D E F T E R L E R
TAZİYE DEFTERİ: Tâziye,
başsağlığı dilemektir. Tâziye, ölünün yakınlarına mümkün olduğunca teselli
edici, rahatlatıcı sözler söylemek ve üzüntüsünün paylaşıldığını göstermekten
ibarettir.
HATIRA DEFTERİ: Anı,
edebiyatta kişisel yaşantının bütününü veya belli bölümlerini kapsayan, bu
dönemlerdeki gözlemleri dile getirmek amacıyla yazılmış metinlerdir.
Bizler burada taziye
(başsağlığı) defteri açmak yerine Öğretmenimizle ilgili anıları derleyip
toplamak maksadıyla HATIRA DEFTERİ açmayı uygun gördük. Öğretmenimizi daha iyi
tanımak ve anlayabilmek için onunla ilgili anılara, hatıralara ihtiyacımız var.
O’nu anlatan anılarımızı paylaşarak öğrenmeye devam edebilir miyiz?
NOT: Yazacağımız anıların
edebi metinler olmasına gerek yok. Hatırlayabildiğiniz kadarıyla yaklaşık YER
VE ZAMAN belirtmeniz kâfidir. Yeter ki Mustafa AÇIKGÖZ öğretmenimizi anlatan
güzel anılarınızı bizimle paylaşın.
****
ÇORBA BİŞMEDİ ÖĞRETMENİM
Yaşanan bazı olaylar vardır ki
fıkra gibidir. İnsanı halden hâle sokar. Aşağıda yaşanan olayda da verilen bir
cevap sinirlerin gerili olduğu bir durumu seviçli ve neşeli hale getirmişti.
Özellikle Bayrak töreninin
olduğu haftanın ilk günü okula geç gelenler sigaya (sorguya) çekilir, haklı bir
mazereti olmayanlar tedip edilirdi.
İşte yine böyle bir Pazartesi
sabahı geç kalıp törenden sonra gelenler ayrı bir sıraya sokulmuş, teker teker
sorgulanarak içeri alınıyorken sıra Nedimoğlu Zeki ŞEN'e geldi.
Mustafa Öğretmenin "Niçin
geç kaldın?" sorusuna Zeki'nin verdiği cevap "ÇORBA BİŞMEDİ
ÖĞRETMENİM!" olmuştu. Bu cevap, diğer öğretmenler dahil hepimizi
güldürmüş, ortamı da yumuşatmıştı.
/Çetin KOŞAR
Bu fıkra gibi olayı
büyüklerimden ben de duydum. Burada detaylı şekilde öğrenmiş oldum. Hattâ okula
giderken geç kalma gibi bir durumumuz olursa: Öğretmen kızarsa "Çorba
pişmediydi öğretmenim " dersin diyorlardı.
/Osman ŞEN
İĞNECİ DEĞİL ÖĞRETMEN
(...)
Okul-öğretmen fobim o kadar
yüksekti ki şiddetini ölçebilmeniz için bir anımı anlatayım. Üç ya da dördüncü
sınıflarda olmalıyım. Her yıl, okullar açılmadan bir ay önce Ağustos ayında
okul müdürü (Sevgili Öğretmenimiz Mustafa AÇIKGÖZ) Öğrenci Kayıt Defterini
eline alır, bütün köyü ev ev ziyaret ederek okul çağına gelmiş çocukları
yerinde görür okula kaydını yapardı. Kimi aileler, “öğretmen bey, benim çöcüümm
taa çok güccük, onu yazma, bideeki seniyee yollarım” diye yalvarsalar da
öğretmen bu isteklerine karşılık nüfus cüzdanlarını baz alır, “kanun emridir,
karşı gelemeyiz” derdi. Gerçi nüfus cüzdanındaki bilgiler ne kadar doğruydu o
bile şüpheliydi. Kimi cüzdanlar daha önce ölen çocuğun ölüm ihbarı
yapılmayarak, cüzdanının yenidoğana sayıldığı gibi, ne olur ne olmaz, belki
çocuk yaşamaz ölür, bekleyelim yaşarsa kaydettiririz diye bekletilip büyüyünce
yeni doğmuş gibi kaydettirildiği gibi bazen erkek çocukları askere geç
göndermek için küçük yazdırma işleri de görülmekteydi.
İşte böyle bir kayıt
günlerinden bir gündü. Ramis emmimgil tarafından bir takım insan sesleri
geliyordu, kim bunlar diye yola çıkıp bakmak istedim. Yola çıktım, bir bakarım
ki karşımda Mustafa öğretmen ve bir kaç kişi bizim tarafa doğru hızlı hızlı
geliyorlar. Korkudan kendimi avludan içeriye nasıl attığımı bilmiyorum, yetmedi
evin “hallu”suna aşağı var gücümle kaçıyorum, bu da yetmezmiş gibi avlunun
sonundaki çalıdan atlayıp Gelemet’ten Fethi’nin tarlasının orta yerinde bir
pelit ağacı vardı, onun doruğuna çıkıp yaprakları arasına saklandım. Oysa
kaçarken de nineme seslenip; “nineeö! Mısdava örtmen geliye, ben gaçiyem.” diye
de haber vermiştim ama kadıncağız beni tam duyamadı demek ki peşim sıra evin
yanından “ârı” bağırıyor; “Çetiiin, korkma, iğneci değil, öğretmenler geldi,
gel gel!” diye beni çağırıyor. Ben zaten öğretmenlerden kaçıyorum, bir de bana
peşim sıra seslenerek beni “ele vermez” mi? Korkum bir kat daha arttı. Ninem
beni gördü demek ki, acaba peşimden gelen var mı diye mısır ekili tarla içinde
insan gözetliyorum. Zannediyorum ki sünnetçiden kaçan çocuğu yakalar gibi 3-5
genci ardıma takacaklar. Eğer peşime düşenler var ise oradan atlayıp Hasbi’nin
dağına kaçmayı ardından da Değirmen yanında ki bahçemize saklanmayı
planlıyordum.
Şimdiki aklımla düşünüyorum da
ne kadar gülünç bir durummuş bu benim okul/öğretmen korkum.
/Çetin KOŞAR
Mektep Medrese
(Yayınlanmamış Öyküler)
MUHTARA KARNE VERİLDİ
Yakın günlerde vefat haberini
aldığımız köyümüzün İlk öğretmeni Mustafa hocamıza Allah'tan rahmet diliyorum
kederli ailesine başsağlığı dilerim.
Bende ufak ta olsa bir anımı
ve tanışmamızı dile getirmek istedim. Okulumuzun ilk açıldığı yıldı
hatırladığım kadarıyla. Amcaoğlu abimiz muhtarlık görevini yürüten Ali Bak. O
tarihte soyadı bak idi daha sonra Bakioğlu olarak değiştirdi. Beraber okula
gittik. Tesadüfen o gün birinci yarıyıl tatili başlıyordu. Alel acele beraber
bir karne daha tanzim ettik öğrencilere karneleri dağıtılırken arada bir isim
okundu Ali Bak. Biraz da kilolu idi. Zorlanarak kalktı ve karnesini aldı. Notlarını
pek beğenmemiş olmalı ki biraz buruk tebessüm etmişti. Allahtan her ikisinde
rahmet diliyorum mekânları cennet olsun inşallah. Bu vesileyle Çetin Bey size de
teşekkürlerimi iletiyorum.
/Baki BAKİOĞLU
Baki Bakioğlu Beyefendi, bu
güzel paylaşımınız için sizlere çok teşekkür ederim. Bu vesileyle köyümüz
eğitim tarihinde yaşanan ender olaylardan birine temas etmiş oldunuz.
Günümüzde "Okul Aile
Birliği" olarak tanımlanan oluşumun âlâsını 1967 yılından itibaren biz
köyümüzde yaşıyorduk. Köye okul açılmasının sevinciyle köy muhtarımız Ali Rıza
BAKİOĞLU vaktinin önemlice bir kısmını okul yanlarında geçirir okul ve
öğretmenlerin ihtiyaçlarıyla yakından ilgilenirdi. Bir yandan devam eden inşaat
işlerinde çalışan gençlere ustalığın püf noktalarını bizzat uygulamalı olarak
gösterirken bir yandan da biz öğrencilerin okul sevincine ortak olurdu.
Almanya dönüşü ilkokulumuza
bağışladığı "mikroskop" cihazı ayrı bir konudur. Resmiyetten uzak
samimi ilişkiler bütünü içinde biz öğrenciler de yer alır, teneffüslerde bir
öğretmen gibi bizlere sorular sorar, matematik problemleri çözdürürdü.
Rabbim cümlesinin mekânını
cennet eylesin.
/Çetin KOŞAR
TERLİ TERLİ SU İÇMEK
1970'li yılların başı, mevsim
İlkbahar. Şehir çocukları kırlara piknik gezilerine giderken biz köy çocukları
okulumuzun bahçesini güzelleştirme çalışmaları yapıyorduk. (Tabi ki biz de
giderdik başka okul ziyaretleri ve kır gezilerine.)
Konumuz, bir zamanlar çam
ağaçlarıyla kaplı Sordanköy'ün o eski günleri kadar olmasa da en azından
okulumuz bahçesinin bir kısmının çam ağaçlarıyla donatılmasıydı.
Başımızda o gün "Orman
Mühendisi, İzci Lideri, Doktor, Ana-baba vb. gibi" birçok ünvanla,
öğretmenimiz Mustafa Açıkgöz vardı. Ellerimizde kazma-kürekler, inşaat ve tarım
işlerinde kullandığımız sedyeye benzer taşıma aracı TESKERE'ler. Kayışyerine
gittik.
Kayışyerindeki bu yer,
devletin köylüye ortak kullanım olarak tahsis ettiği ve muhtar Ali Rıza
Bakioğlu'nun da "Köy Mezarlığı" olarak tanzim ettiği çetir(çotur)
ağaçlarla kaplı bir arazidir. Burada bol miktarda bulunan boyumuzu geçen çam
fidanlarını söküp okulun bahçesine dikeceğiz.
Bilirsiniz çam ağacı
"yerini zor beğenen" bir türdür. Dikilen fidanlar kolay kolay tutmaz.
Ve burada Mustafa öğretmenimizin zekası devreye giriyor, çam fidanlarını kök
bölgesindeki topraklarıyla birlikte söküp öyle taşımıştık dikim yerine.
O gün, yaz mevsimi gibi
güneşli bir gündü. Hava sıcak mı sıcak. Hatırladığım kadarıyla 3-4 teskere
vardı ve sık sık değişerek gruplar halinde bazımız omuzlarda bazımız
kollarımızda taşıyorduk. Asıl ağırlığı oluşturan kökü topraklı fidanları,
teskereden düşürmemek için nizam intizam içinde yürüyerek azami dikkati
gösteriyorduk.
Köyümüzde "Yükünü alan
eşek durmaz gider." diye bir deyim vardır. Tıpkı bunun gibi teskereyi
omuzlayan grup adeta "poyar" gibi okulun yolunu tutuyordu. Bir uçu
Kayışyerinde bir ucu neredeyse köy içinde olan grubu kontrol etmek için
öğretmenimiz bir izci lideri gibi, bir ileri gidenlerin yanına koşuyor
"biraz yavaş" diye uyarıyor, bir geri koşuyor geride kalanlara destek
oluyordu. Tabi bu telaş içinde öğretmenimiz de dahil herkes su-ter içinde kalmıştı.
Celalin Mustafa Yılmaz'ın
evinin oralara varan ön grup teskereleri yol ortasına bırakmış su kuyusunun
çevresini sarmış kuyudan çekilen su dolu pakrağı sırayla kafalarına dikip
dikip, güpür güpür su içiyorlardı. Gördüğü bu manzara karşısında adeta panik
havasında uzaktan öğrencilerine seslenen Mustafa öğretmenimiz; "hayır,
yapmayın evladım, terlisiniz, bunu siz bilmiyor musunuz, terli terli su
içilmez, hasta olursunuz!" dediyse de dinleyen kim. Biz bu uyarıyı
anamızdan babamızdan hiç duymamıştık ki! Oysa O, bir baba şefkatiyle biz
öğrencilerinin sağlığını korumaya çalışıyordu. Biz ise, öğretmenimizin bize
verdiği fidan dikme gibi kutsal bir vazifeyi yapıyor olmanın haklı gururuyla
rahat rahat, "olsun öğretmenim, biz hep böyle terli terli içiyoruz, bize
bir şey olmaz!" diye savunma yapıyorduk.
Ne demişti Şair:
"Öğretmen kutsaldır ana
gibi
Öğretmen kutsaldır baba gibi
Öpülesi elleri var
Şirin tatlı dilleri var."
/Çetin KOŞAR
HAYATIMIN DÖNÜM NOKTASI
1971/72 Eğitim ve öğretim yılı
sonuydu ilkokul beşinci sınıfı bitirmiştim. O zaman mezun olmak için sınıfı
geçmek yeterli değildi, bitirme imtihanları vardı. Okul tatil olduktan sonra
zannedersem iki hafta daha ders gördük. Beşinci sınıf olarak on bir kişiydik. Bitirme
imtihanlarına girerek okuldan mezun olduk. Son gün Mustafa öğretmenimiz bize
bir konuşma yaptı konuşmasının sonunda ben de dâhil olmak üzere beş veya altı
öğrencinin adını söyleyerek sizi aileniz okutabilirse ortaokulu okuyun dedi. O
zamana kadar ortaokula gitme niyetim yoktu. Öğretmenimizin o sözü hayatımın
dönüm noktası oldu. O günü hiç unutamam. Üç yıl kadar önce öğretmenimi ziyarete
gittiğimde bu anımı onunla da paylaştım. Allah mekânını Cennet etsin kabir ve
cehennem azabından korusun. (Sebep olan yapan gibidir hadisini unutmamak ve sebep
olanları mahcup etmemek dileğiyle)
/Celal YILMAZ
Celal Yılmaz abi son sınıfları
Alaçam'a götürür sınava sokardı ama doğrusu ben ne sınavı olduğunu bilmiyordum.
Şimdi öğrenmiş oldum.
Sizden bir yıl sonra da biz
mezun olmuştuk. Adil, Şaban, Zeki gibi çalışkanları bütünlemeye bırakmış onlar
15 gün daha okula devam etmişlerdi.
Biz de onlara asıl tembel
sizsiniz demek ki baksanıza "biz sınıfı geçtik, siz bütünlemeye
kaldınız" diyerek şaka yapardık.
/Çetin KOŞAR
İLKOKULU BİTİRMEDEN ÖĞRETMEN OLDUK
İlkokulda iken Zeki Şen ile
"sıkı-fıkı" arkadaştık. (Bu tip arkadaşlığa günümüzde
"kanka" diyorlar.) Bu nedenle Zeki ile anılarımızda çoktur.
Özellikle beşinci sınıfta,
hafta Sonu ödevlerimiz için toplanma merkezimiz Zekigilin eski evlerinin ikinci
katının cumbalı odasıydı. Burada yüzükoyun yere yatar özellikle “aritmetik”
ödevlerimizi yapardık. Tabi burada bilen (öğretmen) ismiyle müsemma olan Zeki
Şen idi.
Bundan başka Zeki ile “mektup arkadaşlığımız”
da vardı. Defter sayfalarını yırtar, buna mektup yazar, mektupları elden vermek
yerine, bizim evin önünde inşaat için biriktirilen yığılı taşların arasını
“posta kutusu” olarak kullanırdık. O getirir oraya bırakır, “mektubun var” der
gider, ertesi gün gelir benim bıraktığım mektubu alırdı. Maalesef, arşiv
kültürümüz olmadığı için o günlere ait bu anlamlı mektupların esamesi bile yok
bugün.
***
Gelelim okul anımıza...
Rahmetli öğretmenimiz Mustafa
Açıkgöz, hem öğretmen hem de okul yöneticisi (müdür) olduğu için sık sık dersin
ortasında dışarı çıkıp, gelen gidenle ve sair işlerle ilgilenmek zorunda
kalırdı. Bu gibi durumlarda her sınıfta “vekalet” verilen öğrenciler olurdu.
Bizim dönemimizde bu kişi Zeki Şen idi.
Zamanla bu vekalet işi diğer
sınıflara da sirayet ederdi. Yani kendi sınıfında öğretmenin yerini
doldurmaktan başka, alt sınıflar için de görev tevdi edildiği olurdu. Mesela o
sınıfın öğretmeni bazen izinli olur, bir öğretmen iki sınıfa birden bakardı.
İşte böyle anların birinde,
bir gün Mustafa öğretmenimiz teneffüs vaktinde Zeki’yi yanına çağırdı ve yanına
bir kişi al ve birinci sınıflara “matematik çalıştır” dedi. O da beni seçti.
Zil çalmasını bekliyoruz.
O sırada Zeki’nin teyzeoğlu
Helimin Mükerrem Koşar, dayısı Fikricüğün Mustafa Yılmaz’ın (Cıslık) okulun
önünde yolda duran minibüsüyle ilgileniyor, boşa alıp hareket ettiriyor, “ben
bunu kullanmasını biliyorum!” diyor, tabiri caizse bizlere “hava atıyordu. İşte
tam bu sırada asıl havayı Zeki attı. Şoförlükte bir şey mi? Baksana bize, daha
ilkokuldan mezun olmadan öğretmen olduk.
/Çetin KOŞAR
Mustafa öğretmenimize bir kez
daha Allah, tan rahmet dilerim. İnşallah mekânı cennet olur. Öğretmenimizde 1.
2 ve 5.inci sınıflarda okudum. Tabi ki anılarımız var. Kendimizi övmeyelim ama
1.ci sınıfta Mustafa öğretmenimiz yeni fiş yazardı. Heceyi yeni söküyoruz, fişi
okuyan var mı derdi. Ben hemen okurdum. Bir daha fiş yazdığı zaman bana kafanı
sıranın altına sok derdi. Bilirdi ki yine okudu. Tabi bir başka anı da bu defa verdiği
cezaydı. 5.sınıfta bir problem sordu. Herkes defterine yaptı. Ben yapamadım. Beni tahtaya kaldırdı. Bir güzel şamarladı. Ondan
sonrada sen bu problemi 3 sınıfta yaptın dedi. Tahtada bana yardımcı olarak
problemi çözdük. Tabi anılarımız sadece bunlar değil. Allah gani gani rahmet
eylesin.
/Zeki ŞEN
KAZDIĞI KUYUYA DÜŞMEK
1970'li yılların başı… Okul
bahçesine kavak ağaçlarının dikildiği sene... (Kavak fidanı dikimi, Kasım ayı
sonu ile Mart ayının ilk yarısı arasındaki tomurcuklar patlamadığı dönemde
yapılır. Samsun klonu (77/51) Şubat ayı içerisinde dikilmelidir.)
