Konuğumuz, İslâm’ın umdelerine ve Müslümana yakışmayan her türlü sahteliğe karşı tek başına savaşan bir yalnız kahraman: Mehmet Şevket Eygi. 7 Şubat 1933 Zonguldak/Ereğli doğumlu Orhan Şaiklerin, Nihat Samilerin, Ahmet Kudsilerin talebesi eski bir Galatasaraylı, aynı zamanda Mülkiyeli.
Özeleştirisini kendi yapamayan toplumların içten içe çürüyeceğine inanmış ve o “birileri”ni göremeyince bu keyifsiz işi kendi üstlenmek zorunda kalmış bir isim. Hakkı bâtıldan ayırıp kâim kılmak için yaşayan, yazan ve “Egerçi köhne metâız revâcımız yoktur/ Revâca da ol kadar ihtiyacımız yoktur” beytini hatırlatan, kimseye müdanahası olmayan yalnız bir direnişçi. Tarihin, onun Galatasaray’ın bir “imalat hatası” değil “yüz akı” olduğunu tasdik edeceğine olan inancımızla sizi söyleşimizle baş başa bırakıyoruz..
M.BIYIKLI: Millet olarak önerilerini, yorumlarını, tepkilerini ifade etmeyen veya dolaylı yoldan ifade eden bir yapımız var. Bunu neye bağlayabiliriz? Çok mu kaderciyiz; Allâh’a havale edince mesuliyetimizi yerine getirdiğimizi mi düşünüyoruz? “Kadercilik” anlayışımızın yeniden tanımlanması mı gerekiyor?
M.Ş.EYGİ: Toplumumuz bir takım tarihî arıza ve kazalar yüzünden “şifahî bir toplum” haline gelmiştir. Şifahî toplumlar yeterli ve gerektiği kadar emr-i maruf nehy-i münker yapamazlar, tepki gösteremezler. Kader başka şeydir “kadercilik” başka şey. Hazret-i Ömer, veba hastalığı görülen bir yere gitmekten vazgeçince ona “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” denilmiş, o da “Allah’ın bir kaderinden başka bir kaderine kaçıyorum…” cevabını vermiştir. İslam’da kader vardır, kadercilik-fatalizm yoktur.
M.BIYIKLI: Yine zihniyetimizi çözümlemeye devam etmek istersek, müesseseleri, hadiseleri ve dertlerimizi ele alırken tarihî tekâmül çizgisini çok da dikkate almadan, hemen kalıp-hazır değerlendirmelere itibar etme meylimizin tuzağına düşüyoruz. Geçmişimizi doğru değerlendiremediğimiz için geleceğimizi de kestiremiyoruz. Geleceğimize köprü olmak üzere “gelenek”imiz için doğru bir tanımlama yapmak istesek neler söyleyebiliriz?
M.Ş.EYGİ: Türkiye’nin yakın tarihinde vahim “kopukluklar” olmuştur. Şu anda mâzimiz, tarihimiz, köklerimiz ile bağlarımız kopmuş vaziyettedir. Atalarının ve dedelerinin mezar taşlarını okuyamayan yeni nesillere kopuk dememek mümkün müdür? İşin kötüsü, seçkin, yüksek tabaka, okur-yazar geçinenlerimiz bu kopukluğun farkında değillerdir. Türkiye geleceğine güvenle bakmak istiyorsa mutlaka “tarihî kopukluktan”, “tarihî devamlılığa” geçmek zorundadır. Aksi takdirde çöküş ve yıkılış kaçınılmaz hale gelecektir. Bizde tarihî devamlılığın iki ana direği olan yazılı ve edebî lisan ile millî tarihe vurulan darbeler, ne Hitler Almanya’sında, ne Stalin Rusya’sında bu kadar tahripkâr olmuştur. Bizi biz yapan geleneklerimizin hor görülmesi bugünkü genel yabancılaşmaya yol açmıştır.
M.BIYIKLI: Asr-ı Saadet’te Efendimiz, genç sahabilerine civar milletlerin dillerini öğrenmeyi telkin ediyor. Fatih, 7 lisan biliyor,.. Bugün biz kendi dilimizi bile bilmiyoruz. Mukayese mantığımız gelişmiyor. Dolayısıyla eski metinlerimizi ve onlara sinmiş insanlık şuurunu kavrayamıyoruz. Nasıl bir eğitim anlayışı gerekiyor, bütünleyici, kapsayıcı, muhteşem bir cihaz olan beynimizin trilyonlarca hücresini ısraf etmeden kullanabileceğimiz..?
M.Ş.EYGİ: Son devir Osmanlı liselerinde (Sultanî-İdadî) üç yabancı dil öğretiliyordu: Arapça, Farsça, Fransızca. Ayrıca Batı Türkçesi çok iyi ve güçlü şekilde okutulup öğretiliyordu. Kendi ana dillerini edebî bakımdan iyi bilmeyenlerin yabancı dil öğrenmeleri mümkün değildir. Bugünkü Türkçe, birkaç yüz kelimeyle konuşulan sözlü bir iletişim dilidir. İnsanlar bu fakir, “arı-duru, kuru” lisanla günlük ihtiyaçlarını görürler, iletişim kurabilirler. Lakin bu sözlü Türkçeyle eğitim, üniversite, edebiyat, tefekkür, yüksek kültür, sanat, felsefe olmaz. Bizim anadilimiz olan Batı Türkçesi’nin en olgun, en güzel, en sanatlı, en ahenkli şekli 1920’lerin Türkçesi’dir. 27 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara geçince o dile döndü; 27 Mayıs 1960 darbesinde tekrar kuru ve yetersiz Öz Türkçeye geçildi ve nihayet zengin, edebî dilimizi yitirdik. Artık istense de 1920’lerin Türkçesi’ne dönmek çok zordur. Bir memleketin ne durumda olduğunu bilmek ve anlamak isteyenler oradaki eğitime baksınlar. Eğitim güçlü, vasıflı, üstün, tesirli, başarılı ise durum iyidir; eğitim iflas etmişse ülkenin geleceği karanlıktır. Eğitimde mutlaka kaliteye yönelinmelidir. Bugünkü sistem, “okuma yazma bilmeyen cahilleri, okuma yazma bilen cahiller” haline getiriyor. Okuma yazma bilmeyen cahiller, cehillerini itiraf eden basit cahillerdir; okuma yazma bilenler ise mürekkep cahil… Türkiye’de en kısa zamanda İngiltere’deki Eton koleji gibi, Paris’teki güçlü liseler gibi, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur liseleri gibi liseler açılmalıdır. Edebiyata, felsefeye ve sosyal kültüre ağırlık verilmelidir. Bu liselerde mutlaka Arap harfleriyle Osmanlıca okutulmalıdır. “Böyle bir şey gericilik olur, bunu yapamayız” diyenler olursa, onlara “Ya öyle mi? Öyleyse Türkiye’nin batmasına hazır olun” cevabını veririz.
M.BIYIKLI: “İnsan olmak”, külliyen bir “arayış” diye buyuruluyor. Arama isteğin olacak içinde… Aradığın şey için bedel ödeyecek cesarete cömertliğe, alçakgönüllülüğe sahip olacaksın… Yeniden bu haslette “vasıflı insanlar” yetiştirmek için nasıl bir eğitim anlayışı profiline ihtiyacımız var?
M.Ş.EYGİ: Türkiye’nin batmamasını, yükselmesini, güçlenmesini, ilerlemesini istiyorsak yeterli sayıda vasıflı Türkiyeliler yetiştirmek zorundayız. Vasıflı Türkiyeli ne demektir? Bilgi ve kültür boyutunda vasıflı; ahlâk, aksiyon, fazilet boyutunda vasıflı; sanat, güzellik ve estetik boyutunda vasıflı. Vasıflı demek, aynı zamanda güçlü ve üstün demektir. Bu memlekette çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar son 50-60 yıl içinde eğitimde kalite üzerinde durmadılar, kalite (kelle sayısı, rakam çokluğu) üzerinde durdular. Bu yol onları zilletten izzete götürmedi.
M.BIYIKLI: Eskilerin “İstanbul Efendisi” diye tabir ettikleri bir model insan vardı. Bir yazarımız “Şimdilerde tekkelere “Estetik Yâ Hû” yazdırmak lâzım” diyor. Bunun okulu var mı hocam; eski fütüvvet teşkilatı gibi meselâ.. İstanbul Beyefendisi nasıl yetişir; Aklı- ruhu aynı anda eğitebilecek bir hoca tipi var mı günümüzde?
M.Ş.EYGİ: Türkiye her geçen gün biraz daha kırsal kesim, gecekondu, taşra, varoş kültürü kısırlığına gömülüyor. Bizde her yere köylü kültürü hâkim olmuştur. Köylü derken tabii ki, köylüleri hor görmüyorum. Burada bahis mevzu olan köy kültürü ve köylülüktür. Bizim politikamız köylü politikası, insanî münasebetlerimiz köylüce, eğitimimiz ve üniversitelerimiz köy eğitim ve köy üniversitesi… Türkiye’de en fazla köylü olanlar da İslamcılar ve dincilerdir. Bana kızabilirler, eyvallah… İslamiyet medeniyet dinidir, şehir dinidir, metropol dinidir. İslam’ın nurları büyük şehirlerden ve merkezlerden taşraya doğru yayılır. İslam’ı köylerden, gecekondulardan, varoşlardan şehirlere getirmek mümkün ve muhtemel bir iş değildir. Bu ülkenin Müslümanları kurtulmak istiyorlarsa, her şeyden önce medenî Müslümanlar olmaya, şehirli Müslümanlar olmaya; ince, nazik, kibar, vasıflı Müslümanlar olmaya mecburdurlar. Kırsal kesim ve varoş kültürüyle, ahlâkıyla, sanatıyla kurtulmanın imkânı yoktur. Eskiden Türkiye’yi ayakta tutan bir fütüvvet ahlâkı vardı. Bu devirde nice Müslüman fütüvvetin lügat ve ıstılah manasını bile bilmez. Fütüvvet, gönül yiğitliği mânâsına gelir. Bir Müslüman toplumda yeterli sayıda gönül yiğidi bulunmazsa ve onlar İslamî hayata hâkim olmazlarsa o toplum dejenere olur, bugün Türkiye’de olduğu gibi… Şu birtakım İslamcı geçinenlere bakınız, dinci postuna bürünmüşler, yemedikleri halt yok. İhalelere fesat karıştırmalar, işlerden komisyon almalar, bin türlü dalavere, haram rantlar, yaptıkları hiçbir işte meymenet yok. Geçen kış büyük şehirlerimizden birinin tarihî bir caddesi yapılmaya başlandı, daha bitmeden bozulmaya başladı. Ana şehir belediye başkanı inşaatı durdurdu. Ülkemiz dünyada en fazla kara para, haram para, uğursuz para olan ülkedir. Mafyalar, çeteler etrafı haraca kesmektedir. Haram yiyicilik, rantçılık korkunç boyutlara ulaşmıştır. Nadir yazarlar, fikir adamları, politikacılar dışında bütün bu kötülükleri ve pislikleri tenkid eden de yoktur. 1950’li, 60’lı yıllarda Prof. Ali Fuat Başgil, Üstad Necip Fazıl gibi ilim, fikir, vicdan adamları, ellerinden geldiği kadar kötülükleri tenkid ediyorlardı, şimdi onlar da yok.
M.BIYIKLI: Mutlu olmayı mağrur olmaya değiştik. Millet şuurumuza da tamamen zıd olarak “Nefis Medeniyeti” olduk taklit ede ede.. Yeniden Nefis-Ruh dengesi kurmuş bir “Kalp Medeniyeti”nin teşekkülü için neler yapılması gerekiyor? Nasıl titreyip kendimize döneceğiz?
M.Ş.EYGİ: Biz Müslümanız demekle iş bitmiyor. Bu devir Müslümanları kendilerini İslam’a uyduracaklarına, İslam’ı kendilerine uydurmaya kalkıyorlar. Bu sapıklık değil de nedir? Televizyondan şikâyet eden zamane hacılarının, hocalarının, dindarlarının, sofularının evlerinde koca koca televizyonlar var. İslam, Şeriat, Sünnet, tasavvuf buna izin veriyor mu? Resulullah Efendimiz birtakım konuları kastederek “Müftülerden fetva isteme, sen kalbine sor” mealinde bir söz sarf etmiştir. Kalplerimize soralım: İslam dini bugünkü yayınlarıyla televizyon seyretmeye izin verir mi? Açıyorsun ekranı evin içinde meyhane, kumarhane, fuhuşhane, dinin yasak etmiş olduğu fısk, fücur, eğlence, bin türlü rezalet… Din düşmanlarını tenkid etmek, bütün kötülüklerin sebebini dinsizlikte aramak çok kolay ve ucuz bir felsefedir. Müslümanlar kurtulmak istiyorlarsa öncelikle kendilerini yapıcı bir şekilde tenkid etmelidir.
M.BIYIKLI: Siz tenkid deyince aklıma geldi. Nasıl sağlanacak efendim birlik beraberlik. Ne yapmalı?
M.Ş.EYGİ: Müslümanlar arası birlik ilimle, irfanla, ahlâkla, faziletle, hikmetle, yüksek karakterle, fütüvvetle, mürüvvetle, hakiki tasavvuf ve tarikatla olabilir. Vasıfsız Müslümanlar birlik sağlayamazlar. Önce vasıf, sonra o vasıftan ileri gelen birlik. Birtakım cemaatler ve tarikatlar yapıcı, müspet, hayra yönelik uyarıları düşmanlık olarak kabul ediyor. Bazıları yalan da olsa övgü ve pohpohlardan çok hoşlanıyorlar, doğru da olsa uyarı ve tenkitlerden nefret ediyorlar. Böylelerinin birleşmesi elbette ki mümkün olmaz.
M.BIYIKLI: Yıllar önce ‘Tasavvuf Sığınağı’ isimli bir yazınızı okumuştum. Tasavvuf hakkındaki düşünceleriniz nedir? Tasavvuf niçin önemlidir?
M.Ş.EYGİ: Tasavvuf, İslam’ı hakkıyla yaşamak demektir. Tasavvuf ve tarikat, tac, hırka, şekil değildir. Adam tasavvuf postuna bürünmüş ama riya, kendini beğenmişlik, gurur, kibir var içinde, öylesi kesinlikle mutasavvıf ve tarikatlı değildir, tarikatçıdır. Hakiki mutasavvıf «ben, ben, ben» demez. Hakiki tarikatlı, birtakım büyükleri, Yahudi ve Hıristiyanların yaptıkları gibi “Erbab” haline getirmez. Derviş sövene dilsiz, dövene elsiz gerektir. Hakiki mutasavvıf, tarikatlı ve derviş “Benim şeyhim en yücedir, benim tarikatım en yükseğidir…” gibi boş edebiyatlar, propagandalar yapmaz. Tarikatta genel davet olmaz, tarikata nasip ile girilir. Nasibi varsa girer, bir tarikat düşünün, herkesi kendisine çekmek için genel davet yapıyor. Bu ne biçim tarikattır? Bendeniz tarikata, tasavvufa, şeyhlere ve dervişlere hürmet eden bir kimseyim. Lakin her şeyin kuralı vardır. Adamın birisi tarikat, tasavvuf diye meydana atılmış, aklı fikri para toplamak; para saymaktan tespih çekmeye vakti kalmıyor. Ben bu Hazrete nasıl mutasavvıf ve tarikat ehli diyeyim? Bütün din kardeşlerime tavsiye ediyorum, gerçek tasavvufu, gerçek tarikatı, gerçek şeyhi arayın, nasibiniz varsa bir saniye bile beklemeden intisap edin.
/Mahmut BIYIKLI
www.haberkultur.net