Yüzmek deyince hemen aklımıza çaylardaki bentler ve göllerin gelmesi normaldir. Bizim köyde buna “yüzmek” değil de “çimmek” derler. Köyümüzde bizim için turistik(!) değere sahip iki çimme yeri vardı; “İki kaşın arası” ve “Kocagöl”. İki kaşın arasının derinliği diz boyunu geçmezdi ama iki tarafı da yüksek kayalıklarla çevrili olduğu için otantik bir değeri vardı. Hakeza “gocagöl” dediğimiz yerin özelliği ise sellerden dolayı derinliğinin sürekli artıp azalmasının yanında bir de yer değiştirmesi vardı. Yüksek meşe ağaçlarının dalları arasından süzülüp gelen gün ışığı huzmeleri altında öğle vakitlerinde çimmeye pardon yüzmeye doyum olmazdı.
Çocukluğumuzun yüzme alanları hiç şüphesiz sadece buralar değildi. Eskiköy çayı, Devret, Karanlık dere, değirmen yanı, Gemirlik, Gelemet, Muratlı, Cilim mevkii ve Sarımsak çayları köyde herkesin ilk yüzme talimini yapıp eğitim gördüğü ve doğal yollardan kendi becerisiyle yüzmeyi öğrendiği yerlerdi. İster derin ister sığ olsun, ister doğal eşinti ya da birikinti olsun isterse tarımsal amaçlı olarak “tutulan bent”ler olsun fark etmezdi. Ancak, bentlerde yüzmeye doyum olmazdı. Buralar hem derin olur ve hem de uzun olurdu. Her ne kadar buralarda bol miktarda yılanlar olsa da önce bendi bir güzel taş yağmuruna tutar yılanları kaçırır ardından her ne kadar korksak da mecburen atlardık suya. Yılanlardan başka bir ikinci tehlike de yüzme esnasında bu bentlere vereceğimiz zarardan dolayı sahiplerinden sakınmak işi vardı. Yüzerken verebileceğimiz zarar da bendin delinmesi, bir tarafının patlamasıyla suyun kaçmasıydı.
Derin göllerde yüzmenin zevki de bir başka olurdu. Sırtımıza koyduğumuz ağır taşlarla gölün bir ucundan dalar, dipten kaplumbağa gibi yürüyerek gider öbür uçtan çıkardık. Yüksekçe bir yere çıkar, havada bir takla atarak kendimizi sulara bırakırdık. Zaman zaman yüzme yarışları yapar, olmadı en fazla suyun altında kalma müsabakaları düzenlerdik. Tüm bu yaramazlıkları yaparken fark etmez, iş yapanların kavurucu sıcaktan dilleri ve damakları kuruyup çatlarken o Temmuz aylarında bizler soğuk algınlığından yataklara düşer, “kong kong” diye sesler çıkararak kütür kütür öksürürdük.
Deniz ayaklarımızın altında olmasına rağmen o günün koşullarında on kilometrelik yolu göze alıp denize yüzmeye gitmek “lüks” idi. Anamızın köyüne giderken Yakakent’te denize girmek ve hırçın dalgalarla adeta güreş etmek gibi bir imkana herhalde bizden başka sahip olan da yoktu.
Çaylar sadece bizim yüzmemiz için değildi. Kaz, ördek ve onların yavruları "şibik"ler için de bir yaşam alanıydı. Onlar da yüzerlerdi bol bol.
Yüzen bir başka şey daha vardı o da harman sonrası ekin yıkamalarında buğday taneleri arasına karışmış bulunan, fiğ ve diğer ot tohumlarıydı. Buğday taneleri yıkama esnasında dibe çökerken bu yabanı tohumlar cascavlak suyun yüzünde kalır kendilerini ele verirlerdi. Su üzerinde yüzen bu “kavuz” lar ayrı bir kapta toplanıp hayvan yemi yapılırdı.
Köyümüz denizle sınır olmadığı için deniz kültürüne yer veremiyoruz. Ancak yüzmek ve yüzdürmek hayatımızın her alanında bizimle o kadar içi içedir ki saymakla bitmemektedir. Bizlerde aklımıza geleni sıralamakla yetiniyoruz. Kuru fasulye ve nohut gibi bakliyattan yemek yapılacağı zaman bunların taneleri de su dolu bir kabın içinde yüzdürülür, yüzemeyenler dibe çöker yemek olmayı hak ederler. Genellikle içi fos olanlar, çürük ve kurtlu olanlar yüzmeyi becerirler fakat böylece yakayı ele verirlerdi. Görüldüğü gibi yüzmek hem başarı hem başarısızlıktır.
Yüzmek deyince bir de “hayvanın derisini vücudundan ayırmak” vardır. Bazılarını “tulum”lasak ta en güzeli yüzmektir. "Yüzmek" öyle herkesin yapabileceği bir iş değildir. Hem kurbanın postunu hem de kendi postunu delmeden ve deldirmeden yüzebiliyorsan ne mutlu sana!...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder