7 Aralık 2013 Cumartesi

Anadolu, Köy ve Edebiyat

Sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş insanlık tarihi için çok yenidir. Türk tarihi içinse daha da yeni. İlk örneklerini İ.Ö. 4000 yıllarına ait Sümer belgelerinin oluşturduğu yazı, Türk yaşamına ancak VIII. yüzyılda (Orhun Yazıtları) girer.

Tarih yazıyla başlatılır. Sözlü kültür döneminin önemsiz olduğu anlamına gelmez bu durum. Bu dönem de çok zengin bir birikimi günümüze taşır. Masallarla, destanlarla, şiirlerle, türkülerle, diğer halk ürünleriyle... Batı kültürü büyük ölçüde Homeros’un destanlarına dayandırılır. Türk destanları ise Türk kültürünün beslendiği ana kaynaklardandır.
           
Yazının önemi nereden gelir? İnsanlığın, toplumun belleğini ayrıntılarıyla, özellikleriyle oluşturmasından. Gelişme için, ilerleme için somut bir dayanak, temel alınacak bir hareket noktası sağlamasından. Yazı belgedir, kalıttır. Çünkü yok edilmedikçe, yakılmadıkça yazı ortadan kalkmaz. Batı Ortaçağı yaşarken İbn-i Sina’nın, İbn-i Rüşt’ün, Farabi’nin insan aklı konusundaki kuramlarının; Aristoteles’in, Platon’un felsefelerine dair yaklaşımlarının, yorumlarının göz alıcı başarısı yazıya, kültüre verilen önemle ilgilidir.
           
Yazılı kültür ürünü olarak şiir en eski türdür. En eski, en denenmiş, sınanmış, en etkili... Roman ise yeni bir tür. Ve ortaya çıkışının tarihsel bir anlamı var. Romanın başlangıcı, makineleşme ve sanayileşme sonucunda toprağa dayalı üretim ve insan ilişkilerinin dağılışına, kent kökenli insanın, bireyin doğuşuna denk düşer. Yeni koşullar, yeni sorunlar yeni bir edebi biçimi zorunlu kılar.
           
Cervantes’in “Don Kişot”u Batı edebiyatındaki ilk romandır. İlk Türk romanı  Şemsettin Sami’nin 1872 yılında yayımlanan “Taaşuk-İ Talât ve Fitnat” adlı yapıtı olup, Nabizâde Nâzım’ın “Karabibik” adlı eseri ise edebiyatımızda köyü konu alan ilk romandır. Nabizâde Nâzım 1886 yılında Harp Akademisi’ni bitirerek, 26 yaşında kurmay yüzbaşı rütbesiyle Genel Kurmay’da çalışmaya başlamış, yakalandığı kemik vereminden kurtulamayıp, 1893 yılında, daha 31 yaşındayken ölmüştür. Köyü büyük olasılıkla emirerinden dinlerek öğrenmiştir.

Romanımız ilk örneklerinden birinde köye ilgi göstermesinde karşın, aynı ilgi izleyen yıllarda sürmemiştir. Zaten “Karabibik”te de köyü işleyiş çok dolaylıdır. Köyden, Anadolu’dan söz eden ikinci roman 1910’da yayımlanan Ebubekir Hazım Tepeyran’ın “Küçük Paşa”sıdır. Biyografik öğelerden kaynaklanıyor olsa gerek, Tepeyran gibi, Anadolu’da doğup, İstanbul’da büyüyen, ama himayesindeki Paşa’nın ölümünden sonra köyüne zorla gönderilen bir çocuğun öyküsü anlatılır “Küçük Paşa”da.

Anadolu’yu işleyen bir diğer yapıt, Refik Halit Karay’ın “Memleket Hikâyeleri”dir. Bu eser, İstanbul’dan Anadolu’ya zorunlu bir çıkışın gözlemlerinden oluşur. Türkçeyi kullanışındaki ustalıkla, renkli anlatımıyla, teknik sağlamlığıyla, düş gücüyle edebiyatımızın ustalarındandır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” adlı önemli romanı edebiyatımızda aydın sorunu/sorumluluğu, aydın-halk ikilemi üzerine yazılmış ilk yapıt kabul edilir. “Yaban” da dışardan bir bakışın ürünüdür. Ancak, sorular soran, üstlendiği bir görevi olan romandır. Önemi, günümüzde de tartışma açıcı yanı buradan gelir. Yazar mevcut durumdan Türk aydınını şu sözlerle sorumlu tutar:

“Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksun insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimde de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin ve yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakta kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”

Özellikle Sadri Ertem’in, Reşat Enis’in, Sabahattin Ali’nin (“Kuyucaklı Yusuf”), Kemal Tahir’in (“Sağırdere”, “Körduman”, “Rahmet Yolları Kesti”, “Yediçınar Yaylası”, “Köyün Kamburu”, “Kelleci Memet”), Orhan Kemal’in (“Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Kanlı Topraklar”), Yaşar Kemal’in (“İnce Memed”, “Ağıtlar”, “Demirciler Çarşısı Cinayeti”, “Yusufçuk Yusuf”, “Akçasaz’ın Ağaları”…), Abbas Sayar’ın (“Yılkı Atı”, “Dik Bayır”, “Can Şenliği”), Mahmut Şevket Esendal’ın (“Otlakçı”) eserleriyle köy ve köylü konusunda gerçekçi yaklaşımın başarılı örnekleri verilir. Bu eğilimin devamında kente göç olgusu da bir yanıyla köyle ilişki içinde işlenecektir.

Üzerinde durulması gereken bir ayrıntı da 1950 sonrasında ülkemiz tarımına giren traktörün köylümüz üzerinde meydana getirdiği etkilere ilişkin gözlemlerin edebiyata yansımasıdır. Traktörün köylünün yaşamına girmesiyle nasıl da aileden biri durumuna (belki daha da üstün!) geldiği, sonrasında neden olduğu işsizlik çarpıcı psikolojik çözümlemelerle, etkili benzetmelerle edebiyata girmiştir. Buna en iyi örneklerden biri Talip Apaydın’ın “Sarı Traktör”üdür herhalde. Ve Kemal Bilbaşar’ın kimi öyküleri, Yaşar Kemal’in “Hüyükteki Nar Ağacı”, Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde”si… Edebiyatla toplumsal dönüşümler arasında böyle de bir ilişki söz konusu.
Bir dönem köy konusu o kadar yoğun işlenmiştir ki, bu durum eleştirmenlerce ele alınmış, özellikle 1970’li yıllarda “köy romanı” uzun süre tartışılmıştır. “Köy romanı” diye addedilen romanlardaki karakterlerin genellikle şablon denebilecek kadar hazır ve kalıp kahramanlardan (iyiler/kötüler), bireysel dünyalardan yoksun kişiliklerden oluşturulduğu iddiası bu eleştirilerin en temel gerekçesi olmuştur. “Köy romanı”nın yazılmasında Köy Enstitülü yazarlar kuşağının da (Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Dursun Akçam) önemli payı vardır. Söz konusu eleştirilerde haklı yanlar bulunsa da, hem nüfusunun büyük bölümü köy kültüründe yaşayan bir toplumda yazılan eserlerde köye ilgisiz kalınmasının mümkün olamayacağı; hem de böyle bir edebiyatın ilk örneklerinde hatalı denemelerin de olacağı açıktır.

Kaldı ki, “köy konulu edebiyat eseri yazılmaz” diye bir yargı da doğru değildir. Dünya edebiyatında köyü/köylüyü konu eden pek çok başyapıt vardır. Balzac (“Köylüler”, “Köy Hekimi”), William Faulkner (“Köy”), Tolstoy (“Kazaklar”), Nerval, Charles-Ferdinand Ramuz,  Solohov, Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı, Torngy Lindgren gibi büyük yazarlar köyü işlemekten kaçınmamışlardır. Önemli olan, yazarın, kurgularken köylüyü ruhsal karmaşıklığı içinde, çatışmalarıyla, çelişkileriyle, çok yönlü bir bakışla algılaması ve yansıtmasıdır. Bu başarıldığı durumda, olayların geçtiği yerlerin ya da karakterlerin kimliklerinin fazla önemi yoktur. Ortak insan kaygılarının iyi işlenmesidir beklenen.

Günümüzdeki Türk edebiyatında yazarların köye ilgisi var mı? Ne yazık ki bu soruya olumlu karşılık vermek çok zor. (Bu anlamda belki az da olsa Mustafa Kutlu’yu anmak olanaklı.) Hâlâ yüzde kırkı köylerde yaşayan bir ulusun edebiyatında köyün önemini yitirmesini açıklayabilmek mümkün değil. Elbette aynı biçimde yazılamaz, ancak gene de yazılır.

Görüldüğü gibi başlarda aydınlar Anadolu’yu çok çeşitli zorunluluklar sonucunda tanımışlar, gözlemlerini eserlerine yansıtmışlardır. Bu nedenle de ilk kitaplar büyük oranda yüzeysel, gerçekçilikten uzak kitaplar olmuştur. Ancak yazı alanındaki gelişmenin ve halkın kendi içinden bakışın etkisiyle gerçekçi ve başarılı eserler yazılmış, edebiyatımızdaki benzersiz yerlerini almışlardır. Bize düşense doğaya, erdeme, insana; halkın tarihsel ve geleneksel birikimine yönelen bu güzelim eserleri okumak. Hayatımız değişmeyecek belki, ama hayata bakışımızın boyutlanacağına, derinleşeceğine hiç kuşku yok.

(Türktarım dergisinde yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder