4 Ocak 2022 Salı

Mustafa AÇIKGÖZ HATIRA DEFTERİ

D E F T E R L E R
TAZİYE DEFTERİ: Tâziye, başsağlığı dilemektir. Tâziye, ölünün yakınlarına mümkün olduğunca teselli edici, rahatlatıcı sözler söylemek ve üzüntüsünün paylaşıldığını göstermekten ibarettir.
 
HATIRA DEFTERİ: Anı, edebiyatta kişisel yaşantının bütününü veya belli bölümlerini kapsayan, bu dönemlerdeki gözlemleri dile getirmek amacıyla yazılmış metinlerdir.
 
Bizler burada taziye (başsağlığı) defteri açmak yerine Öğretmenimizle ilgili anıları derleyip toplamak maksadıyla HATIRA DEFTERİ açmayı uygun gördük. Öğretmenimizi daha iyi tanımak ve anlayabilmek için onunla ilgili anılara, hatıralara ihtiyacımız var. O’nu anlatan anılarımızı paylaşarak öğrenmeye devam edebilir miyiz?
 
NOT: Yazacağımız anıların edebi metinler olmasına gerek yok. Hatırlayabildiğiniz kadarıyla yaklaşık YER VE ZAMAN belirtmeniz kâfidir. Yeter ki Mustafa AÇIKGÖZ öğretmenimizi anlatan güzel anılarınızı bizimle paylaşın.
 
****
 
ÇORBA BİŞMEDİ ÖĞRETMENİM
 
Yaşanan bazı olaylar vardır ki fıkra gibidir. İnsanı halden hâle sokar. Aşağıda yaşanan olayda da verilen bir cevap sinirlerin gerili olduğu bir durumu seviçli ve neşeli hale getirmişti.
 
Özellikle Bayrak töreninin olduğu haftanın ilk günü okula geç gelenler sigaya (sorguya) çekilir, haklı bir mazereti olmayanlar tedip edilirdi.
 
İşte yine böyle bir Pazartesi sabahı geç kalıp törenden sonra gelenler ayrı bir sıraya sokulmuş, teker teker sorgulanarak içeri alınıyorken sıra Nedimoğlu Zeki ŞEN'e geldi.
 
Mustafa Öğretmenin "Niçin geç kaldın?" sorusuna Zeki'nin verdiği cevap "ÇORBA BİŞMEDİ ÖĞRETMENİM!" olmuştu. Bu cevap, diğer öğretmenler dahil hepimizi güldürmüş, ortamı da yumuşatmıştı.
/Çetin KOŞAR
 
Bu fıkra gibi olayı büyüklerimden ben de duydum. Burada detaylı şekilde öğrenmiş oldum. Hattâ okula giderken geç kalma gibi bir durumumuz olursa: Öğretmen kızarsa "Çorba pişmediydi öğretmenim " dersin diyorlardı.
/Osman ŞEN
 
 
 
İĞNECİ DEĞİL ÖĞRETMEN
(...)
Okul-öğretmen fobim o kadar yüksekti ki şiddetini ölçebilmeniz için bir anımı anlatayım. Üç ya da dördüncü sınıflarda olmalıyım. Her yıl, okullar açılmadan bir ay önce Ağustos ayında okul müdürü (Sevgili Öğretmenimiz Mustafa AÇIKGÖZ) Öğrenci Kayıt Defterini eline alır, bütün köyü ev ev ziyaret ederek okul çağına gelmiş çocukları yerinde görür okula kaydını yapardı. Kimi aileler, “öğretmen bey, benim çöcüümm taa çok güccük, onu yazma, bideeki seniyee yollarım” diye yalvarsalar da öğretmen bu isteklerine karşılık nüfus cüzdanlarını baz alır, “kanun emridir, karşı gelemeyiz” derdi. Gerçi nüfus cüzdanındaki bilgiler ne kadar doğruydu o bile şüpheliydi. Kimi cüzdanlar daha önce ölen çocuğun ölüm ihbarı yapılmayarak, cüzdanının yenidoğana sayıldığı gibi, ne olur ne olmaz, belki çocuk yaşamaz ölür, bekleyelim yaşarsa kaydettiririz diye bekletilip büyüyünce yeni doğmuş gibi kaydettirildiği gibi bazen erkek çocukları askere geç göndermek için küçük yazdırma işleri de görülmekteydi.
 