Mevsimlerden kış mevsimi ki
eskiler bilir, eskinin kışları da kıştı. Bir kar yağdı mı kalınlığı "çarık
bağı" ya da "diz boyu" ile tarif edilmez karda oynayan çocuklar
karın içine batar kaybolurdu maazallah. Özellikle yollardaki karlar, çalıların
duşunda birikerek adam boyunu aşardı da büyükler, çocukların okula
gidebilmeleri için özellikle kömüş öküzlerini yola salıp caminin yanına kadar
başıboş yürütür, onlara dozer gibi kar yardırırlardı. Bizler de açılan bu “çînenük”
yeri (çığırı) takip ederek okula ulaşırdık.
O yıllarda başlamıştı çabuk
yetişen "kanada kavağı" türünün dikimi. Ziraat Mühendisimiz İzzet
Ustaoğlu'nun öncülüğünde köyümüze zirai fındık dikimi de yapılmıştı oradan
hatırlıyorum fidan dikilecek çukurlar önceden kazılır, toprak havalansın da
içerisinin hamlığı gitsin diye bir kaç gün bekletilirdi. İşte bu okulumuzun
bahçe sınırboyuna dikilecek kavakların çukurları eşilmiş beklenirken köyümüzün
o eski günlerindeki kar yağışları başlamış tabi çukurlar kar suyuyla dolmuş,
ama üstleri de kar ile kaplanmış, kuyu kenarındaki yığılı toprak bile yağan kar
nedeniyle yerle yeksan olunca nerede çukur var nerede yok anlaşılamaz olmuştu.
Hadi bahçede oynayan bizler
biliyorduk sınır boyunda çukurlar olduğunu da fazla yaklaşmıyorduk da ya
Sarımsak'tan tarlaların içinden kestirme gelen öğrenciler ne yapacaktı? Ve bir
sabah olanlar oldu, Gıyasgilden mi yoksa Süleymangillerden mi şimdi
hatırlayamadığım bir arkadaşımız bu çukurlardan birine düşerek yarı beline
kadar ıslanmıştı. Zaten o günlerde yolu olmayan Sarımsak'tan ve Çetirlik'ten
gelen öğrenciler yağmur çamur nedeniyle üst başları perişan halde gelirler, birikinti
sularda çamurlarından kurtulurlar ama mesai başlamadan evvel nöbet usulüyle
yakılan sobalarda ıslak üstlerini ders başlamadan kuruturlardı.
İşte bu kavak fidanı dikilecek
çukura düşen arkadaş da gürül gürül yanan sobanın başında üstünü çıkartmadan
kurulanırken ders zili çalıp sınıfa giren Mustafa Açıkgöz öğretmenimiz
"Yavrum n'oldu sana?" diye merakla sorunca bizler hep birlikte koro
halinde "kavak kuyusuna düştü öğretmenim!" diye cevap verdi. Bu defa
ortamı yumuşatmak için Mustafa öğretmenimiz şaka yollu "o kuyuyu kim
kazdıysa onu cezalandıralım." deyince ortalık kısa bir sessizliğe büründü.
İkinci kez "evet, o çukuru kim kazdı, parmak kaldırsın?" sorusunun
üzerine üzerinin ıslaklığı henüz kurumadığı için sobanın başında, öğretmen
sandalyesinde oturan arkadaş hafifçe parmak kaldırıp, titrek bir sesle
"ben kazdım öğretmenim, o çukuru falancayla ikimiz kazmıştık!"
deyince sınıfla "hakıradanak" bir gülüşme dalgası koptu.
Suçlunun(!) bulunmuş olmasının
verdiği bir rahatlıkla Mustafa öğretmen "e, oğlum sen kendi kazdığın
çukura düşmüş, dikkatsizliğinin cezasını çekmişsin. Hadi sana geçmiş olsun,
iyice kurulanana kadar oturabilirsin sobanın başında." deyip derse
geçmişti.
/Çetin KOŞAR
İLKÖĞRETMENLERİMİZ
Onlar sadece bizim
öğretmenlerimiz değillerdi. Hepsinin ayrı ayrı meziyetleri vardı. Ahmet Fazıl
Aksoy hukuk okuyordu. Sonra ünlü bir ressam oldu. Mehmet Oyar hoca futbolcuydu
Samsunspor’da oynuyordu. Sezai Güner hoca çok ileri derece müzisyendi. Mandolin
ve saz çalardı. Fevzi Şen hoca folklor yönü çok kuvvetliydi. Ayrıca bizim
piyesimizi düzenlemişti ve tüm okul piyeslerinde ve sosyal faaliyetlerde,
gezilerde en önde gelirdi. Yüzü hep gülerdi, pırlanta gibi bir kalbi vardı.
Öğrenciye kızdığı vâki değildi.
Başöğretmen Mustafa Açıkgöz ev
ev dolaşıp okula öğrenci kayıt ederdi. Disipline çok önem verirdi. Çok temiz
giyinirdi. Deyim yerindeyse jöndü. Bizde ve köyümüzün üzerinde ödeyemeyeceğimiz
hakları vardır.
Şu fani hayatta elini öpüp
helâlleşmek istediğimiz, babamız kadar çekindiğimiz ve çok sevdiğimiz
başöğretmenimiz, umarım Allah(cc), bize siz öğretmenlerimizle helâlleşmeyi
nasip eder.
Ahmet hocamla 1991’de İstanbul
Beyoğlu’nda avukatlık ofisinde ziyaret ettim, helâlleştik. Zaten kendisi
sürekli bizim oraya, Kandilli’ye resim yapmaya geliyor, görüyorum ve gurur
duyarak takip ediyorum. Tabii, bizim nesil çok fakir ve yokluklar içinde
yetişti ve öğretmenlerimizden aldığımız ahlâk ve terbiyeyle eğitimle hayatı
tırnaklarımızla kazıyarak kazandık hepsinin ellerinden öperim...
/Tekin ÇELENK
23 Kasım 2019
TORUNDAN DEDEYE (O Geçmiş. Sen! Gitmiş.)
“Mahalledekiler seni nasıl
anlatıyor öyle. Biz toplum olarak geldiğimiz noktada ufacık sebeplerden birbirimizin
yüzüne bile bakmak istemezken sen çöp atmaya giderken komşularının çöpünü de
alıyormuşsun! Bu ne demek dede.
Köydekiler "bu köyün hem
öğretmeni, hem doktoruydu" diyor. "gece gündüz demez her hastaya
yetişir, ilaç paralarını da cebinden verirdi" diyorlar. Ne kalbinde ne
ruhunda kötülük, ego, hırs taşımadan nasıl yaşadın sen nasıl? Keşke bunu biraz
anlatsaydın.
Annemden geldim az önce.
Üstüne son kez giydiğin kahverengi kadife pantolonunu bırakmışsın. Kahverengi
ekoseli gömleğini birde. Aralık da ne! Eylül ortası oldu mu atkısız kasketsiz
gezmezdin sen. Üşürdün. Atkını montunu evde göremedim. Ama bordo mavili atkını
takmışsın o gün. Onu da hastaneye ilk yattığın gün Ömer'e yakışıklı bi poz
vermişsin, askıda asılı kenardan gördüm. Yeni aldığın, ilk kez o gün gelirken
giydiğin ayakkabıdan bahsettiler kulak kabarttım. Kıyafetlerini sevdikten sonra
gittim ayakkabılarına baktım onları da göremedim.
Neyse! Kahverengiyi çok
severdin. Bende çok severim dedeciğim.
Acını tarif et desen
"kahverengi kadife pantolondur" derim.
Dizleri az iz yapmış…
Ama yıkanmış, geçmiş.
O geçmiş,
Sen! gitmiş.
/Eda KODALAK
30 Aralık 2021
PENCERE ÖNÜNDE İKİ ÇİFT AYAKKABI
İş, aş peşinde koşmaktan bir
fırsat bulup sıla-i rahim de dahil olmak üzere ne eşi-dostu ne de
hısım-akrabayı ziyaret etme fırsatı bulabiliyordum. Görüşmek isteyip de bir
fırsatını bulamadığım nice insanlardan/büyüklerimden birisi de ilköğretmenim
Mustafa Açıkgöz idi. Bu belki de sadece benim değil Köyümüzün makûs talihiydi.
Ancak, bir düğün bir cenaze vb. olay vâkî olursa belki...
Mustafa Açıkgöz öğretmenimle
yıllaaar yıllar sonra karşılaşmamız da işte böyle bir zamanda gerçekleşmişti.
Hacı Osman (İlaz Osman) eşi Emine Şen (Minik Nine)'nin cenaze merasimi...
Merhumenin naaşı Camiye götürülmüş, cenaze namazı kılınmış, tekrar geri
getirilip evinin yanında bulunan aile kabristanlığındaki kabrine defin işlemi
gerçekleşmiş, sıra yıllarca görüşememiş kişilerin cenaze münasebetiyle bir
araya gelmeyi fırsat bilip hasret gidermesine gelmişti.
Duydum ki Mustafa öğretmen
cenaze evinde oturuyormuş, görüşmek için ben de girdim içeri. Selam verip kısa
bir hoşbeşten sonra bir kenara ilişip oturdum ve konuşulanlara "kulak
misafiri" olmaya başladım. Bir ara öğretmenimle köyümüzün geçmişi ve
geleceğiyle ilgili kısa bir konuşmamız oldu. Ve daha birçok mevzular bahis
konusu oldu ama benim burada paylaşmak istediğim konu onlardan sadece bir
tanesi...
İçeride öğretmenimizin
kıymetli eşi Zeliha annemiz de var. Bahsedeceğim konuyu, yıllar öncesine
giderek Merhume Fadime Halam açtı. "Bakalım hatırlayabilecek misiniz? diye
de bir soruyla başladı ve hemen de hatırladılar tabi. Olay şuydu:
Fadime Halam ile eşi
Selahattin dayı (Kenanın Bubası) bir akşam kalkıyorlar Mustafa öğretmengile
oturmaya gidiyorlar. Şimdiki gibi bırakın cep telefonunu köyde bile telefon yok
ki önceden haber verip randevulaşsınlar. Zaten eski buluşmalar bir çocuk
göndererek "bir maniniz yoksa akşam oturmaya gelmek istiyoruz." tarzı
izinle değil "çat kapı" yapılırdı. Şimdi öyle mi? Günler öncesinden
kavilleşiliyor, buluşma gününe kadar evde bir telaş, bir hengâmedir alıp başını
gidiyor ve bu da taraflara oldukça meşakkat veriyor.
Uzatmayayım, Fadime Halam ile
Selahattin dayım kış mevsiminin uzun gecelerinin bir akşam vaktinde Mustafa
öğretmenin kapısını çalıyorlar ama kapıyı açan yok. İçeriden sadece çocuk
sesleri geliyor. Anlaşılıyor ki Mustafa öğretmen ve Zeliha annemiz evde yok.
Yücel ve Emel kardeşler evde tek başlarına. Bari çocuklarla konuşuruz diyorlar
ama bu defa kapı kilitli olup çocuklar kapıyı açamıyorlar. Fadime halam,
"nereye gittilerse, nasıl olsa dönecekler daa" deyip çocuklara
pencereyi açmalarını söyleyip eve pencereden girip ev sahipleri gelene kadar
evde çocuklarla oturup konuşuyorlar.
Misafirlikten dönen ev
sahipleri kapının önünde değil de pencerenin önünde duran iki çift ayakkabıyı
görünce önce panikleseler de sonradan anlarlar ki gelenler Tanrı Misafiridir.
Rahmet getirmiştir, bereket getirmiştir, sevinç ve mutluluk getirmiştir.
Şimdi nerede böyle samimi
dostluklar!...
/Çetin KOŞAR
4.01.2022