayesinde bizler gerçekten çok kaliteli bir eğitim aldık. Bizlerin okuyup adam olması için tabiri caizse “dişini tırnağına takıp” çalışan bir öğretmenler kadromuz vardı. Burada sevgili öğretmenimiz Mustafa Açıkgöz’ü yâd ederken onun kadrosunda yer alan ekip arkadaşları diğer öğretmenlerimizi de anmadan geçmek olmaz. Ülkemizin çeşitli bölgelerinden gelen öğretmenlerimiz vardı. İkinci sınıf öğretmenim Yusuf Bey Kars ilimizden, Resul Güneytepe öğretmenimiz Ordu ilimizden gelmişlerdi. Sacit ve Yusuf öğretmenlerimiz kısa sürede ayrılmışlar fakat onlardan sonra gelen Alaçamlı öğretmenlerimiz Ahmet Fazıl Aksoy, Mehmet OYAR, Sezai GÜNER ve köylümüz merhum Fevzi ŞEN öğretmenlerimiz ile oluşturduğu kadrosu adeta “Mahşerin Beş Atlısı” gibi köyümüzde bir devrim gerçekleştirmişlerdir. Tekin Çelenk kardeşimizin vurguladığı gibi “her birinin on parmağında on marifet” olan bu kadronun hakkı ödenmez. Ülkenin düşünür ve siyasetçileri köylülüğü öldürmenin derdindeyken onlar hep birlikte köylerimizi nasıl ayağa kaldırırızın hesabını yapıyorlardı. Ayrıca belirteyim ki, Mustafa öğretmenimizden bayrağı devralan Şahinde ve Sami ASAN öğretmenlerimiz de 11 yıl kesintisiz bir süreç ile bu hizmeti sürdürmüşlerdir. Adını zikredemediğim diğer öğretmenlerimizle birlikte yaşayanlara sağlıklı ömürler, vefat edenlere de rahmetler dileriz. Allah(cc), hepsinden razı olsun. *** Not: PİŞMANLIĞIM.(Affet Beni Öğretmenim) Şu hayatta en çok sakındığım şey “verdiğim sözde duramamak” ve “geç kalmaktantır.” Ve korktuğum başıma geldi. Yıllar sonra Mustafa öğretmenimle köyümüzde karşılaşmıştık. O zaman kendisinden uzun soluklu bir röportaj yapma sözü almıştım. Araya giren corona illeti de dahil dünya meşgalesi beni verdiğim sözümden etti. Geç kaldım. Hem de çok geç. Özür dilerim öğretmenim. Tıpkı okulun camını kırdığımda o gün affettiğin gibi beni bugün de affet, hakkını helal et. Nur içinde yat. Mekanın cennet olsun. (Âmin-e Yâ Muin.) /Çetin KOŞAR 31.12.2021

7 Aralık 2021 Salı

Fadime Abula

 


FADİME ABULA
Eskiden köyümüzde büyük kız kardeşlere "abla" yerine "aba" deniyordu. Fakat annem O'na hep "abula" diye hitap ederdi. Çünkü Fadime Abulası bir ilaz(Laz) kızı ve aynı zamanda bir ilaz gelini idi. "Kapı-komşu" idik. Uzak diyardan köye gelin gelen annem için sığınılacak bir limandı Fadime Abulası. Bu "kardeşlik bağı" o kadar ileri düzeyde idi ki Fadime Abula’sının annesine de ismini belirtmeden direkt olarak "ana" derdi. Şimdi hepsi birbirlerine kavuştular.
Şairin dediği gibi "Bazan ölüm vardır, Ölümden önce gelir." Fadime Halam aslında bugün değil, yıllaaar yıllar önce "hayata gözlerini yummuştu." Yakalandığı amansız hastalığın tedavisi için kullanılan ilaçlar O'nu gözlerinden etmişti. Aynı âkibete uğrayan annemde de işitme kaybı (sağırlık) oluşmuştu. Bir gün annemle konuşurlarken "Güllü Gelin, benim gözlerim görmüyor senin kulakların duymuyor. İkimiz bir araya gelirsek bi'insan ederiz; sen bana göz ol, ben de sana kulak olayım." diye şakalaştıklarını duymuştum. Komşuluk haklarından da öte bir kardeş gibi insanların birbirine "göz-kulak" olması ne güzel şey değil mi?
Fadime Halam, artık bir "âmâ" idi. Hayatı dünya gözüyle değil de kalp gözüyle gören biri olmuştu. Elbette bu zor günlerinde onun en büyük yardımcısı "can yoldaşı" eşi Merhum Selahattin Dayı idi. Kendi ifadesiyle "Kenan'ın Bubası." Ne zaman ki Selahattin Dayı Rahmetli oldu, işte o günden itibaren daha önce gözlerini kapadığı hayata şimdi de "gönlünü kapatmıştı." Eşinin vefatından sonra hayattan umudunu kesmiş, o güler yüzlü insan canlısı Fadime hala gitmiş yerine, tabiri caizse “yaşayan bir ölü” gelmişti.
Fadime halamın, eşi Selahattin dayı için sarfettiği “Kenanın Bubası” ifadesi İslam kaynaklı eski bir gelenektir; ana-babalara ilk çocuklarının ismi "künye" olur; babalar "Ebu-oğul adı", anneler ise "Ümmü-kız adı" ile anılır öyle tanınırdı. Hatta, mezar taşlarında bile yazardı bu künyeleri. Aynı zamanda eşler de birbirlerine isimleri ile hitap etmez;"hişt, bana bak, herif..." gibi lakırtılar ederlerken Fadime Halam bu kadim kültürümüzü köyümüzde yaşatan tek kişiydi. Allah(cc), O'ndan razı olsun!)
Köyümüzdeki hitap şekillerinden birisi de eğer hitap edilen kişi öz akraba değilse kullanılan "akrabalık adı"nın başına özel adı da eklenirdi. Tıpkı "Fadime Hala" sözünde olduğu gibi. O, bizim de Fadime Halamız idi. Bizde “Hala” babanın kız kardeşi için söylenen bir akrabalık adıdır. Fadime Halamın en çok sevdiğim sözlerinden birisi de bize hitaben söylediği sözlerin sonuna "Danam!" ifadesini eklemesiydi. Dana, öküz adayı genç erkek sığıra denmektedir. “Dana ve sığır” isimleri günümüz gençlerine anlamsız, hatta abes gelebilir. Oysa, tarımsal kültürde öküz “ana, baba ve ata” gibi kutsaldı. Toprağı ekip biçen ve bu sayede hiç kimseye muhtaç olmadan yaşayan bir aile için bir çift öküz en büyük servetti. İşte bu ve buna benzer sebeplerden ötürü erkek çocukların “danam” diyerek sevilmesi tarımsal kültürün bir parçası idi. Mesela, birisine “kuzum” diye hitap etmek o kişiyi koyun yerine koymak mıdır? Yoksa, kuzunun rengi ve yününün yumuşaklığı gibi saf ve temiz duygu yüklü sevgiyi ifade etmek için midir? İşte, Merhume Fadime halamız da bizi “danam” sevgi sözcüğüyle severken aynı zamanda bir tarım toplumunun bir ferdi olan bizleri ululuyor, yüceltiyor ve yüreklendiriyordu.
***
Tatlı dilli, yumuşak sözlü, güler yüzlü, kibirden uzak alçak gönüllüydü. Yaptığı bir şeyle öğünmez, anlatırken boynunu hafifçe yana eğer "Geliverdüg, gidiverdüg, ediverdük, yapıverdüg... " gibi masumane yüklemler kullanırdı.
***
Yukarı Köy’ün tepesinde su kuyusu yoktu. Eski günlerdeki Fadime Halamı, omzunda boyundurukla Hikmet Dayı'nın kuyusundan eve su "çekerken" hatırlıyorum. Daha sonraları su tankları(tanker) ile ve en son da evlere şebeke suyu bağlansa da sadece su değil “dünyanın yükünü” taşıyacağı kadar taşımış biri olarak ayrıldı bu dünyadan. Şairin dediği gibi O'nun da "Dünya Sürgünü" sona erdi ve kavuştu “En Sevgilisi”ne, ebedî hayata ve kendinden önce gidenlere. O bir anne idi. Rabbim rahmetiyle muamele etsin, mekanını Cennet eylesin, Efendimiz(sav)'in sancağı altında buluşmayı hepimize nasip eylesin.( Âmîn.)
/Çetin KOŞAR
6 Aralık 2021


30 Kasım 2021 Salı

Köy Yorganı Ve Pskoloji

 



Köy yorganlarını bilirsiniz. Parlak renkli, işlemeli ve ağırdır. Sizi sarmalar. Uyurken üzerinizden düşmesi de pek kolay değildir. Yapılan araştırmalarda bu tarz ağır yorganların psikolojimize olumlu etki ettiği tespit edildi.
 
Son zamanlarda uluslararası deneylerde yapılan gözlemler ağır yorgan altında yatmanın stres bozuklukları, anksiyete, uykusuzluk sorunları ve daha birçok psikolojik hastalığa gerçekten de yarar sağladığını bilimsel olarak kanıtlanmış durumda.
 
Konu üzerinde araştırma yapan bilim insanlarına göre, özellikle uyku öncesi vücut üzerinde hissedilen ve rahatsız edici olmayan bir kuvvet insanı oldukça hızlı bir şekilde sakinleştiriyor.
 
Bu etkinin çalışma prensibinin sarılma ile benzer olduğunu dile getiren araştırmacılar, anne kucağındayken sıkıca sarılan bebeklerin ağlamayı kesmenin altında yatan bilimsel nedeninin bu etki olduğunu söylüyorlar.
 
Işte bu noktada özellikle bebekken ağır bir yorganın altında yatarken huzurlu hissetmenizin nedeni ortaya çıkıyor. Yorganın üzerinizde yaptığı kuvvet ve sarılma hissi, anne kucağındaki güveni hatırlattığı için beyinde oksitosin salımını çoğaltarak size kendinizi huzurlu ve güvenli hissettiriyor.
 
Birbirinden bağımsız olarak yapılan araştırmalara göre vücut ağırlığının yüzde onu kadar ağırlıktaki bir yorganla yatmak gerçek manada parasempatik sinir sistemini harekete geçirerek güvenlik ve sakinlik hissi yaratarak stres, korku, sinir gibi duyguları azaltıyor.
 
Yani ortalama 60 kilo ağırlığında bir kişinin 6 kiloluk bir yorganla yatması depresyonu azaltıp  sinir sistemine fayda sağlayacak etkiler ortaya çıkartabiliyor.
 
Eskiden yün çırpar  yorgan dikerdi  annelerimiz...
 
Dişi koyun yününde olan maddî ve mânevî hassalar diğer yünlerde yoktur. Koyunların üzerine güneş doğmaz.
 
Koyun yünü sinyal ve radyasyon emicidir. Evimizde yoğun kullandığımız, cep telefonu, modem, kumanda gibi elektronik cihazların yaydığı radyasyonu emerek vücudumuza zarar vermesine mani olur yün. Bunun için bilhassa yorgan, yastık ve döşeğimizin koyun yününden olmasına itina göstermeliyiz.
 
Koyun yünü dinlendiricidir ve rahat uyku sağlar. Çünkü koyun yünü, vücutta biriken statik negatif enerjiyi alır. Böylece bedenimizde oluşan yorgunluk ve rehavet üzerimizden kalkmış olur.
 
Koyun yünü ısıyı dengeleyicidir.
 
Soğuğu geçirmez. Koyun yününden yapılan ürünler yazın serin, kışın sıcak tutma hususiyetine sahiptir. Yün yanmaz. Ateşe, aleve karşı dirençli ve dayanıklıdır. Alerjik değildir ve alerjik ortamların oluşmasına fırsat vermez. Yün terletmez, teri emer, ter yapmaz.
 
Ağrıları alır. Bir çok romatizma ağrılarına iyi gelir.
 
Yün elektiriği ref eder. Yünden elektrik cereyanı geçmez, yalıtkandır. Çobanlar kepenek içinde yağmurdan, doludan, kardan, her türlü soğuktan müteessir olmadıkları gibi kepenek içinde iken yıldırım isabet etmez.
 
NETİCE
Yün yatakta yatamıyor, yün yorganla örtünemiyorsanız en azından; yün çorap, fânile, gömlek giymeli, yün eldiven takmalı. Yün kuşak muhakkak kullanılmalı.
 
/Ziynet Dereci EHLİ
https://www.facebook.com/groups/821727191627829/posts/1276618612805349/

24 Kasım 2021 Çarşamba

Akbulut Köylü Öğretmenlerimiz


Başta, öğretmenler öğretmeni ilköğretmenimiz Sayın Mustafa AÇIKGÖZ olmak üzere köyümüze emek vermiş bütün öğretmenlerimizle birlikte köyümüzden yetişmiş öğretmen ve köyümüz ailesine katılmış gelin öğretmenlerimizin ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN.
(Akbulut Köyü Facebook Grubu)
(İsimler Alfabetik Sıralanmıştır. Unutulanları lütfen bildiriniz.)
________________________________
Ahmet KOŞAR (Ömeroğlu)
Ali Faik BAK (Turgutoğlu)
Aynur KOŞAR (Ahmeteşi)
Ayten ŞEN (Fevzieşi)
Büşra KOŞAR (Metinkızı)
Cihan Bak (Nazifkızı)
Çetin KOŞAR (Salihoğlu)
Dilek Şen TETİK (Ayhankızı)
Eminegül Yaprak (Adilkızı)
Ezgi KOŞAR (Uğureşi)
Fatma Aydoğdu ŞEN (Samikızı)
Fevzi ŞEN (Ahmetoğlu)
Günay BAKİOĞLU (Ali Rızaoğlu)
Hamdi ÖZKURT (Rafetoğlu)
Harun ŞEN (Kadiroğlu)
Hasan ŞEN (Sadıkoğlu)
Kadriye Yılmaz (Ali Osmankızı)
Kazım YILMAZ (Seyfettinoğlu)
Kemal BAK (Hamitoğlu)
Mahbube F. KOŞAR (Muratcaneşi)
Meryem Aslan BAKİOĞLU (Günayeşi)
Muratcan KOŞAR (Çetinoğlu)
Neriman ÇELENK (Dursunkızı)
Tevfik DEMİR (Mehmetoğlu)
Özlem ŞEN (Hasankızı)
Sezgin AY (Bayramoğlu)
Zeki ŞEN (Nedimoğlu)

23 Kasım 2021 Salı

Molla M. Salih KOŞAR İcazet Aldı

Ali Düzenli Hocamızın Son Talebeleri

[ HABER ]
Köyümüz Koca Ömer sülalesinden Sefercüğün Salih'in torunu Salih Muratcan Koşar, Samsun Müftülüğü Emekli Baş Vaizi Ali Düzenli hocaefendiden aldıkları şer'i ilimler neticesinde Peygamber Efendimizden günümüze kadar gelen ilim silsilesine adını yazdırmaya layık görülerek İCAZET almıştır.
Gümüşhane Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi'nde başladığı Lisans eğitimini Samsun OMÜ, İlahiyat Fakültesi'nde tamamlayan S.Muratcan aynı zamanda Pedagojik Formasyon (Öğretmenlik Sertifikası) sahibidir.
Hâlen OMÜ, İlahiyat Fakültesi'nde Yüksek Lisans proğramına devam eden Salih Muratcan aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanlığı Tokat ili Erbaa ilçe Müftülüğü din hizmetlerinde görev yapmaktadır.
Kendisini tebrik eder, başarılarının devamını dileriz.
_____________________
NOT:
Molla (Farsça:ملا), İslamî ilâhiyat ve dinî yasa (fıkıh) üzerine eğitim almış din bilginidir. Molla terimi, İslam Dünyasında öncelikle din âlimlerine ait bir saygı terimi olarak anlaşılır.
Eğitimli bir molla İslami Eğitimleri ve İslami kanun ilmini, yani fıkıh ilmini almalıdır. Dinî eğitim, mollalık mevkiinin temel prensibidir.
Molla unvanı almış birçok insan, Osmanlı Devleti'nde önemli görevler almıştır. Molla Gürâni, Molla Hüsrev, Molla Yegan, Molla Şemsettin Fenari gibi molla unvanına sahip kişiler, Osmanlı Devleti'nde şeyhülislamlık görevini üstlenmişlerdir. Sait Molla ise Şûra-i Devlet üyesi, Adalet Bakanlığı Müsteşarı görevini almıştır.
Mollalar, İslam Hukuku (fıkıh), kelam, tasavvuf, sünnet, hadis, şeriye gibi ilimler üzerine fetva verebilirler. Kadılık yapabilirler. Günümüz ölçeğinde "Profesör" düzeyindedirler.

Molla M. Salih KOŞAR yazıyor...
Lisans eğitimimin ilk zamanlarında okumalarım esnasında "İmam-ı A'zam Ebu Hanife fıkıh ilmini hocası Hammad bin Ebi Süleyman'dan, Hammad da hocası İbrahim Nehai'den, Nehai de hocası Alkame'den, Alkame de hocası Abdullah bin Mesud'dan, Abdullah bin Mesud'da Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)'den bu ilmi tahsil etmiştir." ifadesi bende derin bir iz bırakmıştır. Hz. Muhammed'den Ebu Hanife'ye uzanan bu silsile, sanki zaman mefhumunu bir kenara bırakmış, Ebu Hanife'nin Peygamber efendimizden bizzat ders aldığı düşüncesini uyandırmıştır. İlmiyle ve ameliyle imamların a'zamı olarak kabul edilen Ebu Hanife, bu silsile ile peygamber efendimize ulaşmasına epey gıbta etmiştim. Bu benim için ulaşılması imkansız bir olay olarak zihnime yer etmişti.
30.10.2016 tarihinde ummadığım bir kapı açıldı. Yıllardır yaşadığım memleketimde adını ilk kez duyduğum bir hocaefendi ile tanışmak nasip oldu. Kendisinden ilim tahsil etmek adına bizi öğrencisi olarak kabul etmesini istedik. O da kendi hocasından tahsil ettiği ilmi bizlere Allah rızası adına karşılık beklemeden tüm gayretiyle aktarmayı kabul etti ve bu serüven başlamış oldu.
02.11.2016 tarihli Çarşamba günü, hocaefendi evinin kapılarını bizlere açtı. Dört yıl boyunca, haftada altı gün bizlere çeşitli şer'i ilimlerden gerek teorik gerek pratik birçok ders verdi. Talebelerine gaflet çökse dahi kendisi azimle ve heyecanla dersleri anlatmaya, şerhlere, haşiyelere dalmaya, demir leblebi denilen ibareleri kırmaya devam etti.
Elhamdülillah. 16.04.2020 tarihi itibari ile bu dönemin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Üstad'ım, kendi hocası Muhiddin Efendi'den okuduğu tüm eserleri bizlere okutmuş, önemli gördüğü kısımları da ekstradan bizlere mütalaa ettirmiştir. Nihayetinde bizleri layık görmüş ve Peygamber efendimizden günümüze uzanan ilim silsilesine adımızı eklemiştir. Bu sayede merakla imrendiğim molla ünvanı nasip olmuş, İmam-ı A'zam hazretlerine gıbta ettiğim, Peygamber efendimizden günümüze uzanan ilim silsilesine dahil olmamız takdir edilmiştir. Böylelikle ilim yolculuğumuzun ilk adımı Allah'ın izni ile nihayete ermiştir. Bundan sonraki süreçte istikametten ayrılmamak yüce Allah'a niyazımızdır.
Bu süreç boyunca başta bize ilim yolunda rehberlik eden, üstadım Samsun Emekli Başvaiz'i Ali DÜZENLİ hocama, akademi eğitimim süresince halimizi anlayan maddi ve manevi destek sağlayan 19 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyeleri bilhassa Rıza KORKMAZGÖZ ve İbrahim Hakkı İNAL hocalarıma ve elbette benden herhangi bir maddiyat beklemeksizin destekleyen kıymetli babam ve annem, Çetin ve Ayşe KOŞAR'a ve kardeşim Mustafa Emirhan KOŞAR'a, davetlerine yoğunluğum hasebiyle birçok kez icabet edememiş olmama rağmen beni hoşgörü ile karşılayan ağabeylerim ve dostlarıma, ve bu süreç boyunca birbirimize desteği bırakmaya rahle arkadaşlarıma teşekkürü borçbilirim.
Bu süre zarfında, üstadımız ve tahsil edilen ilme hürmeten, Allah'ın lütfu ile birçok saygıdeğer hoca ve saygıdeğer şahsiyetlerle tanışma fırsatı buldum. Keza adını zikredemediğim diğer hocalarımıza da teşekkürü borçbilirim. Ve elbette bu ilmi günümüze kadar ulaştıran nice alimlerden Yüce Allah razı olsun. Makamları Cennet olsun. Allah-u Teala'nın izni ile şefaatlerine nail olmak nasip olsun.
Hamdlerin hepsi Âlemlerin Rabbi olan Allah'adır.




 

22 Mayıs 2021 Cumartesi

Akbulut Köyü’nde Bir Ak Güvercin

 

"konsun yine pervazlara güvercinler
hû hû lara karışsın âminler
mübarek akşamdır
gelin; ey fatihâlar, yâsinler."
 
 
Köyümüzde güvercin yoktu. Zaman zaman Devret civarındaki köy ormanlarında görülürdü. Bunlar da “yaban güvercini” dediğimiz kaya güvercinleri idi. İkişer üçerli gruplar halinde bir görünürler, avlamak için yaklaşmak da mümkün olmazdı. Çok ürkek hayvanlar idi. Ama haklıydılar. Yerde biz avcı insanlar gökte doğan, şahin ve atmaca gibi alıcı kuşlar hep bu güvercinin lezzetli eti peşindeydik.
 
Günümüz şehirlerinde cami civarlarında yoğunlaşan bu kaya güvercinleri insanlar tarafından sürekli beslendikleri için yabani dediğimiz kardeşlerine göre etine buduna epey semirmişlerdir. İbadethane civarlarını mesken tuttukları için bir yerde kendilerine dini bir ruhaniyet atfedilen bu şehir güvercinleri, eti çok lezzetli olmasına karşın dağda yaşayan kardeşleri gibi avlanmaktan yırtmış durumdadırlar. Neredeyse evcilleşmiş gibidirler ama yine de “fiziki mesafeye” özen göstermektedirler.
 
Bu kaya güvercinlerinden başka yine bu güvercingiller ailesinden olan, telaşlı uçuşlarından dolayı köyümüzde adına “even, acele eden” manasına “evelek” dediğimiz “üveyik”ler gelirdi buğday hasadı zamanlarında. Güvercin yuvasına hiç rast gelmedim ama bu üveyik yuvalarına çok rastlardık “Hasbinin Dağı”nda. Üç beş dal parçasından müteşekkil derme-çatma basit bir yuva yapma teknikleri vardı. En fazla iki yumurtaları olurdu. Kısa sürede büyüyen yavrular daha tüylenmeden annelerinin iki katı büyüklüğe ulaşırlardı. Pek güvenli olmayan bu yuvalardan bir an önce uçup gitmek için sabırsızlanırlardı. Bilirsiniz, kuşlar yuvayı sadece üreme için yaparlar. Onların yaşam tarzı “nerde akşam orda sabah” şeklinde olup “tünek”lerde yaşarlar. Akşam olunca buldukları bir ağaç, çatı arası, salaç, çalılık vb. her yer tünemeleri için uygun yerlerdir.
 
Bir ara Hasbinin Alison bu evelek yavrularını annelerinin gözü önünde yuvalarından alıp yine göstere göstere evine getirip bir kafese koymuş, kafesi de annelerinin ulaşabileceği yere koymuş ki anne yavrularını beslemeye devam etsin. Düşündüğü gibi de olmuş yavruların annesi hatta babası sürekli gelip gidip bu yavrularını doyurmuşlar. Alison’a alışan yavrular uçma çağına geldiklerinde onları salmasına (serbest bırakmasına) rağmen bu yavru üveyikler Alison’u bırakıp gitmemişler adeta evcil hayvan gibi uçarak gidip dolaşıyorlar tekrar yuvalarına dönüyorlardı. Taki bir atmacaya yem olana kadar.
 
 
GÜVERCİN ADININ ETİMOLOJİSİ
 
Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-i Lugati't-Türk” adlı eserinde “kögürçgǖn; al
Ebu Hayyan’ın  “Kitabu'l-İdrak” adlı eserinde “kögerçin” olarak geçen güvercin adı Hızır Paşa’nın “Müntehab-ı Şifa” adlı eserinde “gögercin yumurdası” olarak tanımlara girmiştir.
 
 
SİMGE OLARAK GÜVERCİN
 
Bilindiği üzere insanlar tarafından ilk evcilleştirilen kuş türü güvercindir.
 
Nuh Tufanında Hz. Nuh(as)’un gemisinden suların çekilip çekilmediğini anlamak için salınıp, ağzında zeytin dalıyla dönen güvercin barışın simgesi sayılmıştır. 1949 yılında Paris'te toplanan Dünya Barış Kongresi için Pablo Picasso'nun yaptığı kongre afişi de güvercin simgelidir.
 
Yahudi ve Hıristiyan inancında da günahsız ruhun simgesi güvercindir. Melekler hep güvercin olarak tasavvur edilir.
 
Mevlana'ya göre Veli'leri temsil eden kuş güvercindir. Anadolu ermişlerinin güvercin donuna (kılığına) girmeleri yaygın yeteneklerindendir. Hacı Bektaş-ı Veli de doğduğu topraklar olan Horasan’dan Anadolu’ya gelmek için güvercin donuna girmiştir. İslam inancına göre güvercin Hz. Muhammed(sav)’in saklandığı mağaranın aranmamasına aracı olduğu gibi, kabe'ye güvercin konmadığı, hatta üstüne geldiği zaman derhal yönünü değiştirdiği inancı da bu kuşa atfedilen dindarlığın göstergesidir.
 
 
GÜVERCİNLERİN ÖZELLİKLERİ
 
Güvercini diğer kuşlardan ayıran bazı önemli özellikleri vardır. Bunların başında, su içme şekilleri ve yavru besleme özellikleri gelmektedir.
 
 
Su İçerken Kafa Dikme
 
Diğer kuşlar, bir yudum su alıp kafalarını yukarı doğru kaldırarak suyu öyle yutarlar. Kuşlarda burun delikleri ile gagaları arasını kapatabilecek bir yapı bulunmaz. Bu nedenle kuşlar, vakum oluşturup suyu emerek, yudum yudum içemezler. Suyu gırtlaklarına iletebilmek için kafalarını yukarı kaldırma gereksinimi duyarlar. Ancak güvercingiller, burun deliklerini de suya daldırırlar ve yemek borusundaki kasların yardımı ile vakum oluşturarak aynı memelilerde olduğu gibi suyu emerek içerler. Bu özellik sadece güvercingiller familyasına ait kuşlarda bulunmaktadır. Bu özellikleri nedeni ile güvercinlerin içecekleri su kaynaklarının ya da su kaplarının gaga ve burun deliklerini daldırabilecekleri derinlikte olmaları gerekir.
 
 
Kuş Sütü
 
Güvercinler yavrularını kursaklarında ürettikleri özel bir sütle besler. Bu besin yağ ve protein yönünden çok zengindir. Hem anne hem de baba güvercin tarafından üretilir. Güvercinin beynin altında bulunan hipofiz bezinin salgıladığı “prolaktin” adı verilen bir hormon, bu salgı mekanizmasını harekete geçirmektedir. Kursak çeperinden salgılanan bu besleyici maddenin bileşimi memelilerdeki süte oldukça yakındır. Halk arasında “kuş sütü” olarak bilinen bu salgı, güvercinlerde sadece kuluçka dönemi sonuna doğru yaklaşık bir hafta süre ile salgılanan bir maddedir.
 
 
MİTOLOJİDE GÜVERCİN
 
Güvercin, aynı zamanda mitolojik sıfatları olan bir kuş türüdür. Eski Yunan'da Afrodit'in simgesi sayılırken Hıristiyanlık zamanında daha ulvi bir anlam kazanarak insanın ölürken gövdesinden ayrılan ruhu simgelemeye başlamıştır.
 
Rüyada görüldüğünde, temiz, iyi haber olarak yorumlanan; uçarak yaklaşan güvercin tez haber; bir gül ağacına veya çiçeklerin arasına konarsa sevgiliyle ilgili haber olarak yorumlanır.
 
Aynı zamanda akıllı bir kuş türüdür, evini unutmaz, düşünemeyeceğiniz kadar uzaklara gitse bile gene de evini bulabileceği rivayet edilir. Beyinlerinde bulunan dünyanın manyetik alanını algılayabilen pusula benzeri bir yapı sayesinde yönlerini bulabilmekte olup bu nedenle eski zamanlarda “posta” işlerinde de kullanılmışlardır.
 
Temizliğe önem verirler. Bir şadırvanda, fıskiyede, göl ve dere gibi su kenarlarında banyo yapmaları, nasıl temizlendiklerini görmek büyük hayret uyandırır.
 
 
SİYASETTE GÜVERCİN
 
Türk siyasetinin unutulmaz simalarından biri olan Mustafa Bülent ECEVİT’in siyasi lâkabı “karaoğlan,” daha sonra kurduğu partinin amblemi de “akgüvercin” idi. Köyümüzde bir ağırlığı olan Türkiye’de adı “dürüstlük” ile anılan tek siyasetçisi Bülent Ecevit, 1988 yılında “Güvercin”  adlı bir dergi çıkarmış. Daha sonra parti amblemi de “ak güvercin” olarak seçilirken; 1991 yılında yazdığı “Ak Güvercin” şiiri partisinin seçim şarkısı olmuştu.
 
Barış, özgürlük, kardeşlik mesajını görsel olarak taçlandırmak isteyen kişi veya kurumların bu hayvanı uzun süre tutsak edip gösteriş yapma uğruna kullanmasını çok aşağılayıcı bulmuşumdur. Özgür bırakacaksan neden tutuklarsın. Hem bir de salarken zavallı hayvanı niye boşluğa doğru fırlatıp atarsın. Avuçlarınızı açsanız zaten hayvancağız kaçıp kurtulacak sizden.
 
 
DİĞER ÜÇ KONU
 
Güvercin bir kuştur. Kuşlar öttüğüne göre güvercinlerin de ötmesi gerekir ama güvercinler ötmezler, “kuğurur”lar. Kuğurmak, güvercinlerin kubarmasından esinlenerek güvercin ötüşüne verilen isimdir. Kubarmak ise bazı kuş türlerinin eşlerine “kur” olarak yaptıkları kabarmak, şımarmak, artistlenmek, şişinmek, dayılanmak, erkeklik taslamak vb. hareketlerdir.
 
Güvercinin insanın üstüne pislemesi uğur işareti sayılmış, piyango bileti almanın zamanı kabul edilmiştir. Piyango idaresinin simgesi de güvercindir. Hep “Ya çıkarsa!..” denmiştir ama hiç “Ya çıkmazsa!..” diyen çıkmamıştır.
 
Ekonomideki Finans literatüründe “gevşek politikaları” savunanlara “güvercin” denildiği gibi Politikada ise savaştan kaçınıp “diplomatik çözüm” aramakta ısrar edenlere de “güvercinler” denilmektedir. Savaşmak isteyenlere de “şahinler” denir.
 
***
 
 
ANNEMİN AK GÜVERCİNİ
 
Salondaki küçük pencerenin kenarında tavana asılı küçük silindir biçimindeki bir sepet içinde tutuyordu beyaz güvercinini. Kaçıp gitmesin diye sepetin üzerini bir tülbent ile örtmüş uçlarını da bir ip ile bağlamıştı. Sepetin örgü aralarındaki boşluklardan kar beyaz renkli tüylerini görürdüm.
 
Tarla dönüşü bin hevesle sepeti astığı yerden alıp indirir kuşu eline alıp kursak ve sırt kısımlarını sıvazlayarak sever, ürkek başından öper, kırmızı çubuklu renkleri olan melamin çay tabağıyla su verir, cücüg yivgülerinin (civciv yemi) küçük olanlarından yedirir tekrar kafes niyetine kullandığı elma sepetine koyar yerine asardı.
 
Bize ellettirmez, sadece kendi elinde tutarken sırtını okşamamıza izin verirdi. “Ama niye?” diyerek yaptığımız sızlanmalarımıza cevap olarak, “siz küçüksünüz, o da küçük ve çok narin, tutayım derken canını acıtır, kanadını incitirsiniz.” der idi. Bir de “niçin salonda duruyor? odamıza alalım.” önerimize “o dışarı hayvanı, kapalı yerlerde sıkılır, açık havada yaşar, sepeti pencere kenarına asıyorum ki hem hava alsın hem de dışarıyı seyretsin.” der idi. O sepetin asıldığı, pencere dediğim yer camsız, bir insan kafası sığacak büyüklükte penek gibi bir yer idi.
 
***
 
Köyümüzü ziyaret eden bu ak güvercini ilk fark edip gören komşumuz Nermin Şen halam idi. Evlerinin oradaki salaç ve samanlık gibi yapıların çatı ve sundurmaları arasında uçuşup duruyor Nermin halam da ürkütmeden ona yaklaşma yollarını arıyordu. En son hırmandaki eski samanlığın boğasasına konan güvercinin peşi sıra koşmaktan yorulan Nermin halam çaresin annem Güllü ingesinden (yenge) yardım istemişti.
 
Çağrıyı duyan annem elinde bir avuç zahra ile iki katlı eski evimizden aşağı inip geldi. Önce Nermin halam ile biz çocukları olay mahallinden uzaklaştırdı; Bu ev güvercini sizden ürkmüş, siz gidin görünmeyecek şekilde bir yere saklanın dedi. Biz hemen yeni samanlığımıza girip gısuruglardan (kısırık, çantı tekniğiyle örülen duvarın açıklıkları) güvercini dehlemeye (gözetlemeye) başladık. Annem fazla yaklaşmadan avucundaki zahrayı bir elinden öbür eline göstere göstere aktarmaya başladı. Zaman zaman bir kaç tanesini de güvercinden yana atarak hayvanın yeme gelmesini durduğu yerde bekleyip durdu uzun süre. Nihayet bu çağrıya daha fazla direnemeyen hayvan önce gelip annemin yakınında bir yere kondu. Bu sefer annem de yere oturdu ve avucundaki yemleri güvercine uzatıp beklemeye başladı. Yine uzunca bir süre annemi süzüp duran hayvan en sonunda annemin eline konup yemleri yemeye başlamıştı.
 
Annem bir kuşçu değildi. Evcil kümes hayvanlarımız dışında kuş bilmezdi. Köyümüze nereden geldiği bilinmeyen bu evcil güvercinle kurduğu bu irtibatı bende hep bir ulviyet uyandırmıştı; Annem köyümüze gelin gelmişti, buralı değildi. Ana-babası ve akrabaları uzak diyarlarda idi. Acaba bu güvercini onlar mı göndermişti “git kızımıza bir bak, ne yapıyor bir başına oralarda!...” diye düşünürdüm.
 
***
 
Bir kaç gün sonra bir gün annem eve geldiğinde sepeti boş buldu. Güvercinimiz kanadını açıvermiş, uçup gitmişti uzak diyarlara.
 
/Çetin KOŞAR
23 Mayıs 2021

13 Mayıs 2021 Perşembe

Akbulut Köyü’nde Meslekler; ÇERÇİLİK


 
Sosyal Medya gezilerim esnasında sevgili İsa AKIN kardeşimizin sayfasında rastladığım kadim dostum Kadir AKIN’a ait bir fotoğraf beni bu konuya sevk etti. O günlerde Çetirlik mahallemizde iki yaşıtım / kanka’m vardı. Bunlardan biri Nurinin Hüseyin diğeri de Hatiplerden Ahmetin Kadir idi. Aynı zamanda ilkokul arkadaşım olan bu iki genç adeta tüccar zihniyetli idi. Nurinin Hüseyin, okul zamanı okulda, bizim köyde nadir bulunan kış armudu (cörtük) satarken Kadir ise işi biraz daha ileri götürüp yani tüccar gibi alım-satım yapar; çarşıdan aldığı şeker, sakız, ayna-tarak, oyuncak vb. şeylerin satışını yapardı, düğünlerde bayramlarda.
 
Alaçam’da bakkal dükkanı açan Muhtar Ali Rıza BAKİOĞLU’ nu saymazsak köyümüzde “bakkal” şeklinde çalışan tek kişi Celalin Ahmet idi. ( Bkz: http://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/bakkal-ahmet-daynn-ardndan.html ) Bunun dışında evinin bir köşesinde sigara, sakız, iğne iplik türü gıldır-gıcık şeyler satanlar da vardı. Küçüklüğümden aklımda kalan ilk satıcı Mendünün Orhan AY idi. Sakız satardı. Bir tavuk yumurtası ya da mevsimine göre topladığımız “cagala”lar karşılığında. (O sakızlar ki “ece” markasında kare şeklinde olup içinden ayrıca vesikalık boyutunda renkli “artist” fotoğrafları çıkar, bir hevesle biz de onları biriktirirdik. O fotoğraflardan birini -ki o Türkan Şoray idi- cüzdanımda kalmış. Hani adettir, insan cüzdanında nüfus cüzdanı, para, aile ve arkadaş fotoğrafları taşırlar ya!... İşte bunun gibi o fotoğraf, ortaokulda bir arama esnasında  öğretmenin eline geçmiş, fotoğraf yırtılmakla kalmamış hoca “ne lan bu, annenin fotoğrafı yerine bunu mu saklıyorsun” diyerek, elleri dert görmesin iki de tokat aşk etmişti suratıma. O günden sonra cebimde cüzdan taşımaya tövbe etmişimdir.)
 
Bir bakkal gibi geniş ürün yelpazesine sahip olmasalar da köylünün ufak tefek ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde satış yapanlarımızdan bazıları, geçirdiği kaza sonrası sakatlanan Raif Yılmaz, Haspinin Alison… Konu açılmışken çarşıda sergi açıp alım-satım yapanlarımızdan da bahsedecek olursak benim aklımda kalan Nadirin Yılmaz YAPRAK idi. Tuhafiye üzerine çalışırdı zannederim. Muhtar Sunay’ın oğlunun da festivallerde sergi açtığını biliyoruz.
 
Paranın icadından evvel insanlar, takas / değiş-tokuş / trampa yani mal ile mübadele / değişim sistemini kullanıyorlardı. Önceleri köye gelen bir satıcı sattığı ürünün karşılığında para yerine arpa, buğday, mısır gibi tarım ürünleri alırdı. Mesela, sahil kesiminde oturan köylüler köyümüze karpuz getirirler karşılığında onlarda bulunmayan incir meyvesi alırlardı. Dağ köylerinden at sırtında tenekelerle kiraz satanlar gelirdi köyümüze. O gün köyümüzde nadir yetişen kiraz bizim için lüks bir meyve idi. Şimdi dalında kuruyup - kurtlanıyor da yiyeni bulunmuyor.
 
Çerçiliğin ortaya çıkış sebeplerinden en önemlisi ulaşımın zor olduğu, alışveriş yapmanın kolay olmadığı yerlerde yaşayanların ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Neticede köyümüze satış için gelenler düzensiz satıcılar idi. Çünkü köyümüz şehir merkezine o kadar da uzak değildi. 8-10 km’lik yolu yürüyerek de olsa çiğner gider, ihtiyaçlarımızı alır gelirdik.
***
Dünyaca ünlü Kırgız edebiyatçısı Cengiz AYTMATOV, “Ak Gemi” adlı romanında bahseder bu seyyar satıcılar / çercilerden. Ön okumalarımda aklımda kalan “Maşin-Mağaza” adı hep beynimi kurcalayıp durmuştu. Geçenlerde oturup (daha doğrusu yatarak) yeni baştan okudum “Beyaz Gemi”yi. Maşin’i meşin olarak algılayıp arkası “meşin brandalı satış arabası” olarak okuduğum romanın sonunda maşin’in Kırıgızca’da “motor” olduğunu öğrendim. Yani “motor mağaza.” Romanda anlatılan hikâye zaten bizim hikâyemizdi. Isık Göl’den başlayan ve Karavul dağının eteklerinden geçip sarp kayalık ve dar geçitleri aşarak ulaşılan Santaş köyünde seyyar satıcı (çerçi) ile yapılan pazarlıklar ve yaşananları okurken eskiden köyümüze gelen seyyar satıcılarla köylümüzün yaşadıkları geldi gözümün önüne. Örneğin bize bohçacılar gelirdi, bir minibüs dolusu ve köy içine dalarlardı birer ikişer. Kadınlarımız bu rengârenk kumaş-basma-pazenler karşısında kendilerini tutamaz hepsini açtırıp bakarlar, parasızlıktan alamayıp öylece bakakalırlardı. Hatta bir keresinde Suriye ve Lübnan’dan bile taksiyle gelip satış yapanlar vardı. Dışarıdan gelenlerin kumaşları daha bir canlı renkliydi ve yaldır yaldır parlıyor, göz alıyorlardı. Pahalı kumaşlardı ki köylü güç yetirip alamaz, nasıl oluyorsa, mesela, elli liradan açılan fiyat ine ine beş on liraya kadar düşerdi de bu defa da köylü “neden bu kadar çok ucuz veriyor, bir kusuru mu var” diye düşünerek almaktan vazgeçerdi.
 
***
 
Köyümüzde kullanılan bir “çer-çöp” ifadesi vardır. Çöpü biliyoruz da bu “çer” neyin nesi ola ki? (Eskiden “Neyin nesi” ifadesini “Ne innesi” diye telaffuz ederdik.) Aynı zamanda “döküntü, süprüntü” diyebileceğimiz bu “çer çöp” ifadesindeki “çer” çöp olmayıp işe yarar şey anlamındadır. Tarımsal üretim yapılan yerlerde döküntüler süpürülüp bir yere biriktirilir ve içinden işe yarar olanlar (çerler) seçilip ayıklanır ve geriye kalan işimize yaramaz olanlar (çöpler) çöplüğe atılırdı.
 
Türkçe sözlükte Çerçi; “Köy, Pazar gibi yerlerde ufak tefek eşyalar ve tuhafiye eşyaları satan kişi.” şeklinde tanımlanmaktadır. Buna göre “öteberi ya da kalabalık yapan eşya” anlamına gelen çer çöp deyimi de buradan gelmektedir.
 
Bir diğer benzer tanımda da Çerçi; “boncuk, iğne, lastik, makas gibi tuhafiye eşyaları yanında akla gelebilecek birçok eşyayı köy, pazar ve benzeri yerlerde dolaşarak satan gezginci esnaf” olarak tanımlanmaktadır.
 
Çerçi kelimesinin etimolojisi üzerinde bilimsel çalışmalar yapılmakta ve özetle Çerçi kelimesinin “sergici ve yaymacı” kelimelerinden türetildiği kabul edilmektedir. Satacağı ürünleri, tezgah niyetine yere serdiği bez üzerine dizip, serip, yayıp” sergileyerek/göstererek satan kişi.
 
Aslı çer olup bu işi yapana da -cı meslek ekiyle “çerçi” demek kafi iken dilbilgisi konusundaki çıkmazlarımız (cahilliğimiz) nedeniyle bir -ci meslek eki daha vererek bu mesleği yapanları “çerçici” olarak isimlendiriyoruz. Kök kelime olarak “çer”i değil de “çerçi”yi dikkate alanların düştükleri hata ise bu mesleği “bakkal, kasap, manav vb.” takısız meslek olarak algılamalarıdır. Dil yâremiz işte. Şâkinin çoğulu eşkiya olup, biz bu çoğul kelimeye bir -lar çoğul eki daha ekleyerek eşkiyalar dediğimizde söylediğimiz söz “şakilerler” gibi gülünç bir ifade olmaktadır. Tıpkı çocukların bakkal amcalarına “bakkalcı” demeleri gibi…
 
Kelime, Farsçada “carcı” yani "haberci, münadi" ve Moğolcada “çertçi” yani "parça, kırıntı" anlamlarına gelmektedir. Bu tanımlamayla da anlaşılıyor ki Çerçilerin ufak tefek şeyler satmalarının yanında toplum içinde üstlendikleri bir başka fonksiyonları da “ulakçılık” yani haber ulaştırmadır. Bir köyden bir köye giderken gördüğü, duyduğu şeyleri gittiği yerdekilere hikâye ederken ister istemez köyler arası haber taşımış olmaktadır. Çerçilik mesleğinin ortaya çıkış nedenlerinden biri olarak saydığımız “ulaşımın zor olduğu, alışveriş yapmanın kolay olmadığı yerlerde yaşayanların ihtiyaçlarının karşılanması”na bu haber ulaştırma işini de ekleyebiliriz. Günümüzde çerçiliğin halen yaşadığı bölgeler netice itibariyle ulaşımın zor olduğu yerlerdir. Hatta bu isimde yerleşim yerlerimiz bile vardır. Örneğin, ilçemiz Alaçam ile Sinop ili Durağan arasında bulunan, Durağan’ın “Çerçiler” köyü gibi.
 
Sebebi ne olursa olsun Çerçilik, Eski çağlardan beri yapılan bir iş koluydu. Ulaşım araçlarının gidemediği yerlere at, eşek ya da katır ile tüketicinin ayağına giden bu satıcılar her türlü zor doğa ve iklim şartlarına direnerek işlerini yaparlardı.
 
Yeni ortaya çıkan Çerçilik türleri ve günümüzdeki uzantılarına artık günümüzde şehirlerde de rastlıyoruz. Halk arasında Nayloncu olarak anılan plastik eşya satıcıları ile eskicilerden halen takas sistemi ile çalışanlar bile var. Evde kullanılmayan bir eşyayı verip çamaşır mandalı almak gibi. Yani seyyar satıcılık ile bugünün eskicilik gibi mesleklerin fikri çıkış noktası çerçiliktir. Yine şehirlerde ortaya çıkan “bir milyoncu” esnafı çerçilikten zuhur eden bir meslektir. Bu işin zirve yaptığı son nokta ise AVM ve AVYM denen büyük alış veriş ve yaşam merkezleridir. Mikro boyuttaki çerçi heybesinden makro boyuttaki market kültürü arasında hacim dışında bir fark yoktur. İşleyiş aynıdır.
 
Çerçilik, bir süpermarket gibi her çeşit ürün bulundurma gayreti içindeyken bunun da zamanla uzmanlık alanları doğmuştur. Bohçacılar, tespihçiler, esanscılar çerçilik çeşitlerine birer örnektir.
 
Çerçilik, bu toprakların samimi ve sıcak kültürü içinde yetişen esnaflığın çıkış noktasıdır. Çerçilik, kaybolan meslekler arasında sayılsa da günümüzde değişim geçirerek, modern yapılanmalarla yeni ticari alanlarda tüm hızıyla sürmektedir. Çerçilik, tıpkı nalbant, bakırcı, semerci, kalaycı ve saraç vb. meslekler gibi yeni kuşaklar için yabancı bir deyim özelliğine bürünecektir.
İşte, köyümüzde bu kadim geleneği sürdürme gayreti içinde ola Hatibin Ahmetin Kadir bu yönüyle kayda değer bir köylümüzdür. O, diğer meslektaşları gibi at, eşek, katır ve arabayla köy köy gezmez, omzunda heybe taşımaz ama koluna taktığı “kolçağa” ve elindeki torbaya doldurduğu şeker, çiklet, şişürtme (balon), düdük, mantar tabancası, çatapat, torpil ya da kız kaçıran, ayna, tarak, saç tokası, küçük naylon top, araba ve daha birçok küçük bakkaliye ve iğne iplik gibi tuhafiyelerle düğün bayram gibi nedenlerle oluşan “cemiyet” içinde yer alarak toplumsallığın gereği olan bir boşluğu doldurup, “evsük” tamamlayarak ihtiyaçlarını giderdiği aileleri ve oyuncaklarla çocukları sevindirir, özellikle çocuklar bu sayede ikinci bir bayram yaşarlardı.
 
13 Mayıs 2021
/Çetin KOŞAR

Malaggi mi Yoksa Mal Hakkı mı?




Köyümüzde Nisan-Mayıs gibi Bahar aylarında tarlalarda ekim dikim işleri olduğu için hayvanlarımızı Kömürlük ve Eskiköy ormanlarına götürür oralarda günübirlik otlatırdık. Çobanlık yaparken de ihtiyacımız olan suyu çok soğuk olduğu için “Malakkı’nın Puvarı” dediğimiz bir “çöylen”den karşılardık. Ercan Yılmaz kardeşimizin paylaştığı fotoğrafta görüldüğü gibi burası bizim köyde kullandığımız manasıyla bir puvar / su kuyusu değil adeta küçük bir çağlayan yani çöylendi. Sözlükte çöylen, “suyu ağaç oluktan akan ilkel çeşme” olarak geçse de bizim bazı kelimelere yöreye has manalar yüklediğimiz de ayrı bir gerçektir. Mesela, bölgede var olan diğer su kaynaklarımızdan biri de “kuş çöyleni” dediğimiz yerdir. Bunun gibi “peynir puvarı” dediğimiz yerde de elbette bir su kuyusu yoktu.
Benim burada değinmek istediğim söz konusu su kaynağının ismidir. Köydeki söyleyiş tarzımız “malakkının puvarı” şeklinde olan bu isimlendirmenin aslı ne olabilir? Bizim anladığımız manada buranın isim babası mal lakaplı bir Hakkı mıdır? Yoksa söyleyiş tarzımızdaki fonetiği izleyerek Rumca “Malaggi” ismine ulaşabilir miyiz? Bu Hakkı ya da Malaggi kimdir?
Malum olduğu üzere bu bölgede, zamanında Malatya civarından gelen Ortodoks Rumlar oturuyormuş. Önceden Gelemet Köylü sayılan Sordan köyümüz daha sonra bu Çetirlik Rumlarıyla bir köy sayılmış, iki ayrı muhtarlık olarak yönetilmiştir. Lozan Mübadele Sözleşmesiyle, bir gecede çekip giden bu Rum komşularımızla ilgili geriye hiç bir hikaye kalmamıştır.
Ninem Hanife Koşar, köye sık sık gelen Anastas isminde birinden bahsederdi ama “nereden geldiğini” sorduğumda “bilmiyorum” cevabını alırdım. Tarihi kayıtlarda bu Anastas’ın Pergeli Papazı’nın oğlu olduğu anlaşılıyor. Çetirlik Rumlarının çetecilik faaliyetlerine karıştığı vaki olmamış ama bu Anastas denen kişinin, hali vakti yerinde olan Çetirlik Rumlarını haraca bağladığı kesindi. Rahmetli Rıza Yılmaz’ın ifadesine göre “biz Türkler açlıktan kırılırken bu Rumlar gayet müreffeh bir hayat sürüyordu. Çünkü onlar hem tarım ile uğraşıyor hem de erkekleri köy dışına çıkıp gurbetlerde ticaret ile uğraşıyorlardı. Ne zaman bir ihtiyacımız olsa bizi boş çevirmezlerdi.” Derdi.
Evet bu komşularımız ninemin deyimiyle bir gecede köyü terk edip gitmişlerdi. Nereye gittikleri konusunda elimizde doğrulanmış bir bilgi yok ama Boyabat üzerinden ilk geldikleri yer olan Malatya’ya gönderildikleri söylense de nihayetinde sözleşme gereği Yunanistan’a gittikleri ve varlıklı olanların da buradan Avrupa ve Amerika’ya kadar gittikleri kesin. Çünkü, yıllar önce 2008’de dedesinin yaşadığı memleket olan Çetirlik’i soran bir Amerikalı Rum ile irtibatımız olmuştu.
Mevzu geniş olunca konu dağılıyor. Soruya dönecek olursak, Eskiköy çayındaki bu “puvar/pınar/çöylen” artık cinsi neyse de buna adını veren kişi Türk “Hakkı” mı? Yoksa Rum “Malaggi” mi?
Ben de soruyu öyle bir zamanda soruyorum ki, sanki o günleri yaşamış olan büyüklerimizden hâlâ yaşayanlar varmış gibi. Anlayacağınız çok geç sorulmuş bir soru. Ancak, olur ya birinin kulağında bir “rivayet / söylenti” kalmış olabilir. Sormak lazım, belki bir hatırlayan çıkar.
Siz onca yıl birlikte yaşayın, ancak bu komşularınızdan birinin adını dahi aktarmayın. Ama kim aktaracak? Savaşlar yüzünden köyde aklı başında insan mı kalmıştı? Sorular, sorular, sorular…
Fotoğraflar: Ercan Yılmaz


YORUMLAR

Şaban Koşar
İyi bayramlar. 
Arkadaşlar, öncelikle bu "Malhakkı Puarı"yla ilgili o kadar uzaklara gitmeye gerek yok Puarın karşısındaki tarla Kapaklı Köyü'nden Hakkı diye birine ait olduğundan lakabı da Malhakkı olduğu için MALHAKKININ puarı diyorlardı. Biz öyle biliyoruz. 

Herkese selamlar

  • Çetin Koşar
    Merhaba Şaban ağabeyim. Konu açıklığa kavuşmuştur. Teşekkür ederim.
    Beni "Mal Hakkı" isminden alıp "Malaggi" ismi için uzaklara sürükleyen sebep ise Eski köy'e inen yolun kenarlarına yakın yerlerdeki harman yerleri idi. Çocukluk yıllarımızda gözlemlenen bu düzlüklerin "gavurlara ait hırman yeri" olduğu söylenirdi.
    Bir yere isim verirken ilk akla gelen o yere ismini veren kişinin o yere yaptığı katkı, verdiği emek düşünülür. Ben de bu yer hakkında hep düşünürdüm bu malhakkı bu "puvar / pınar " için ne yapmış. Aslında burası doğal bir kaynak suyu tabi. Bu durumda bu isimlendirme "iyelik/sahiplik" olarak değil "mevkii" ifadesiyle yapılmış. "Malhakkı'nın yerindeki/yakınındaki su" diyebiliriz.
    Tekrar teşekkürler.