İşte böyle bir kayıt günlerinden bir gündü. Ramis emmimgil tarafından bir takım insan sesleri geliyordu, kim bunlar diye yola çıkıp bakmak istedim. Yola çıktım, bir bakarım ki karşımda Mustafa öğretmen ve bir kaç kişi bizim tarafa doğru hızlı hızlı geliyorlar. Korkudan kendimi avludan içeriye nasıl attığımı bilmiyorum, yetmedi evin “hallu”suna aşağı var gücümle kaçıyorum, bu da yetmezmiş gibi avlunun sonundaki çalıdan atlayıp Gelemet’ten Fethi’nin tarlasının orta yerinde bir pelit ağacı vardı, onun doruğuna çıkıp yaprakları arasına saklandım. Oysa kaçarken de nineme seslenip; “nineeö! Mısdava örtmen geliye, ben gaçiyem.” diye de haber vermiştim ama kadıncağız beni tam duyamadı demek ki peşim sıra evin yanından “ârı” bağırıyor; “Çetiiin, korkma, iğneci değil, öğretmenler geldi, gel gel!” diye beni çağırıyor. Ben zaten öğretmenlerden kaçıyorum, bir de bana peşim sıra seslenerek beni “ele vermez” mi? Korkum bir kat daha arttı. Ninem beni gördü demek ki, acaba peşimden gelen var mı diye mısır ekili tarla içinde insan gözetliyorum. Zannediyorum ki sünnetçiden kaçan çocuğu yakalar gibi 3-5 genci ardıma takacaklar. Eğer peşime düşenler var ise oradan atlayıp Hasbi’nin dağına kaçmayı ardından da Değirmen yanında ki bahçemize saklanmayı planlıyordum.
 
Şimdiki aklımla düşünüyorum da ne kadar gülünç bir durummuş bu benim okul/öğretmen korkum.
 
/Çetin KOŞAR
Mektep Medrese
(Yayınlanmamış Öyküler)
 
 
MUHTARA KARNE VERİLDİ
 
Yakın günlerde vefat haberini aldığımız köyümüzün İlk öğretmeni Mustafa hocamıza Allah'tan rahmet diliyorum kederli ailesine başsağlığı dilerim.
 
Bende ufak ta olsa bir anımı ve tanışmamızı dile getirmek istedim. Okulumuzun ilk açıldığı yıldı hatırladığım kadarıyla. Amcaoğlu abimiz muhtarlık görevini yürüten Ali Bak. O tarihte soyadı bak idi daha sonra Bakioğlu olarak değiştirdi. Beraber okula gittik. Tesadüfen o gün birinci yarıyıl tatili başlıyordu. Alel acele beraber bir karne daha tanzim ettik öğrencilere karneleri dağıtılırken arada bir isim okundu Ali Bak. Biraz da kilolu idi. Zorlanarak kalktı ve karnesini aldı. Notlarını pek beğenmemiş olmalı ki biraz buruk tebessüm etmişti. Allahtan her ikisinde rahmet diliyorum mekânları cennet olsun inşallah. Bu vesileyle Çetin Bey size de teşekkürlerimi iletiyorum.
/Baki BAKİOĞLU
 
 
Baki Bakioğlu Beyefendi, bu güzel paylaşımınız için sizlere çok teşekkür ederim. Bu vesileyle köyümüz eğitim tarihinde yaşanan ender olaylardan birine temas etmiş oldunuz.
 
Günümüzde "Okul Aile Birliği" olarak tanımlanan oluşumun âlâsını 1967 yılından itibaren biz köyümüzde yaşıyorduk. Köye okul açılmasının sevinciyle köy muhtarımız Ali Rıza BAKİOĞLU vaktinin önemlice bir kısmını okul yanlarında geçirir okul ve öğretmenlerin ihtiyaçlarıyla yakından ilgilenirdi. Bir yandan devam eden inşaat işlerinde çalışan gençlere ustalığın püf noktalarını bizzat uygulamalı olarak gösterirken bir yandan da biz öğrencilerin okul sevincine ortak olurdu.
 
Almanya dönüşü ilkokulumuza bağışladığı "mikroskop" cihazı ayrı bir konudur. Resmiyetten uzak samimi ilişkiler bütünü içinde biz öğrenciler de yer alır, teneffüslerde bir öğretmen gibi bizlere sorular sorar, matematik problemleri çözdürürdü.
 
Rabbim cümlesinin mekânını cennet eylesin.
/Çetin KOŞAR
 
 
TERLİ TERLİ SU İÇMEK
 
1970'li yılların başı, mevsim İlkbahar. Şehir çocukları kırlara piknik gezilerine giderken biz köy çocukları okulumuzun bahçesini güzelleştirme çalışmaları yapıyorduk. (Tabi ki biz de giderdik başka okul ziyaretleri ve kır gezilerine.)
 
Konumuz, bir zamanlar çam ağaçlarıyla kaplı Sordanköy'ün o eski günleri kadar olmasa da en azından okulumuz bahçesinin bir kısmının çam ağaçlarıyla donatılmasıydı.
 
Başımızda o gün "Orman Mühendisi, İzci Lideri, Doktor, Ana-baba vb. gibi" birçok ünvanla, öğretmenimiz Mustafa Açıkgöz vardı. Ellerimizde kazma-kürekler, inşaat ve tarım işlerinde kullandığımız sedyeye benzer taşıma aracı TESKERE'ler. Kayışyerine gittik.
 
Kayışyerindeki bu yer, devletin köylüye ortak kullanım olarak tahsis ettiği ve muhtar Ali Rıza Bakioğlu'nun da "Köy Mezarlığı" olarak tanzim ettiği çetir(çotur) ağaçlarla kaplı bir arazidir. Burada bol miktarda bulunan boyumuzu geçen çam fidanlarını söküp okulun bahçesine dikeceğiz.
 
Bilirsiniz çam ağacı "yerini zor beğenen" bir türdür. Dikilen fidanlar kolay kolay tutmaz. Ve burada Mustafa öğretmenimizin zekası devreye giriyor, çam fidanlarını kök bölgesindeki topraklarıyla birlikte söküp öyle taşımıştık dikim yerine.
 
O gün, yaz mevsimi gibi güneşli bir gündü. Hava sıcak mı sıcak. Hatırladığım kadarıyla 3-4 teskere vardı ve sık sık değişerek gruplar halinde bazımız omuzlarda bazımız kollarımızda taşıyorduk. Asıl ağırlığı oluşturan kökü topraklı fidanları, teskereden düşürmemek için nizam intizam içinde yürüyerek azami dikkati gösteriyorduk.
 
Köyümüzde "Yükünü alan eşek durmaz gider." diye bir deyim vardır. Tıpkı bunun gibi teskereyi omuzlayan grup adeta "poyar" gibi okulun yolunu tutuyordu. Bir uçu Kayışyerinde bir ucu neredeyse köy içinde olan grubu kontrol etmek için öğretmenimiz bir izci lideri gibi, bir ileri gidenlerin yanına koşuyor "biraz yavaş" diye uyarıyor, bir geri koşuyor geride kalanlara destek oluyordu. Tabi bu telaş içinde öğretmenimiz de dahil herkes su-ter içinde kalmıştı.
 
Celalin Mustafa Yılmaz'ın evinin oralara varan ön grup teskereleri yol ortasına bırakmış su kuyusunun çevresini sarmış kuyudan çekilen su dolu pakrağı sırayla kafalarına dikip dikip, güpür güpür su içiyorlardı. Gördüğü bu manzara karşısında adeta panik havasında uzaktan öğrencilerine seslenen Mustafa öğretmenimiz; "hayır, yapmayın evladım, terlisiniz, bunu siz bilmiyor musunuz, terli terli su içilmez, hasta olursunuz!" dediyse de dinleyen kim. Biz bu uyarıyı anamızdan babamızdan hiç duymamıştık ki! Oysa O, bir baba şefkatiyle biz öğrencilerinin sağlığını korumaya çalışıyordu. Biz ise, öğretmenimizin bize verdiği fidan dikme gibi kutsal bir vazifeyi yapıyor olmanın haklı gururuyla rahat rahat, "olsun öğretmenim, biz hep böyle terli terli içiyoruz, bize bir şey olmaz!" diye savunma yapıyorduk.
 
Ne demişti Şair:
"Öğretmen kutsaldır ana gibi
Öğretmen kutsaldır baba gibi
Öpülesi elleri var
Şirin tatlı dilleri var."
/Çetin KOŞAR
 
 
 
HAYATIMIN DÖNÜM NOKTASI
 
1971/72 Eğitim ve öğretim yılı sonuydu ilkokul beşinci sınıfı bitirmiştim. O zaman mezun olmak için sınıfı geçmek yeterli değildi, bitirme imtihanları vardı. Okul tatil olduktan sonra zannedersem iki hafta daha ders gördük. Beşinci sınıf olarak on bir kişiydik. Bitirme imtihanlarına girerek okuldan mezun olduk. Son gün Mustafa öğretmenimiz bize bir konuşma yaptı konuşmasının sonunda ben de dâhil olmak üzere beş veya altı öğrencinin adını söyleyerek sizi aileniz okutabilirse ortaokulu okuyun dedi. O zamana kadar ortaokula gitme niyetim yoktu. Öğretmenimizin o sözü hayatımın dönüm noktası oldu. O günü hiç unutamam. Üç yıl kadar önce öğretmenimi ziyarete gittiğimde bu anımı onunla da paylaştım. Allah mekânını Cennet etsin kabir ve cehennem azabından korusun. (Sebep olan yapan gibidir hadisini unutmamak ve sebep olanları mahcup etmemek dileğiyle)
/Celal YILMAZ
 
 
Celal Yılmaz abi son sınıfları Alaçam'a götürür sınava sokardı ama doğrusu ben ne sınavı olduğunu bilmiyordum. Şimdi öğrenmiş oldum.
 
Sizden bir yıl sonra da biz mezun olmuştuk. Adil, Şaban, Zeki gibi çalışkanları bütünlemeye bırakmış onlar 15 gün daha okula devam etmişlerdi.
 
Biz de onlara asıl tembel sizsiniz demek ki baksanıza "biz sınıfı geçtik, siz bütünlemeye kaldınız" diyerek şaka yapardık.
/Çetin KOŞAR
 
 
 
 
İLKOKULU BİTİRMEDEN ÖĞRETMEN OLDUK
 
İlkokulda iken Zeki Şen ile "sıkı-fıkı" arkadaştık. (Bu tip arkadaşlığa günümüzde "kanka" diyorlar.) Bu nedenle Zeki ile anılarımızda çoktur.
 
Özellikle beşinci sınıfta, hafta Sonu ödevlerimiz için toplanma merkezimiz Zekigilin eski evlerinin ikinci katının cumbalı odasıydı. Burada yüzükoyun yere yatar özellikle “aritmetik” ödevlerimizi yapardık. Tabi burada bilen (öğretmen) ismiyle müsemma olan Zeki Şen idi.
 
Bundan başka Zeki ile “mektup arkadaşlığımız” da vardı. Defter sayfalarını yırtar, buna mektup yazar, mektupları elden vermek yerine, bizim evin önünde inşaat için biriktirilen yığılı taşların arasını “posta kutusu” olarak kullanırdık. O getirir oraya bırakır, “mektubun var” der gider, ertesi gün gelir benim bıraktığım mektubu alırdı. Maalesef, arşiv kültürümüz olmadığı için o günlere ait bu anlamlı mektupların esamesi bile yok bugün.
***
Gelelim okul anımıza...
 
Rahmetli öğretmenimiz Mustafa Açıkgöz, hem öğretmen hem de okul yöneticisi (müdür) olduğu için sık sık dersin ortasında dışarı çıkıp, gelen gidenle ve sair işlerle ilgilenmek zorunda kalırdı. Bu gibi durumlarda her sınıfta “vekalet” verilen öğrenciler olurdu. Bizim dönemimizde bu kişi Zeki Şen idi.
 
Zamanla bu vekalet işi diğer sınıflara da sirayet ederdi. Yani kendi sınıfında öğretmenin yerini doldurmaktan başka, alt sınıflar için de görev tevdi edildiği olurdu. Mesela o sınıfın öğretmeni bazen izinli olur, bir öğretmen iki sınıfa birden bakardı.
 
İşte böyle anların birinde, bir gün Mustafa öğretmenimiz teneffüs vaktinde Zeki’yi yanına çağırdı ve yanına bir kişi al ve birinci sınıflara “matematik çalıştır” dedi. O da beni seçti. Zil çalmasını bekliyoruz.
O sırada Zeki’nin teyzeoğlu Helimin Mükerrem Koşar, dayısı Fikricüğün Mustafa Yılmaz’ın (Cıslık) okulun önünde yolda duran minibüsüyle ilgileniyor, boşa alıp hareket ettiriyor, “ben bunu kullanmasını biliyorum!” diyor, tabiri caizse bizlere “hava atıyordu. İşte tam bu sırada asıl havayı Zeki attı. Şoförlükte bir şey mi? Baksana bize, daha ilkokuldan mezun olmadan öğretmen olduk.
 
/Çetin KOŞAR
 
 
Mustafa öğretmenimize bir kez daha Allah, tan rahmet dilerim. İnşallah mekânı cennet olur. Öğretmenimizde 1. 2 ve 5.inci sınıflarda okudum. Tabi ki anılarımız var. Kendimizi övmeyelim ama 1.ci sınıfta Mustafa öğretmenimiz yeni fiş yazardı. Heceyi yeni söküyoruz, fişi okuyan var mı derdi. Ben hemen okurdum. Bir daha fiş yazdığı zaman bana kafanı sıranın altına sok derdi. Bilirdi ki yine okudu. Tabi bir başka anı da bu defa verdiği cezaydı. 5.sınıfta bir problem sordu. Herkes defterine yaptı. Ben yapamadım.  Beni tahtaya kaldırdı. Bir güzel şamarladı. Ondan sonrada sen bu problemi 3 sınıfta yaptın dedi. Tahtada bana yardımcı olarak problemi çözdük. Tabi anılarımız sadece bunlar değil. Allah gani gani rahmet eylesin.
/Zeki ŞEN
 
 
 
KAZDIĞI KUYUYA DÜŞMEK
 
1970'li yılların başı… Okul bahçesine kavak ağaçlarının dikildiği sene... (Kavak fidanı dikimi, Kasım ayı sonu ile Mart ayının ilk yarısı arasındaki tomurcuklar patlamadığı dönemde yapılır. Samsun klonu (77/51) Şubat ayı içerisinde dikilmelidir.)
 
Mevsimlerden kış mevsimi ki eskiler bilir, eskinin kışları da kıştı. Bir kar yağdı mı kalınlığı "çarık bağı" ya da "diz boyu" ile tarif edilmez karda oynayan çocuklar karın içine batar kaybolurdu maazallah. Özellikle yollardaki karlar, çalıların duşunda birikerek adam boyunu aşardı da büyükler, çocukların okula gidebilmeleri için özellikle kömüş öküzlerini yola salıp caminin yanına kadar başıboş yürütür, onlara dozer gibi kar yardırırlardı. Bizler de açılan bu “çînenük” yeri (çığırı) takip ederek okula ulaşırdık.
 
O yıllarda başlamıştı çabuk yetişen "kanada kavağı" türünün dikimi. Ziraat Mühendisimiz İzzet Ustaoğlu'nun öncülüğünde köyümüze zirai fındık dikimi de yapılmıştı oradan hatırlıyorum fidan dikilecek çukurlar önceden kazılır, toprak havalansın da içerisinin hamlığı gitsin diye bir kaç gün bekletilirdi. İşte bu okulumuzun bahçe sınırboyuna dikilecek kavakların çukurları eşilmiş beklenirken köyümüzün o eski günlerindeki kar yağışları başlamış tabi çukurlar kar suyuyla dolmuş, ama üstleri de kar ile kaplanmış, kuyu kenarındaki yığılı toprak bile yağan kar nedeniyle yerle yeksan olunca nerede çukur var nerede yok anlaşılamaz olmuştu.
 
Hadi bahçede oynayan bizler biliyorduk sınır boyunda çukurlar olduğunu da fazla yaklaşmıyorduk da ya Sarımsak'tan tarlaların içinden kestirme gelen öğrenciler ne yapacaktı? Ve bir sabah olanlar oldu, Gıyasgilden mi yoksa Süleymangillerden mi şimdi hatırlayamadığım bir arkadaşımız bu çukurlardan birine düşerek yarı beline kadar ıslanmıştı. Zaten o günlerde yolu olmayan Sarımsak'tan ve Çetirlik'ten gelen öğrenciler yağmur çamur nedeniyle üst başları perişan halde gelirler, birikinti sularda çamurlarından kurtulurlar ama mesai başlamadan evvel nöbet usulüyle yakılan sobalarda ıslak üstlerini ders başlamadan kuruturlardı.
 
İşte bu kavak fidanı dikilecek çukura düşen arkadaş da gürül gürül yanan sobanın başında üstünü çıkartmadan kurulanırken ders zili çalıp sınıfa giren Mustafa Açıkgöz öğretmenimiz "Yavrum n'oldu sana?" diye merakla sorunca bizler hep birlikte koro halinde "kavak kuyusuna düştü öğretmenim!" diye cevap verdi. Bu defa ortamı yumuşatmak için Mustafa öğretmenimiz şaka yollu "o kuyuyu kim kazdıysa onu cezalandıralım." deyince ortalık kısa bir sessizliğe büründü. İkinci kez "evet, o çukuru kim kazdı, parmak kaldırsın?" sorusunun üzerine üzerinin ıslaklığı henüz kurumadığı için sobanın başında, öğretmen sandalyesinde oturan arkadaş hafifçe parmak kaldırıp, titrek bir sesle "ben kazdım öğretmenim, o çukuru falancayla ikimiz kazmıştık!" deyince sınıfla "hakıradanak" bir gülüşme dalgası koptu.
 
Suçlunun(!) bulunmuş olmasının verdiği bir rahatlıkla Mustafa öğretmen "e, oğlum sen kendi kazdığın çukura düşmüş, dikkatsizliğinin cezasını çekmişsin. Hadi sana geçmiş olsun, iyice kurulanana kadar oturabilirsin sobanın başında." deyip derse geçmişti.
/Çetin KOŞAR
 
 
İLKÖĞRETMENLERİMİZ
 
Onlar sadece bizim öğretmenlerimiz değillerdi. Hepsinin ayrı ayrı meziyetleri vardı. Ahmet Fazıl Aksoy hukuk okuyordu. Sonra ünlü bir ressam oldu. Mehmet Oyar hoca futbolcuydu Samsunspor’da oynuyordu. Sezai Güner hoca çok ileri derece müzisyendi. Mandolin ve saz çalardı. Fevzi Şen hoca folklor yönü çok kuvvetliydi. Ayrıca bizim piyesimizi düzenlemişti ve tüm okul piyeslerinde ve sosyal faaliyetlerde, gezilerde en önde gelirdi. Yüzü hep gülerdi, pırlanta gibi bir kalbi vardı. Öğrenciye kızdığı vâki değildi.
 
Başöğretmen Mustafa Açıkgöz ev ev dolaşıp okula öğrenci kayıt ederdi. Disipline çok önem verirdi. Çok temiz giyinirdi. Deyim yerindeyse jöndü. Bizde ve köyümüzün üzerinde ödeyemeyeceğimiz hakları vardır.
 
Şu fani hayatta elini öpüp helâlleşmek istediğimiz, babamız kadar çekindiğimiz ve çok sevdiğimiz başöğretmenimiz, umarım Allah(cc), bize siz öğretmenlerimizle helâlleşmeyi nasip eder.
 
Ahmet hocamla 1991’de İstanbul Beyoğlu’nda avukatlık ofisinde ziyaret ettim, helâlleştik. Zaten kendisi sürekli bizim oraya, Kandilli’ye resim yapmaya geliyor, görüyorum ve gurur duyarak takip ediyorum. Tabii, bizim nesil çok fakir ve yokluklar içinde yetişti ve öğretmenlerimizden aldığımız ahlâk ve terbiyeyle eğitimle hayatı tırnaklarımızla kazıyarak kazandık hepsinin ellerinden öperim...
/Tekin ÇELENK
23 Kasım 2019
 
 
 
TORUNDAN DEDEYE (O Geçmiş. Sen! Gitmiş.)
 
“Mahalledekiler seni nasıl anlatıyor öyle. Biz toplum olarak geldiğimiz noktada ufacık sebeplerden birbirimizin yüzüne bile bakmak istemezken sen çöp atmaya giderken komşularının çöpünü de alıyormuşsun! Bu ne demek dede.
 
Köydekiler "bu köyün hem öğretmeni, hem doktoruydu" diyor. "gece gündüz demez her hastaya yetişir, ilaç paralarını da cebinden verirdi" diyorlar. Ne kalbinde ne ruhunda kötülük, ego, hırs taşımadan nasıl yaşadın sen nasıl? Keşke bunu biraz anlatsaydın.
 
Annemden geldim az önce. Üstüne son kez giydiğin kahverengi kadife pantolonunu bırakmışsın. Kahverengi ekoseli gömleğini birde. Aralık da ne! Eylül ortası oldu mu atkısız kasketsiz gezmezdin sen. Üşürdün. Atkını montunu evde göremedim. Ama bordo mavili atkını takmışsın o gün. Onu da hastaneye ilk yattığın gün Ömer'e yakışıklı bi poz vermişsin, askıda asılı kenardan gördüm. Yeni aldığın, ilk kez o gün gelirken giydiğin ayakkabıdan bahsettiler kulak kabarttım. Kıyafetlerini sevdikten sonra gittim ayakkabılarına baktım onları da göremedim.
 
Neyse! Kahverengiyi çok severdin. Bende çok severim dedeciğim.
 
Acını tarif et desen "kahverengi kadife pantolondur" derim.
 
Dizleri az iz yapmış…
 
Ama yıkanmış, geçmiş.
 
O geçmiş,
 
Sen! gitmiş.
 
/Eda KODALAK
30 Aralık 2021
 
 
 
 
PENCERE ÖNÜNDE İKİ ÇİFT AYAKKABI
 
İş, aş peşinde koşmaktan bir fırsat bulup sıla-i rahim de dahil olmak üzere ne eşi-dostu ne de hısım-akrabayı ziyaret etme fırsatı bulabiliyordum. Görüşmek isteyip de bir fırsatını bulamadığım nice insanlardan/büyüklerimden birisi de ilköğretmenim Mustafa Açıkgöz idi. Bu belki de sadece benim değil Köyümüzün makûs talihiydi. Ancak, bir düğün bir cenaze vb. olay vâkî olursa belki...
 
Mustafa Açıkgöz öğretmenimle yıllaaar yıllar sonra karşılaşmamız da işte böyle bir zamanda gerçekleşmişti. Hacı Osman (İlaz Osman) eşi Emine Şen (Minik Nine)'nin cenaze merasimi... Merhumenin naaşı Camiye götürülmüş, cenaze namazı kılınmış, tekrar geri getirilip evinin yanında bulunan aile kabristanlığındaki kabrine defin işlemi gerçekleşmiş, sıra yıllarca görüşememiş kişilerin cenaze münasebetiyle bir araya gelmeyi fırsat bilip hasret gidermesine gelmişti.
 
Duydum ki Mustafa öğretmen cenaze evinde oturuyormuş, görüşmek için ben de girdim içeri. Selam verip kısa bir hoşbeşten sonra bir kenara ilişip oturdum ve konuşulanlara "kulak misafiri" olmaya başladım. Bir ara öğretmenimle köyümüzün geçmişi ve geleceğiyle ilgili kısa bir konuşmamız oldu. Ve daha birçok mevzular bahis konusu oldu ama benim burada paylaşmak istediğim konu onlardan sadece bir tanesi...
 
İçeride öğretmenimizin kıymetli eşi Zeliha annemiz de var. Bahsedeceğim konuyu, yıllar öncesine giderek Merhume Fadime Halam açtı. "Bakalım hatırlayabilecek misiniz? diye de bir soruyla başladı ve hemen de hatırladılar tabi. Olay şuydu:
 
Fadime Halam ile eşi Selahattin dayı (Kenanın Bubası) bir akşam kalkıyorlar Mustafa öğretmengile oturmaya gidiyorlar. Şimdiki gibi bırakın cep telefonunu köyde bile telefon yok ki önceden haber verip randevulaşsınlar. Zaten eski buluşmalar bir çocuk göndererek "bir maniniz yoksa akşam oturmaya gelmek istiyoruz." tarzı izinle değil "çat kapı" yapılırdı. Şimdi öyle mi? Günler öncesinden kavilleşiliyor, buluşma gününe kadar evde bir telaş, bir hengâmedir alıp başını gidiyor ve bu da taraflara oldukça meşakkat veriyor.
 
Uzatmayayım, Fadime Halam ile Selahattin dayım kış mevsiminin uzun gecelerinin bir akşam vaktinde Mustafa öğretmenin kapısını çalıyorlar ama kapıyı açan yok. İçeriden sadece çocuk sesleri geliyor. Anlaşılıyor ki Mustafa öğretmen ve Zeliha annemiz evde yok. Yücel ve Emel kardeşler evde tek başlarına. Bari çocuklarla konuşuruz diyorlar ama bu defa kapı kilitli olup çocuklar kapıyı açamıyorlar. Fadime halam, "nereye gittilerse, nasıl olsa dönecekler daa" deyip çocuklara pencereyi açmalarını söyleyip eve pencereden girip ev sahipleri gelene kadar evde çocuklarla oturup konuşuyorlar.
 
Misafirlikten dönen ev sahipleri kapının önünde değil de pencerenin önünde duran iki çift ayakkabıyı görünce önce panikleseler de sonradan anlarlar ki gelenler Tanrı Misafiridir. Rahmet getirmiştir, bereket getirmiştir, sevinç ve mutluluk getirmiştir.
 
Şimdi nerede böyle samimi dostluklar!...
/Çetin KOŞAR
4.01.2022

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder