22 Şubat 2010 Pazartesi

Akbulut Köyü'nde Unutulmaz Olaylar -2

LAMBAYA PÜF DE
ÜFLE DE ÜFLE

Eskiden köyümüzde elektrik yokken kullandığımız aydınlatma araçları gaz yağıyla çalışan idare, lamba ve löküslerdi. Son zamanlarda iki kilogramlık piknik tüplerine de bir başlık takılarak lüküs niyetine kullanılmaya başlanmıştı. Ancak löküsler ve bu piknik tüpleri herkeste olmazdı. Bu nedenle çoğu kişi bunların nasıl yakılıp söndürüldüğünü bilemezdi.

1970’li yılların ortalarında Köye elektrik gelmişti ama sık sık kesinti yaşandığından köylü bu geleneksek aydınlatma araçlarını hepten terk etmemiş, yedekte hazır ve nazır olarak bekletmekte, yeri geldikçe kullanmakta idi.

Olay bir Ramazan ayı içerisinde, Akbulut Camiinde Teravih Namazı esnasında yaşanır. Cami İmamı Kozköylü Turan TOK hocamızdır. Elektrikler kesilir ve caminin aydınlatılması için piknik tüpü yakılır. Namaza başlandıktan sonra elektrikler gelir ve imam selam verdikten sonra arada salavat getirilirken hemen piknik tüpünü kapatmak ister ve tüpün vanasını “çevirir, çevirir, çevirir” fakat bir türlü sonunu getirip gazı kesip tüpü söndüremez. Salâvat-ı Şerife’yi okuyup bitiren cemaat ayağa kalkmış, tekbir almak için imam efendiyi beklemektedir. Turan Hoca hemen yanı başında yanmakta olan tüpü bırakır ve mihraba çıkarak Teravih namazının diğer rekâtlarına devam etmek için tekbiri alıp namaza durur.

İşte olanlar bundan sonra olur. Ön safta, imamın hemen arkasında bulunan merhum Züver KOŞAR, bakar ki hoca tüpün ışığını kapatamadı. Tüp boşuna yanacak. E, israf. Müsriflik olmasın diye hocanın ardından, tekbir almayıp, hemen tüpün başına gider ve başlar sesli sesli “üüüfff, püüüf” diye tüpü üflemeye. Ama o da söndüremez tabi. Hani idareyi, lambayı üfleyerek söndürüyorduk ya! Rahmetli nereden bilsin bu yeni icadın üflenilerek söndürülemeyeceğini. Herkesin içinde bir çocuk vardır ya, koca koca adamlar "kikir kikir kikirdeyerek ve tısır tısır tıslayarak" gülerler ama birbirini duymazdan gelir ve namaza devam edilir. (Allah kabul eylesin. Amin.)

/Çetin koşar
22 Şubat 2010

20 Şubat 2010 Cumartesi

Akbulut köyü'nde Unutulmaz Olaylar -1

Ömr-ü Hayatımızda öyle şeyler duyuyor, öyle şeyler görüyor ve öyle şeyler yaşıyoruz ki onları hiç bir zaman unutamıyoruz.

Çeşitli bahanelerle bir araya geldiğimizde mecliste ya da arkadaşlar arasında sık sık anlatılan bu vakaları "söz uçar, yazı kalır" kabilinden iki cümleyle dahi olsa lütfen yazalım, paylaşalım.

Böylesine anlamlı, duygulu ve yerine göre komik olayları yazarak ölümsüzleştirmeye ne dersiniz?

***


SOFYAYI BUL
SOFRAYI KUR

Eskiden köylerimizde mutfak ile oturma odası aynı idi. Zaten iki oda bir salondan müteşekkil eski köy evlerimizde bunun başka bir çaresi de yoktu ki. Bilindiği gibi eski köy mutfakları sadece yemek pişirilen bir mekân değil, oturulan, dinlenilen bir kültür ünitesiydi. Eve bir misafir geldiğinde bile yemekler onun gözü önünde hazırlanırdı. Böylece kişiler, ne yiyip ne içeceğini hazırlık safhasındayken denetlemiş oluyordu.

Gerek misafir geldiğinde ve gerekse tarla dönüşü evde bir yandan yemekler hazırlanır bir yandan da sohbetler edilir, gerektiğinde evin her ferdi bu hazırlık safhasından sofranın kurulmasına kadar geçen süre içeresinde işlerin kıyısından köşesinden tutarak aşçıya yardımcı olurlardı. Herkesin iştiyakla koştuğu bu yardımlardan en önemlisi de sofranın kurulmasıydı. Aç karınların doğal düşündüğü tek şey yemeklerin hazırlanıp bir an önce sofranın kurulmasıdır.

Kış günleri, tütün seçme, istif yapma ve tonga bağlama dışında köylünün genelde “avara” olduğu günlerdir. Yine böylesi günlerden birinde Züver’in Mehmet koşar ile Sefercüğün Ramis koşar, Sefercüğün eski iki katlı evinde misafirdirler. Sefercüğün gelini (Salih Koşar'ın eşi) Güllü gelin öğle yemeği hazırlama telaşındadır. Yemek vakti de çoktan gelmiş ve geçmek üzeredir. Öğle ezanı okunmuş, namazlar kılınmış hatta çocuklar öğle yemeği için okuldan gelmişler ki yemeklerini yedikten sonra yine okullarına gideceklerdir bunun için sofranın geciktirilmeyip bir an önce kurulması gerekmektedir.

Zaman 1970’li yılların ortalarıdır. O sıralar Bulgaristan’ın Sofya Radyosu gündüz saat 11 ile 13 arası daha ziyade Almanya’da Türk işçilerine yönelik olarak Türkçe yayın yapmakta, siyasi propaganda konuşmalarının yanında da bol bol istek türkü çalmaktadır. Kısa dalgadan yapılan bu yayın yıl boyunca köyde fırsat buldukça herkes tarafından dinlenilmektedir.

İşte o gün de Züverin Memet emmi, bir yandan sohbet ediyorlar, bir yandan da Sefercüğün Salinin “iradiye”sini almış eline istasyon istasyon gezerek kanallardan dinlemek için bir şeyler aramaktadır. O sırada bir yandan yemek hazırlayıp bir yandan da misafirlerle konuşan Güllü Gelin, elindeki radyodan kanal ararken “cazur cuzur” sesler çıkartan Mehmet Emmiye dönerek, Sofya Radyosunun istasyonunu bulmasını kastederek “Abi Sofya’yı bulsana” der.

İşte ne olursa o an olur. Ramis emmi yerinden yavaşça kalkar, doğru gider sofrayı alıp gelir ve odanın ortasına kurar. Güllü Gelin şaşırır ama fark ettirmez. Herhalde “abim çok açıktı ondan acele ediyor” diye aklından geçirir ve biraz daha hızlanır. Ancak bir müddet sonra Ramis’in sabrı taşar. “Hadi gelin. Sofrayı kur dedin kurdum. Yemekleri koy da oturalım” deyince mesele anlaşılır. Güllü Gelinin Mehmet Emmiye söylediği “Abi Sofya’yı bul” sözünü Ramis Emmi kendi üstüne alınarak “Abi Sofrayı Kur” olarak anlamıştır. Yıllarca aileler arasında anlatılıp gülünmektedir.

/Çetin koşar
20 Şubat 2010

7 Şubat 2010 Pazar

Aile Fotoğrafları Yayınlanırsa Ne Olur?


Dört Kuşak Birarada
Hediye, Hanife, Salih(eşi Ünzile),Tekin


Kişisellikten uzak, kurumsal bir kimlikle yayınını sürdüren köyümüzün blog ve sitelerinde, öncelikle sahiplerinden rızalarıyla birlikte aldığımız, bazı fotoğrafları sizlerle paylaşıyorduk. Özellikle aile fotoğraf albümlerinden, temel özelliği ve işlevi, belge ve haber değeri taşıyan fotoğrafları”  aileler bazında yayınlıyorduk. Niçin yayınladığımızı da ilgili sayfanın başında aynen şöyle belirtmiştik;  “Bu bölümü hazırlamaktaki amacımız, kişisel albümlerimizde gizli kalmış, geçmişi günümüze taşıyan fotoğrafları ziyaretçilerimizle paylaşmak, hafızalarımızdan silinenleri ya da silinmeye yüz tutmuş olan insan, mekân ve eşyaları gözümüzde tekrar canlandırmaktır.”

Bilindiği gibi tarih, “belge ve kaynaklara dayalı olayları tespit etmeye, tarafları anlama ve algılamaya yarayan bir disiplindir. 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısından sonra tarihçilerin kullandığı kaynaklar arasına fotoğraflar da dâhil olmuştur. Fotoğraflar mektupları, gezi yazıları ve biyografileri zenginleştirir. Fotoğrafların işlevleri ise; bildirmek, öğretmek, açıklamak, etkilemek, saklamak ve tanıklık etmektir. Fotoğraflar dönemin modasını, siyasetini, iktidar-halk ilişkisini ve toplumun sosyal davranış özelliklerini yansıttığı gibi günümüze ulaşmayan folklorik unsurları ve mimari eserleri görmemizi sağlar. Her fotoğraftan herkes bir şeyler çıkarır.” (Nedim İPEK, Osmanlı Dönemi Samsun Fotoğrafları)

Fotoğraf tarihine de bir göz atarsak, sekizinci yüzyılda İran asıllı bir İslam alimi olan Ebu Musa Câbir bin Hayyan'ın “Gümüş Nitrat'ın güneş ışığı etkisiyle karardığını” bulması ve 15. asırda Leonardo da Vinci'nin karanlık odada mevcut ufak bir deliğin dış dünyadaki görünümlerini aksettirmesi fotoğrafçılık tarihindeki önemli başlangıçlardır. İlki 1840’larda üretilen fotoğraf makinelerinin maliyeti oldukça yüksek olduğundan herkes fotoğraf çektiremiyordu. 19. yüzyılın sonlarından itibaren aileler de topluca fotoğraf çektirmeye başladılar. Önce devlet erkânı ve toplumdaki ileri gelen ailelere tanınan bu öncelik 20. yüzyılın ortalarından itibaren uygun makinelerin icadıyla önce orta halli ailelere ardından da “şipşakçı” denilen seyyar fotoğrafçıların imdada yetişmesiyle yoksul aileler de evlerinde, eğlence yerlerinde, düğün, bayram ve toplantılarda ücret karşılığı fotoğraf çektirmeye başladılar.

Nedim İpek hocamız devamla “Önceden bu aile albümleri eve misafirliğe gelen eşe dosta gösterilirdi. Çok değerli birer hatıra veya vesika olarak saklanan bu fotoğrafların tarihlendirilerek ve bazı ilave notlarla gün yüzüne çıkarmanın ve daha geniş kitlelerin hizmetine sunmanın zamanı gelmiştir. Önemsiz gibi görülen bu aile fotoğrafları aslında tüm toplumu ilgilendiren birçok figürü üstünde taşımaktadır. Arka plandaki objeler, alet edevat, giyim kuşam vs.” derken aslında bu hususta bizi de cesaretlendirmişti. Ancak bugün geldiğimiz noktaya göre “Günah”tır diye fotoğraf çektirmeyi reddedenlerin yanında çekilmiş fotoğrafları geniş kitlelere göstermeyi reddeden insanımızın müsamahası, hoşgörüsü, alçak gönüllülüğü, paylaşımcılığı ve bölgesel kültüre katkı sağlaması gibi konular için daha uzunca bir zamana ihtiyacımız olduğu görülmüştür.

Köylümüze ait eski aile fotoğraflarının yayınlanmasına, başlangıçta istekli oldukları halde sonradan vazgeçenlerin sayısının artması üzerine bu fotoğrafları siteden tamamen kaldırmanın yararlı olacağı kanaatine vardık. İnsanlarımızın, fotoğraflarının yayınlanmasına müsaade ettikleri gibi yayından kaldırılmasını da istemeleri en doğal haklarıdır. Hiç birisine kızmaya, darılmaya ve gücenmeye hakkımız yok. Müsaade ettiklerinde olduğu gibi şimdi de onların bu isteklerini “saygıyla” karşılıyoruz. Her şeyden önce “ailenin kutsallığı”na inanıyoruz.

Ancak anlamakta zorlandığımız ve bir türlü cevabını bulamadığımız temel sorun ise bu taleplerin köydeki köylülerimizden ziyade okumuş, tahsilli ya da köy dışında kent yaşamından gelen kimseler tarafından yapılmış olması. Yanlış anlaşılmasın, bugüne kadar aldığım yedi adet itirazdan beşi kendi aile çevremden gelmiştir. Netice itibariyle, amacımız köyümüzün kültürüne katkı sağlamaksa bunu yaparken çevremizdeki insanları kırmamaya, üzmemeye azami dikkat göstermek zorunda olduğumuzun bilincindeyiz.

Başlangıçta sadece kendi arşivimdeki eski fotoğraflardan yararlanarak bir takım belgesel yazılar hazırlarken aldığım “neden sadece kendi fotoğraflarını yayınlıyorsun? Köyde senden ve senin ailenden başka kimse yok mu?” tarzındaki sorulara maruz kalmam nedeniyle giriştiğim bu “açılımın” bilimsel olarak da “zor” olduğunun ta başından beri farkındaydım. Ama denemekte yarar vardı. Denedik. Olmadı. Ne yapalım? Ucunda ölüm yok ya!

Adına bağnazlık deyin, tutuculuk deyin ya da başka bir şey ne derseniz deyin ama bu çağda böyle bir durumla karşı karşıya kaldığımızda dönüp arkamıza bakmadan edemiyoruz. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarından iki adet aile fotoğrafıyla sizlere veda ediyoruz. Kim daha medeni ve cesur?

/Çetin KOŞAR
07 Şubat 2010
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, eşi Latife Hanımın Ailesiyle birlikte.


Osmanlı İmparatorluğunun son halifesi Abdülmecid efendi ve kızları…

5 Şubat 2010 Cuma

Akbulut Köyü Muhtarlık Tarihine Giriş


PICT0620
Recep KOŞAR
Akbulut Köyü Muhtarı(29/03/2009)
Köy nedir?

Köy, idari bölünmenin en alt basamağıdır. TDK’nın Türkçe Sözlüğüne göre köy; “Yönetim durumu, toplumsal ve ekonomik özellikleri veya nüfus yoğunluğu yönünden şehirden ayırt edilen, genellikle tarımsal alanda çalışılan, konutları ve öteki yapıları bu hayata uygun yerleşim birimi, köylük yer, köy yeri” olarak tanımlanmaktadır. Cumhuriyet kurulduktan bir buçuk yıl sonra, 18 Mart 1924 yılında çıkartılan ve birçok değişikliklerle bugün bile yürürlükte olan “442 sayılı Köy Kanunu”nun birinci maddesine göre; “Nüfusu iki binden aşağı yurtlara (köy) ve nüfusu iki bin ile yirmi bin arasında olanlara (kasaba) ve yirmi binden çok nüfusu olanlara (şehir) denir. Nüfusu iki binden aşağı olsa dahi belediye teşkilatı mevcut olan nahiye, kaza ve vilayet merkezleri kasaba itibar olunur ve Belediye Kanununa tabidir.

Yine aynı kanunun ikinci maddesinde de köy tanımıyla ilgili şu ibareler bulunmaktadır. “Cami, mektep, otlak, yaylak, baltalık gibi orta malları bulunan ve toplu veya dağınık evlerde oturan insanlar bağ ve bahçe ve tarlalarıyla birlikte bir köy teşkil ederler.”

Kanun maddelerinden de anlaşıldığına göre köy, belirli bir idari sınırı bulunan ve bu sınırlar içinde toplu veya dağınık meskenler ile ekonomik faaliyet sahalarından oluşan, tarımsal faaliyetlerin ağırlığını hissettirdiği ve seçimle işbaşına gelen muhtar ve ihtiyar heyetinin yönettiği en küçük idari ünitedir. Bu genel tanımlamalardan sonra köyümüzle ilgili tarihsel gelişimi izlemeye ve sergilemeye çalışalım.


En Eski Köy; Gelemet Köyü

İmparatorluk döneminde bölgemiz elbette bugün olduğu gibi bir yapılanma içinde değildi. Osmanlı İmparatorluğu Samsun’u ilk kez 1398 yılında I.Bayezid’in (1389-1402) bölgeye düzenlediği sefer sırasında ele geçirmişti. Daha sonraları Samsun kent merkezi birkaç kez elden çıkmış olsa da 16.asırda Osmanlı İmparatorluğunun Canik Livası, Ordu ve Samsun illerinin bazı kazalarını kapsıyordu. Bir başka ifade ile o gün Amasya Sancağına bağlı Vezirköprü, Lâdik ve Havza ilçeleri hariç bugünkü Samsun ilimiz ile Ordu’ya bağlı Ünye, Fatsa, Kumru, Çaybaşı, Çatalpınar ve Korgan o zamanki Canik Livasını oluşturuyorlardı.

Bölgemizle ilgili olarak yaptığım tarihsel araştırmalarda şimdilik ulaşabildiğim en eski kayıt Gelemet Köyümüz ile ilgili bilgidir. Osmanlı İmparatorluğunun 1520 yılına ait Tahrir (vergi) Defter kayıtlarına dayanılarak çıkarılan ve o günkü adı Canik Livası olan bölge haritasında Gelemet, Bafra Kazasına bağlı bir köy olarak görülmektedir.  Türk Tarih Kurumu tarafından 2002 yılında yayınlanan bu haritaya göre çevredeki diğer köyler ise şunlardır; Taşkelik, Mandır(Mandırçay), Gökçeboğaz (Gökçe), Yenice, Zeytin(Zeytun), Demirciköy(Demircü), Göçkün ve Geyikkoşan(Geyik köyü)’dır.

Sözlü tarih bilgilerine göre ise İmparatorluk döneminde “Gelemet” adı karşımıza Türk Karyesi (köyü) olarak çıkmaktadır. Sonradan köy olan Sordanköy’den başka, bu köyün üst tarafındaki Tokmak Hırmanı mevkiinden öte Devret, Kömürlük, Eskiköy ve Çetirliğin öte ve beri yakaları ise Rum Köyü olarak geçmektedir. (Anti parantez olarak yeri gelmişken ihtilaflı bir konuyu; “Çetillik” mi? Yoksa “Çetirlik” mi? İsim kargaşasını vuzuha kavuşturalım. “Köy Ağzı” incelemelerimizden edindiğimiz bilgilere göre “ellik”, “folluk”, “irezillik” vb. kelimelerde olduğu gibi eskiler çift “L” harflerinin her ikisi tam olarak telaffuz etmektedir. “Misiilik=mısırlık”, “teelik=terlik”, gibi kelimelerde, öncesindeki sesli harfin uzatılarak söylenmesi yoluyla  “L” harfinden önce gelen “R” harfi söylenmeyip “yutum”a uğramaktadır. Eski köy ağzını tam kullanan Hanife Koşar’ın konuşmalarından tespit ettiğimiz kadarıyla adını, zaman zaman “Çetillik”, zaman zaman da “Çetirlik” diye söylediğimiz bu mahallemizin adının doğrusu da “ÇETİRLİK” olmalıdır. Tabi kelime olarak manasını araştırdığımızda da kayalık arazi koşullarında gelişemeyen küçük boylu, yarı ağaç bitkileri ifade eden “çoturluk”tan dönüştüğünü, rahatlıkla söyleyebiliriz.)

1996 yılına kadar idari bakımdan tek köy olan ve adına Kışlakonak denilen köyümüzde yine eskilerin anlatımına göre Cumhuriyet öncesinde Gelemet hariç Sordanköy, Karanlıkdere, Çetirlik ve Sarımsak yani bugünkü Akbulut Köyü, iki ayrı muhtarlıkla yönetildiğini biliyoruz. Bu durumda Gelemet Köyü ayrı bir muhtarlık iken bugünkü Akbulut Köyü ise Çetirlik Rumlarıyla birlikte tek köy ama iki ayrı muhtarlık şeklinde idare ediliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yayınladığı 1864 Vilayet Nizamnamesinden sonra Müslüman ve Gayr-i Müslimlerin beraber yaşadığı köylerde her kesim kendi muhtarını bir yıllığına seçmeye başlar. Yani aynı köyde biri Türk Muhtarı diğeri Rum Muhtarı olmak üzere iki muhtarın varlığı söz konusuydu. Hatta bir zamanlar Türklerin Muhtarı ise bir kadın imiş. Hangi tarihlerde olduğunu inşallah daha detaylı arşiv çalışmalarıyla ileride ortaya çıkarmaya çalışacağımız bu kadın muhtarın Rüstem (Hürüstem) Yılmaz’ın annesi olduğunu biliyoruz.


Muhtar Kimdir?

18 Mart 1924 yılında çıkartılan 442 sayılı köy kanununun 10. Maddesine göre “Muhtar, köyün başıdır. İşbu kanuna göre köy işlerinde söz söylemek, emir vermek ve emrini yaptırmak muhtarın hakkıdır… Muhtar Devletin memurudur. Devlet işlerinde vazifesini (36) ncı maddeye göre yapar.”

Muhtar, köy işlerinin yanı sıra devlet görevlerini de yürütür. Genel yönetimin temsilcisi sıfatıyla da yasaları ve hükümet emirlerini halka duyurur. Muhtar, köy veya mahalle halkı tarafından seçilir. Türkiye'de muhtarların görev süresi 5 yıldır. Muhtar köy tüzel kişiliğini temsil eder. Muhtar köyde yapılması gereken işleri imece usulü ile gerçekleştirir. Aynı zamanda muhtar, köy içinde dirlik ve düzeni sağlar.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında bugünkü muhtarlık hizmetini görenlere, “köy kethüdası” denirdi. Halk arasında ise muhtara “köy kâhyası” yahut sadece “kâhya” adı verilirdi. Tabi bunların başa gelmeleri çoğu zaman seçimle değil, atama ya da doğal seyirle olmaktaydı.

Bugün muhtarlarımızı Mahallî İdareler Seçimleriyle birçok aday arasından seçerek belirliyoruz. Mahallî seçimler aslında demokrasi tarihimizin başlangıcıdır. Ülkemizde seçimlerin tarihi, 1830'lara kadar gider. “Siyasi seçimler ve ilk olarak muhtarlık teşkilatının kurulması”na Türk modernleşmesinin mimarı II. Mahmud döneminde tanık oluyoruz.

Muhtarlık tarihini araştırarak belgeleyen Prof. Dr. Ali Akyıldız'ın tespitlerine göre ilk muhtarlar seçimle değil tayinle görevlerine başlamışlardır. “1833'ten sonra muhtarlık teşkilatı yavaş yavaş ülkenin her yerinde uygulanmaya başlar. Muhtarların çoğu tayin edilirken, bazı bölgelerde ise muhtarlar seçimle göreve gelirdi. 1864 vilayet nizamnamesinden sonra Müslüman ve Müslüman olmayanların beraber yaşadığı köylerde her cemaat kendi muhtarını bir yıllığına seçmeye başladı.”(Kaynak; Erhan Afyoncu)

Cumhuriyet kurulduktan sonraki Yerel Seçimler Tarihini incelediğimizde; ilk mahalli seçimin Kasım 1942 de yapıldığını görüyoruz. Çok partili rejime geçilmesiyle 1 Eylül 1946 da yerel seçimlerin yapıldığı tespit etmekle beraber köyümüzde muhtarlar ve görev süreleri farklı sebeplerle bu seçim dönemlerine uymamaktadır. O zamanlar muhtarlık seçimi genellikle gayrı nizami şartlarda bazen de kolluk kuvvetlerinin denetimi ve yönlendirmeleriyle sonuçlanmaktaydı.


Kışlakonak Köyü Muhtarları

1996 yılında Akbulut Köyü kurulduğunda atama yoluyla başa gelen ilk muhtarımız Sunay Bakioğlu’nun yaptığı araştırmaya göre Cumhuriyet tarihimizdeki kayıtlı ilk resmi muhtarımız Enez Hoca’dır. Bu süreçte muhtarlar hep Gelemet köyünden seçilmektedir.  Çünkü 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ile Yunan hükümeti arasında Lozan şehrinde imzalanan “Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi” kapsamında Çetirlik’te ikamet eden Rum Vatandaşlarımız Yunanistan’a gönderilmiştir. Böylece, ikisi bir köy ancak iki muhtarlık olan Çetirlik nüfusunun boşalmasıyla Sordanköy köy olmaktan çıkarak Gelemet’e bağlı bir mahalle olarak yeni bir idari yapıya irca ettirilmiştir. Gerçekten de bir köy için elzem olan Cami ve Okuldan yoksun olan Sordanköy, uzun yıllar Gelemet Cami ve okulundan faydalanmıştı. Çocuklar, tarlalardan, çamur çökek arazilerden geçerek bin bir zahmetle, okumak için Gelemet’e giderlerken yetişkinler de aynı yollardan özellikle Cuma günleri ve Ramazan Aylarında da teravih için Gelemet Camisine gidip gelirlerdi. Okul ve Cami için çekilen bu çile nihayet 1966-67 yıllarında son bulmuştu.

Enez Hoca’dan sonra sırasıyla Hakkı ASLAN, Şaban GEVREK, Osman KORKMAZ Kışlakonak Köyü’nün Gelemetli muhtarlarıdır. (Çolağın) Osman Korkmaz’dan sonra sırayı Sordanköylü Enez’in Ürfet yani Rıfat Koşar alır ve ardından damadı Ali Rıza Bakioğlu bu görevi mütemadiyen, yıllarca sürdürür.

Artık muhtarlık sonradan kurulan Sordanköyün elindedir ve her muhtarlık seçimleri, oldukça hararetli ve heyecanlı geçmektedir. Almanya’ya işçi olarak giderken muhtarlığı vekâleten verdiği ilaz Osman’ın Nedim ŞEN bu bayrağı Ali Rıza Bakioğlu Almanya’dan kesin dönüş yaptığı tarihe kadar sürdürür.  Yol, köprü, Okul ve Cami gibi köylerin temel ihtiyaçlarının giderilmesi konusunda önemli adımlar atarak muhtarlıktaki ağırlığını iyice hissettiren Ali Rıza Bakioğlu’nun karşısına bu uzun dönemde güçlü bir aday çıkmamıştır. Çalışmak için gittiği Almanya’da iken yerine vekaleten bakan Nedim ŞEN’in aday olduğu yıldaki mahalli idareler seçiminde köyler arasındaki rekabet iyice kızışır. Daha önceleri sessiz sedasız gelip geçen muhtarlık seçimleri artık kıyasıya rekabetin, ciddi tartışmaların, guruplaşma, hizipleşme ve çekişmelerin yaşandığı heyecanlı anlara dönüşür. Seçim günü Gelemet’te bayram havasında geçer. Yıllar sonra muhtarlığın geri alınacağına kesin gözle bakılmaktadır. Köylünün tek eğlencesi bir araya gelip neşeyle sohbet etmektir. Kutlama için mısırlar patlatılır. Fakat, küçük çaplı da olsa yaşanan fire ve kayıplara rağmen o yılki muhtarlık seçimlerini yine Sordanköylülerin adayı Nedim ŞEN kazanır.

“Yenilen pehlivan güreşe doymaz” denir ama bu aslında “yenile yenile yenmesini öğrenmek” sözünde ifadesini bulan “yılmadan mücadele etme”nin her ne pahasına olursa olsun sonunda başarının kapılarını açacağının bir göstergesidir. Gelemet’ten Şenol Gevrek bu konuda en güzel örnektir. Yılmadan her seçimde muhtar adayı olur. Ali Rıza Bakioğlu Almanya’dan kesin dönüş yapar ve ilk seçimde tekrar muhtar seçilir.


Muhtarlık Elden Gidince

Hemen hemen her köyün çekilmez çilesi olan ve hatta bazı köy ve mahallelerde ölümlerle sonuçlanan muhtarlık seçimlerinin bizim köyümüzdeki Sordanköy ile Gelemet köyü arasındaki sert rekabeti 27 Mart 1994 yılındaki seçimlerde Gelemetlilerin adayı Şenol GEVREK’in kazanması ve muhtarlığın tekrar Gelemet köyüne geçmesiyle zirve yapar. Artık ipler kopmuştur. Muhtarlığı alabilmesi için Gelemet’in Sordanköy’ünden de oy alması gerekmektedir ve almayı da başarmıştır. Bu durumda ne yapılmalı diye durup düşünen Sordanköylüler, ya beş yıl bekleyip ilk seçimde muhtarlığı geri almak ya da, ya da köyleri ayırmak(!). Evet evet en doğrusu bütün köylüden imza toplayıp, bir dilekçeyle Valiliğe müracaat ederek Gelemet ile Sordanköyü birbirinden ayırıp tarihte olduğu gibi Sordanköyü yine muhtar yapmak…


Sordanköy Yeniden Muhtariyet Kazanıyor

İmparatorluk sonrasında Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yeniden düzenlenen idari yapılanma sırasında “sonradan köy” olan Sordanköyün  (2010-1520=490) yaklaşık en az 500 yıllık bir tarihi geçmişi olan Gelemet Köyüne bağlanmasıyla köy vasfını kaybetmesi belki o gün için pek bir sorun değildi. Trabzon’un Of kazası ile Rize’nin Pazar kazasından göç ederek gelip köyümüze yerleşen ailelere ilaveten daha yüksek dağ köylerinden gelerek özellikle Çetirlik’e yerleşen aileler sayesinde Sordanköy ve ötesi çoktan Gelemet’in nüfusunu aşmıştı. Gelemet’ten daha geniş bir coğrafyada yine Gelemet’ten daha fazla nüfusa sahip bir köy konumuna geldiği halde, halen bu geniş coğrafyasına rağmen Sordanköy ve diğer köylerin mahalle konumunda oluşu ayrı bir muhtar fikrini kamçılıyordu. Nereden baksak bugün 4-5 kilometrekarelik bir alana sahip Gelemet Köyüne karşılık, Sordanköy ve ötesi coğrafi alan itibariyle 10 kilometrekarelik alandan daha fazla bir ölçeğe sahip idi.


Köyü Köy Yapan Muhtarıdır

1924 yılından 1996 yılına kadar tam 73 yıl tek muhtarlık olarak yönetilen eski birleşik Kışlakonak Köyü, Rıfat Koşar’ın muhtarlığıyla başlayan yıldan itibaren daha sonra da damadı Ali Rıza Bakioğlu’na geçen muhtarlıkla, uzun yıllar muhtarlık merkezi Sordanköy olan bir muhtarlık olarak yönetilmiştir. Sıkı bir muhtar olan Ali Rıza Bakioğlu’nu köylü, sık sık yaptığı köy toplantıları ve köy işleri için yine sık sık başvurduğu imecelere katılım konusunda uyguladığı zorlamalarla hatırlamaktadır. Ufak tefek adli vakalar anında köy içinde halledildiği gibi yerine göre ahlaka mugayir davranışlar da yine “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” sözünde ifadesini bulan bir anlayışla köy dışına taşırılmadan “Mıgdar Ali” tarafından yerinde ve anında halledilirdi. Neredeyse askeri bir nizam ve intizam tarzında süren “ilaz Ali” ya da “Mıgdar Ali” döneminde, daha önce sadece Gelemet Köyünde olan köyün ortak kullanım alanı Cami ve Okuldan Sordanköyü’ne de yaptırılmıştır. Genişletilerek her yıl modernize edilen yollarımıza ilaveten Gelemet ile Sordanköy arası, Sordanköy ile Sarımsak arası, Karanlıkdere ile Sancar arası, Sarımsak ile Çetirlik arası yeni yollar, sayıları sekizi bulan köprüler hep “Mıgdar Ali”nin eseridir. Diktatörce tutumuna rağmen köyler arasında hiçbir ayrım gayrım yapmadan sürdürdüğü görevine yine her seçimde çoğunluğun oyunu alarak tekrar tekrar muhtar seçilmesi doğru yolda olduğunun bir göstergesi değil miydi?


Köylü İmza Topluyor

İşte ne olduysa 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde oldu ve en az yarım asır sonra muhtarlık tekrar Gelemet köyüne geçti. Bu tarih sonun başlangıcı olur ve Gelemet’ten ayrı bir Akbulut Köyü muhtarlığı için ilk adımlar atılmaya başlar. Havaların henüz soğuk geçtiği bir ilkbahar günü aralarında bir “hoca” sıfatıyla şahsımın da olduğu 8-10 kişilik bir grup “Gelemet Köyü’nden ayrı bir muhtarlık olmak istiyoruz!” adlı imza kampanyası için Sordanköy, Karanlıkdere, Mutaflılar, Çetirlik ve Sarımsak köylerini sabahtan akşama kadar gezip, herkese mevzuyu tek tek izah ederek, rüştünü ispat etmiş, yasa diliyle “Medeni hakları kullanma ehliyetine sahip; Sezgin (mümeyyiz) olan, ergin (reşit) olan ve kısıtlı (mahcur) olmayan” kadın erkek herkesten imza toplamış, üstüne de dilekçemizi yazarak, önce köy muhtarına imzalatıp, bu müracaata ihtiyar meclisi kararını da ekleyip, sonra en yakın mülki amir Kaymakamlığa yapılan müracaat ile kaymakamın görüşü ile birlikte bağlı bulunduğumuz Samsun Valiliğe müracaat edilmişti. Gelen cevap, negatif çıktı. Gerekçesi ise ayrılmak için çoğunluğun değil de azınlığın müracaatı gerekmekteymiş. Yani, müracaat yanlış taraftan yapılmıştı ve doğru olan neyse o yapılarak yasal yollarla zaten ormanı, merası, okulu ve camisi ayrı olan köylerimizin idari yapısı da yeniden düzenlenerek ayrılmış oldu.

Kışlakonak Köyü muhtarlığını elinde bulunduran Gelemet Köyü Kışlakonak Köyü adını almış, 1950’li yıllardan beri adı zaten Akbulut olan Sordanköy, Karanlıkdere, Sarımsak ve Çetirlik ile bir araya gelerek Akbulut Köyü adı altında yeni bir muhtarlık şekline bürünmüştü. Artık muhtariyet kazanan Akbulut Köyü’nün ilk muhtarı olma şerefi bu defa bir toruna nasip olmuştu. Anne tarafından dedesi Rıfat Koşar’dan sonra babası Ali Rıza Bakioğlu muhtar olan Sunay Bakioğlu bu geçiş döneminde köyün ilk muhtarı olmuştu ancak 18 Nisan 1999 ilk mahalli seçimlerde Akbulut Köyünün ikinci muhtarı Muharrem KOŞAR olur. Takip eden ilk yerel seçimde yani 28 Mart 2004 mahalli idareler seçiminde ikinci kez ancak bu defa seçilerek işbaşına gelen muhtar yine Sunay Bakioğlu’dur. Nihayet, 29 Mart 2009 yerel seçimlerine tek aday olarak giren Recep KOŞAR Akbulut Köyü tarihinde üçüncü muhtar olarak kayıtlara geçer.

-devam edecek-

/Çetin KOŞAR
05 Şubat 2010


 ___________________________________________________
(*)Tahrir Defteri: Bölgemiz tarihine ışık tutacak olan tarihi belgelerden biri olan Tahrir Defterleri  Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1527 yılından itibaren fethedilen arazinin tapu kayıtları yani tapu kadastrosunun bugün bile hayal edemeyeceğimiz modern bir tarzda yapılmaya başladığı kayıt defterleridir. Bu defterlere, her mahaldeki vergi mükellefleri, vergiden muaf olanların adları, arazinin kimin dirliği, mülkü yahut vakfı olduğu yazılmıştır. Şahıs veya arazilerden vergiden muaf olanların muafiyet sebebi ve ilgili fermanın kaydı düşülerek işlenmiştir. Her tapu-tahrir defterinin başına ait olduğu sancak veya eyalete ait özel bir kanunname varsa o kanunun metni yazılmıştır.

Toprak yazımı esnasında tutulan kayıtlarda yani Tapu-Tahrir Defterleri'nde belli bir yaşa gelmiş, eli silah tutan erkekler kayıtlarda belirtilmektedir. Kadınların yer almadığı bu kayıtlara göre tam bir nüfus sayımı yapmak mümkün değildir. Öte yandan hâne halkının sayısı coğrafî bölge, iklim, sosyal durum, göçler, savaşlar vb. gibi sebeplerden dolayı sürekli değiştiği için kesin bilgi edinmek mümkün olmamaktadır.

4 Şubat 2010 Perşembe

Eski Köy Adları


Konu başlığımız "Yasak edilen Kürt Köylerinin İsimleri Geri Verilsin mi, Verilmesin mi?" ama konu sadece Kürtçe isimlerle sınırlı olmayıp ülkemizin genel bir sorunudur.

Coğrafi yer isimlerinin değiştirilmesi fikrinin ilk kez 1910 yılında ortaya çıktığını, ancak resmi adımın 13 Mayıs 1913'te çıkarılan İskân-ı Muhacirin Nizamnamesi ile atıldığını biliyoruz. "Türkçe olmayan isimlerin sistemli olarak değiştirilmesi doğrultusunda atılan adımlar, savaşa girilmesiyle birlikte hızlanır. 5 Ocak 1915'te Enver Paşa tarafından askeri kıtalara gönderilen talimatnamede ; “Osmanlı memleketinde, Ermenice, Rumca veya Bulgarca, hâsılı İslam olmayan milletlerin lisanıyla anılan vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir isimlerinin Türkçeye tahvili uygulamasının süratle gerçekleştirilmesi gerekmektedir.” (Bkz. Ayhan Yüksel, “Trabzon Vilayetinde Yer Adlarını ve İdari Yapıyı Değiştirme Girişimleri” Doğu Karadeniz Araştırmaları, s.21)

Yer adları değiştirme konusu, Cumhuriyet döneminde 1940’lı yıllarda İçişleri Bakanlığı çalışmalarıyla başlıyor. 8589 sayılı genelge de ifade şu, “anlaşılmasında güçlük olan ve Türkçe olmayan kelimelerin yer adlarının köy isimlerinin Türkçeleştirilmesi”. Bu dönemde Dünya Savaşı nedeniyle bir duraksama yaşanıyor. Bunun ardından 1949’da kanuni bir zemine kavuşuyor. İhtisas kurulu kuruluyor. Bu ihtisas kurulu 70 - 75 bin kadar yer adını toparlıyor. Bunları incelemeye başlıyor. 10 Haziran 1949 gün ve 5442 sayılı İller İdaresi Kanunu’nun, 11 Mayıs 1959 gün ve 7267 sayılı kanunla değiştirilen 2. maddesine eklenen bir fıkra uyarınca, İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü bünyesinde oluşturulan bir komisyon tarafından, Türkiye genelinde 12 binin üzerinde köy adı değiştiriliyor.

Son günlerde ise AB dayatmalarıyla değiştirilen bu yer adlarının eskilerine dönüşler başlamış durumda. İstek olmasa bile tabelalarda eski ve yeni her iki isim de birlikte yazılmaya başlandı.


Osmanlı İmparatorluğunun 1520 yılı tahrir defterlerine göre çıkarılan haritada yer alan Türk köyü "Gelemet" bile isim değişikliğinden nasibini almış durumda. "Sonradan Köy" anlamına gelen "Sordan Köyü" de Akbulut Köyü oluvermiş. Resmi kayıtlar ne derse desin halk ne diyorsa o odur.

/Çetin KOŞAR
20.07.2010

1 Şubat 2010 Pazartesi

İslamcılar En Köylü İnsanlardır


 Konuğumuz, İslâm’ın umdelerine ve Müslümana yakışmayan her türlü sahteliğe karşı tek başına savaşan bir yalnız kahraman: Mehmet Şevket Eygi. 7 Şubat 1933 Zonguldak/Ereğli doğumlu Orhan Şaiklerin, Nihat Samilerin, Ahmet Kudsilerin talebesi eski bir Galatasaraylı, aynı zamanda Mülkiyeli.

Özeleştirisini kendi yapamayan toplumların içten içe çürüyeceğine inanmış ve o “birileri”ni göremeyince bu keyifsiz işi kendi üstlenmek zorunda kalmış bir isim. Hakkı bâtıldan ayırıp kâim kılmak için yaşayan, yazan ve “Egerçi köhne metâız revâcımız yoktur/ Revâca da ol kadar ihtiyacımız yoktur” beytini hatırlatan, kimseye müdanahası olmayan yalnız bir direnişçi. Tarihin, onun Galatasaray’ın bir “imalat hatası” değil “yüz akı” olduğunu tasdik edeceğine olan inancımızla sizi söyleşimizle baş başa bırakıyoruz..

M.BIYIKLI: Millet olarak önerilerini, yorumlarını, tepkilerini ifade etmeyen veya dolaylı yoldan ifade eden bir yapımız var. Bunu neye bağlayabiliriz? Çok mu kaderciyiz; Allâh’a havale edince mesuliyetimizi yerine getirdiğimizi mi düşünüyoruz? “Kadercilik” anlayışımızın yeniden tanımlanması mı gerekiyor?

M.Ş.EYGİ: Toplumumuz bir takım tarihî arıza ve kazalar yüzünden “şifahî bir toplum” haline gelmiştir. Şifahî toplumlar yeterli ve gerektiği kadar emr-i maruf nehy-i münker yapamazlar, tepki gösteremezler. Kader başka şeydir “kadercilik” başka şey. Hazret-i Ömer, veba hastalığı görülen bir yere gitmekten vazgeçince ona “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” denilmiş, o da “Allah’ın bir kaderinden başka bir kaderine kaçıyorum…” cevabını vermiştir. İslam’da kader vardır, kadercilik-fatalizm yoktur.

M.BIYIKLI: Yine zihniyetimizi çözümlemeye devam etmek istersek, müesseseleri, hadiseleri ve dertlerimizi ele alırken tarihî tekâmül çizgisini çok da dikkate almadan, hemen kalıp-hazır değerlendirmelere itibar etme meylimizin tuzağına düşüyoruz. Geçmişimizi doğru değerlendiremediğimiz için geleceğimizi de kestiremiyoruz. Geleceğimize köprü olmak üzere “gelenek”imiz için doğru bir tanımlama yapmak istesek neler söyleyebiliriz?

M.Ş.EYGİ: Türkiye’nin yakın tarihinde vahim “kopukluklar” olmuştur. Şu anda mâzimiz, tarihimiz, köklerimiz ile bağlarımız kopmuş vaziyettedir. Atalarının ve dedelerinin mezar taşlarını okuyamayan yeni nesillere kopuk dememek mümkün müdür? İşin kötüsü, seçkin, yüksek tabaka, okur-yazar geçinenlerimiz bu kopukluğun farkında değillerdir. Türkiye geleceğine güvenle bakmak istiyorsa mutlaka “tarihî kopukluktan”, “tarihî devamlılığa” geçmek zorundadır. Aksi takdirde çöküş ve yıkılış kaçınılmaz hale gelecektir. Bizde tarihî devamlılığın iki ana direği olan yazılı ve edebî lisan ile millî tarihe vurulan darbeler, ne Hitler Almanya’sında, ne Stalin Rusya’sında bu kadar tahripkâr olmuştur. Bizi biz yapan geleneklerimizin hor görülmesi bugünkü genel yabancılaşmaya yol açmıştır.

M.BIYIKLI: Asr-ı Saadet’te Efendimiz, genç sahabilerine civar milletlerin dillerini öğrenmeyi telkin ediyor. Fatih, 7 lisan biliyor,.. Bugün biz kendi dilimizi bile bilmiyoruz. Mukayese mantığımız gelişmiyor. Dolayısıyla eski metinlerimizi ve onlara sinmiş insanlık şuurunu kavrayamıyoruz. Nasıl bir eğitim anlayışı gerekiyor, bütünleyici, kapsayıcı, muhteşem bir cihaz olan beynimizin trilyonlarca hücresini ısraf etmeden kullanabileceğimiz..?

M.Ş.EYGİ: Son devir Osmanlı liselerinde (Sultanî-İdadî) üç yabancı dil öğretiliyordu: Arapça, Farsça, Fransızca. Ayrıca Batı Türkçesi çok iyi ve güçlü şekilde okutulup öğretiliyordu. Kendi ana dillerini edebî bakımdan iyi bilmeyenlerin yabancı dil öğrenmeleri mümkün değildir. Bugünkü Türkçe, birkaç yüz kelimeyle konuşulan sözlü bir iletişim dilidir. İnsanlar bu fakir, “arı-duru, kuru” lisanla günlük ihtiyaçlarını görürler, iletişim kurabilirler. Lakin bu sözlü Türkçeyle eğitim, üniversite, edebiyat, tefekkür, yüksek kültür, sanat, felsefe olmaz. Bizim anadilimiz olan Batı Türkçesi’nin en olgun, en güzel, en sanatlı, en ahenkli şekli 1920’lerin Türkçesi’dir. 27 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara geçince o dile döndü; 27 Mayıs 1960 darbesinde tekrar kuru ve yetersiz Öz Türkçeye geçildi ve nihayet zengin, edebî dilimizi yitirdik. Artık istense de 1920’lerin Türkçesi’ne dönmek çok zordur. Bir memleketin ne durumda olduğunu bilmek ve anlamak isteyenler oradaki eğitime baksınlar. Eğitim güçlü, vasıflı, üstün, tesirli, başarılı ise durum iyidir; eğitim iflas etmişse ülkenin geleceği karanlıktır. Eğitimde mutlaka kaliteye yönelinmelidir. Bugünkü sistem, “okuma yazma bilmeyen cahilleri, okuma yazma bilen cahiller” haline getiriyor. Okuma yazma bilmeyen cahiller, cehillerini itiraf eden basit cahillerdir; okuma yazma bilenler ise mürekkep cahil… Türkiye’de en kısa zamanda İngiltere’deki Eton koleji gibi, Paris’teki güçlü liseler gibi, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur liseleri gibi liseler açılmalıdır. Edebiyata, felsefeye ve sosyal kültüre ağırlık verilmelidir. Bu liselerde mutlaka Arap harfleriyle Osmanlıca okutulmalıdır. “Böyle bir şey gericilik olur, bunu yapamayız” diyenler olursa, onlara “Ya öyle mi? Öyleyse Türkiye’nin batmasına hazır olun” cevabını veririz.

M.BIYIKLI:  “İnsan olmak”, külliyen bir “arayış” diye buyuruluyor. Arama isteğin olacak içinde… Aradığın şey için bedel ödeyecek cesarete cömertliğe, alçakgönüllülüğe sahip olacaksın… Yeniden bu haslette “vasıflı insanlar” yetiştirmek için nasıl bir eğitim anlayışı profiline ihtiyacımız var?

M.Ş.EYGİ: Türkiye’nin batmamasını, yükselmesini, güçlenmesini, ilerlemesini istiyorsak yeterli sayıda vasıflı Türkiyeliler yetiştirmek zorundayız. Vasıflı Türkiyeli ne demektir? Bilgi ve kültür boyutunda vasıflı; ahlâk, aksiyon, fazilet boyutunda vasıflı; sanat, güzellik ve estetik boyutunda vasıflı. Vasıflı demek, aynı zamanda güçlü ve üstün demektir. Bu memlekette çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar son 50-60 yıl içinde eğitimde kalite üzerinde durmadılar, kalite (kelle sayısı, rakam çokluğu) üzerinde durdular. Bu yol onları zilletten izzete götürmedi.

M.BIYIKLI: Eskilerin “İstanbul Efendisi” diye tabir ettikleri bir model insan vardı. Bir yazarımız “Şimdilerde tekkelere “Estetik Yâ Hû” yazdırmak lâzım” diyor. Bunun okulu var mı hocam; eski fütüvvet teşkilatı gibi meselâ.. İstanbul Beyefendisi nasıl yetişir; Aklı- ruhu aynı anda eğitebilecek bir hoca tipi var mı günümüzde?

M.Ş.EYGİ: Türkiye her geçen gün biraz daha kırsal kesim, gecekondu, taşra, varoş kültürü kısırlığına gömülüyor. Bizde her yere köylü kültürü hâkim olmuştur. Köylü derken tabii ki, köylüleri hor görmüyorum. Burada bahis mevzu olan köy kültürü ve köylülüktür. Bizim politikamız köylü politikası, insanî münasebetlerimiz köylüce, eğitimimiz ve üniversitelerimiz köy eğitim ve köy üniversitesi… Türkiye’de en fazla köylü olanlar da İslamcılar ve dincilerdir. Bana kızabilirler, eyvallah… İslamiyet medeniyet dinidir, şehir dinidir, metropol dinidir. İslam’ın nurları büyük şehirlerden ve merkezlerden taşraya doğru yayılır. İslam’ı köylerden, gecekondulardan, varoşlardan şehirlere getirmek mümkün ve muhtemel bir iş değildir. Bu ülkenin Müslümanları kurtulmak istiyorlarsa, her şeyden önce medenî Müslümanlar olmaya, şehirli Müslümanlar olmaya; ince, nazik, kibar, vasıflı Müslümanlar olmaya mecburdurlar. Kırsal kesim ve varoş kültürüyle, ahlâkıyla, sanatıyla kurtulmanın imkânı yoktur. Eskiden Türkiye’yi ayakta tutan bir fütüvvet ahlâkı vardı. Bu devirde nice Müslüman fütüvvetin lügat ve ıstılah manasını bile bilmez. Fütüvvet, gönül yiğitliği mânâsına gelir. Bir Müslüman toplumda yeterli sayıda gönül yiğidi bulunmazsa ve onlar İslamî hayata hâkim olmazlarsa o toplum dejenere olur, bugün Türkiye’de olduğu gibi… Şu birtakım İslamcı geçinenlere bakınız, dinci postuna bürünmüşler, yemedikleri halt yok. İhalelere fesat karıştırmalar, işlerden komisyon almalar, bin türlü dalavere, haram rantlar, yaptıkları hiçbir işte meymenet yok. Geçen kış büyük şehirlerimizden birinin tarihî bir caddesi yapılmaya başlandı, daha bitmeden bozulmaya başladı. Ana şehir belediye başkanı inşaatı durdurdu. Ülkemiz dünyada en fazla kara para, haram para, uğursuz para olan ülkedir. Mafyalar, çeteler etrafı haraca kesmektedir. Haram yiyicilik, rantçılık korkunç boyutlara ulaşmıştır. Nadir yazarlar, fikir adamları, politikacılar dışında bütün bu kötülükleri ve pislikleri tenkid eden de yoktur. 1950’li, 60’lı yıllarda Prof. Ali Fuat Başgil, Üstad Necip Fazıl gibi ilim, fikir, vicdan adamları, ellerinden geldiği kadar kötülükleri tenkid ediyorlardı, şimdi onlar da yok.

M.BIYIKLI: Mutlu olmayı mağrur olmaya değiştik. Millet şuurumuza da tamamen zıd olarak “Nefis Medeniyeti” olduk taklit ede ede.. Yeniden Nefis-Ruh dengesi kurmuş bir “Kalp Medeniyeti”nin teşekkülü için neler yapılması gerekiyor? Nasıl titreyip kendimize döneceğiz?

M.Ş.EYGİ: Biz Müslümanız demekle iş bitmiyor. Bu devir Müslümanları kendilerini İslam’a uyduracaklarına, İslam’ı kendilerine uydurmaya kalkıyorlar. Bu sapıklık değil de nedir? Televizyondan şikâyet eden zamane hacılarının, hocalarının, dindarlarının, sofularının evlerinde koca koca televizyonlar var. İslam, Şeriat, Sünnet, tasavvuf buna izin veriyor mu? Resulullah Efendimiz birtakım konuları kastederek “Müftülerden fetva isteme, sen kalbine sor” mealinde bir söz sarf etmiştir. Kalplerimize soralım: İslam dini bugünkü yayınlarıyla televizyon seyretmeye izin verir mi? Açıyorsun ekranı evin içinde meyhane, kumarhane, fuhuşhane, dinin yasak etmiş olduğu fısk, fücur, eğlence, bin türlü rezalet… Din düşmanlarını tenkid etmek, bütün kötülüklerin sebebini dinsizlikte aramak çok kolay ve ucuz bir felsefedir. Müslümanlar kurtulmak istiyorlarsa öncelikle kendilerini yapıcı bir şekilde tenkid etmelidir.



M.BIYIKLI: Siz tenkid deyince aklıma geldi. Nasıl sağlanacak efendim birlik beraberlik. Ne yapmalı?

M.Ş.EYGİ: Müslümanlar arası birlik ilimle, irfanla, ahlâkla, faziletle, hikmetle, yüksek karakterle, fütüvvetle, mürüvvetle, hakiki tasavvuf ve tarikatla olabilir. Vasıfsız Müslümanlar birlik sağlayamazlar. Önce vasıf, sonra o vasıftan ileri gelen birlik. Birtakım cemaatler ve tarikatlar yapıcı, müspet, hayra yönelik uyarıları düşmanlık olarak kabul ediyor. Bazıları yalan da olsa övgü ve pohpohlardan çok hoşlanıyorlar, doğru da olsa uyarı ve tenkitlerden nefret ediyorlar. Böylelerinin birleşmesi elbette ki mümkün olmaz.

M.BIYIKLI: Yıllar önce ‘Tasavvuf Sığınağı’ isimli bir yazınızı okumuştum. Tasavvuf hakkındaki düşünceleriniz nedir? Tasavvuf niçin önemlidir?

M.Ş.EYGİ: Tasavvuf, İslam’ı hakkıyla yaşamak demektir. Tasavvuf ve tarikat, tac, hırka, şekil değildir. Adam tasavvuf postuna bürünmüş ama riya, kendini beğenmişlik, gurur, kibir var içinde, öylesi kesinlikle mutasavvıf ve tarikatlı değildir, tarikatçıdır. Hakiki mutasavvıf «ben, ben, ben» demez. Hakiki tarikatlı, birtakım büyükleri, Yahudi ve Hıristiyanların yaptıkları gibi “Erbab” haline getirmez. Derviş sövene dilsiz, dövene elsiz gerektir. Hakiki mutasavvıf, tarikatlı ve derviş “Benim şeyhim en yücedir, benim tarikatım en yükseğidir…” gibi boş edebiyatlar, propagandalar yapmaz. Tarikatta genel davet olmaz, tarikata nasip ile girilir. Nasibi varsa girer, bir tarikat düşünün, herkesi kendisine çekmek için genel davet yapıyor. Bu ne biçim tarikattır? Bendeniz tarikata, tasavvufa, şeyhlere ve dervişlere hürmet eden bir kimseyim. Lakin her şeyin kuralı vardır. Adamın birisi tarikat, tasavvuf diye meydana atılmış, aklı fikri para toplamak; para saymaktan tespih çekmeye vakti kalmıyor. Ben bu Hazrete nasıl mutasavvıf ve tarikat ehli diyeyim? Bütün din kardeşlerime tavsiye ediyorum, gerçek tasavvufu, gerçek tarikatı, gerçek şeyhi arayın, nasibiniz varsa bir saniye bile beklemeden intisap edin.  

/Mahmut BIYIKLI
www.haberkultur.net