10 Aralık 2009 Perşembe

Akbulut Köyü'nde Su Kültürü


Yaşamın temel öğesi olan su, başlı başına bir medeniyet menbaıdır. İnsanın yaşam biçimini belirleyici öğelerden birisi de su olmuştur. Bu yönüyle insanlık tarihine baktığımızda görüyoruz ki hemen hemen tüm medeniyetlerin temelinde öyle ya da böyle bir şekilde su kültürü yer almaktadır. Su, yaşamın olmazsa olmazıdır. Biyolojik varlığımızın devamı için gerekli olan gıdaların yetiştirilmesinden temizlik ve sağlığa kadar her alanda zaruri bir maddedir. Yaşamımızda bu kadar öneme sahip olan su bu nedenle göçebe hayattan yerleşik düzene geçmekte olan insanoğlunun yerleşim yeri seçiminde de temel etken olmuştur. Dikkat ederseniz yerleşim yeri köy ya da kent fark etmez evler ya bir dere kenarındadır ya da evlerin önünde bir su kuyusu vardır. Büyük kentler eğer bir su kenarına kurulmamışsa su, bu defa kanallarla o kente taşınmıştır.


Akbulut köyü’nün İlk Kuruluş Yeri

Konuyu dağıtmadan hemen burada köyümüzün kuruluş yerinin suya göre konumu hakkında bilgi vermek gerekirse sözlü tarihi bilgilere göre aslında köyümüzün ilk kuruluş yerinin bugünkü mevcut yer olmadığını görüyoruz. Eskilerin anlattığına göre Akbulut Köyü’nün ilk kuruluş yerinin (tabiî ki Sordanköy olarak) Sarımsak Çayının kenarına yakın “Köyaltı” mevkii olduğunu öğreniyoruz. Kurtuluş Savaşı gazisi Sarımsaklı Helim Çelenk (Helimağa) ‘nın yeri, yine Sarımsak’tan Şaban BOZKURT ile köyümüzden (Deli) Mehmet Yeşil’in yeri üçgeninde görülen kırmızı kiremit kalıntıları yerleşim yeri hakkındaki bu söylenceyi kanıtlar niteliktedir. Yerleşim yeri tayininde su kaynakları elbette tek başına belirleyici etken değildir. Ulaşım için de uygun arazi şartları aranmaktadır. O günün koşullarında elbette köyümüzün bugünkü yolu yoktu ve civardaki yerleşim yeri olarak Kışlakonak (Gelemet) köyü, Sancar, Çetirlik ve Evci Köyleri vardı ki merkezi yer Alaçam olduğuna göre tıpkı bütün yolların Roma’ya çıkması gibi bölgenin yolları da Alaçam’a çıkıyordu. Ulaşım için belirgin bir yol olmasa da 1970’li yıllara kadar yaya olarak kullanılagelen Evci –Pergelli –Alaçam istikameti işte bu Köyaltı Mevkiine kurulan ilk köyümüzün de bu yolla ilintisini ortaya koymaktadır. Arazi yüzeyinin su tutması nedeniyle ağır bir çamurlanma buradaki yaşamı olumsuz etkilediği için buradaki köy yerinin daha sonra tamamen ulu çamlarla kaplı olan bugünkü Yukarköy’e taşındığını biliyoruz. Eski zamanlarda yeraltı ve yerüstü sularının çok daha gür ve bol olduğu gerçeğini göz önünde tutarsak bugün yaz aylarında kuruyan Sarımsak çayının o gün ne durumda olduğunu tahmin etmek zor olmayacaktır.


Su ve Biz

Her şeyden önce su içilir. Sonra, sofraya konan yiyeceklerimizin hazırlanmasında kullanılır. Ardından temizlik gelir. Gerek bedeni gerekse üst baş ve çevre temizliği… Bağ bahçe derken tarımsal üretim için gerekli suyu da zikretmeden geçmemek gerekir. Suyu içerek bizzat kendisinden faydalandığımız gibi değirmenlerde olsun, barajlarda olsun itici gücünden, ırmak, göl ve denizlerde kaldırma gücünden yararlanmışızdır. Kısacası bir düşünürün dediği gibi “kâinatta ne varsa suda yaşadı önce; üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce.” Doğduk su, yaşadık su ve öldük yine su… Hatta öldükten sonra bile su; kabre konulduğumuzda kabrimizin üstüne dökülen bir “kırba” su, daha sonra kabirlerimizin çiçekleri için gerekli suya ilaveten gelip geçen kurdun kuşun içmesi için ayaktaşı yerine yapılan  “suluk”ları da anmak gerekir.


Dört Güzellerden Biri; Su

Eskilerin “Anasır-ı Erbaa” (dört öge) dedikleri Su, Toprak, Hava ve Ateş de kendi aralarında erkek ve dişi diye gruplara ayırılmış; “Hava” ve “Ateş” erkek, “Su” ve “Toprak” ise dişi kabul edilmiştir. İskender Pala Hocamızın “Dört Güzeller” dediği bu dört öge kendi aralarında sürekli devinim içindeler. Ateş havasız kalınca yanmıyor, Toprak susuz kalınca yeşermiyor. Havayı bulan ateş harlanıyor fakat suyu görünce sönüyor. Toprağa can veren su, yakıp kavuran ateşi görünce buhar olup uçmayı bile göze alarak onu söndürüyor. Bir bakıyorsun damla damla, şırıl şırıl, gürül gürül hatta zaman oluyor gümbür gümbür çağlayarak denizlere dolup sükûn buluyor. Şairin dediği gibi “Çatlayan dudaklara, kuruyan topraklara...” serpilirken su aslında nice medeniyetlerin de beşiğini tıngır mıngır sallamaktadır.

Akbulut Köyü’nün Su Macerası

Köyümüz Akbulut, Karanlık Dere ve Sarımsak Mahalleleri dışında akarsuya oldukça uzaktır. Kabaalma Yaylasından ve Kökçe mevkii pınarlarından çıkıp gelen ve Eskiköy Mevkiinde birleşip Kömürlük, Devret, Karanlık Dere, Karagöl, Değirmen Yanı ve Gemirlik istikametinden doğru akıp giderken irili ufaklı daha birçok küçük akarsuyu da koynuna alır. Köyümüzü güneyden dolanarak terk eden bu çayımız bile tıpkı Sarımsak çayımız gibi artık yaz günlerinde kurumaya yüz tutmuştur. Öte yandan köy içindeki su kuyularımızın durumu da bu “çay”larımızdan farklı değildir. Hatırlıyorum da özellikle kış aylarında dolup dolup da suları ağzından taşan su kuyularımız vardı ki bugün onların birçoğu tamamen kurumuş ve körelip yok olmuş durumdadır. Özellikle 70’li yıllarda artık tahammül edilemez duruma gelen köyün su sıkıntısını bertaraf etmek için devletimizin köye yaptığı içme suyu şebekesi bile daha ilk günden yeterli performansı sağlayamayarak dumura uğramıştır. Köyümüzün alt tarafında bulunan Cilim Mevkiinde önce köylünün çabalarıyla başlatılan ve sonra DSİ’nin el atmasıyla sonuçlanan bu arayış olumsuz sonuçlanınca köylü bu defa başlangıçta yine birkaç kişinin bir araya gelerek oluşturduklar gurupların bireysel çabalarıyla köyün üst tarafından yani ormanlardan su getirmeye çalışmışlar. Ardından günün Alaçam Kaymakamı Sayın Mustafa Masatlı Bey’in ilgisiyle ikinci bir şebeke de Kabaalma Yaylasına döşenmiş amma velâkin bu da soruna bir çözüm olamamıştır. Susuzluk Akbulut Köyünün bir kaderi olmuştur sanki. Bu öyle bir kader ki, köylünün köyü terk etmesine etki eden amiller arasına bile girmiştir. Misafir olarak bile köye gelindiğinde kentteki evlerinde akan o temiz ve tazyikli suya alışkın köylünün bu gezisini “susuzluk” zehir etmektedir.


Su Perilerini Kim Kızdırdı?

Bu susuzluk derdine duçar olan köyümüz -bu kelimeyi pek zikretmek istemiyorum ama- acaba bir “Lanet”’e mi uğradı? Süleyman Çelebi’nin mevlidinde geçer; “Su nurdur. Nur ayandır. Nurun olmaz gölgesi...” Bilindiği gibi inancımızda kirli su yoktur, kirletilmiş su vardır. Suyu kirletmek de günah sayılmıştır. Bu nedenle suya tükürülmez, affınıza sığınarak söylüyorum, suya “çiş” edilmez. Bu hususta batıl da olsa bizdeki eskilerin “Çay Karası” dedikleri ama halk kültürü literatüründe “Çay Anası” ya da “Çay Ninesi” olarak geçen uzun boylu, uzun saçlı ve koca karınlı bir “ecinniler” vardır. Pagan Toplumlarındaki “Su Tanrıları” ve onların emrindeki “Nymphe” denilen “Su Perileri” insanların suyu kullanmalarını denetlerler, “kirletme” ve “rastgele kullanmaları” halinde onları cezalandırırlarmış. Bu nedenle insanlar suya karşı daima saygılı ve hürmetli davranmışlardır. Su perilerinin kontrolünde olan bu suya “aziz” gözüyle bakılmış nuranî ve ruhanî bir değer atfedilmiştir. Bugün bile yaşlılarımızın dilinden düşmeyen ve kendisine su ikram eden birine “Su gibi aziz ol!” duası ne kadar manidar değil midir? Hatta bir diğer duada da “Su gibi ömrün uzun olsun!” denirken suyun her daim var olduğu ve var olacağının vurgusu varken bizim köyümüzde kaynağı kuruyan bu su neyin nesidir diye sormadan edemiyor insan. Öte yandan elbette su perilerinin gönlünü hoş tutmak için değil, bilakis su nimetine gösterilen hamd ve şükrün bir göstergesi olarak ceddimizin yaptığı o köprü, çeşme, şadırvan ve sebillerdeki süs ve ihtişamı da hatırda tutmakta yarar var. (Köyümüzdeki çaylarda ve kuyu başlarında olan su perileriyle ilgili anlatılagelen hikâyelerin derlenmesi gerektiği notunu da buraya düşüyorum)

Su rahmettir ve bereketin kaynağıdır. Bunda hiç kimsenin şüphesi yoktur. İki kişi karşılaştığında bir birlerine ettikleri dua; “-Selamünaleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü” “-Ve aleykümüselam ve rahmetullahi ve berekatühü” (Allah’ın Kurtuluş, Rahmet ve Bereket üzerine olsun) ne güzel duadır. İçerek yararlandığımız suyun faydalarını burada sayacak değiliz. Ancak varlığıyla bir rahmet olan suyun yeri geldiğinde de bir felakete dönüşebileceğini hatırlamakta yarar vardır. Bir tarım toplumu olan köylerimizde yağmurun önemi büyüktür. Kentli için havanın bulutlanması, kar ve yağmur yağması “kötü” bir şeydir. Zaman zaman her ne kadar “elverişsiz” ifadesi kullanılsa da daha ziyade “kötü hava koşulları” onların seyahat, iş ve yaşam koşularını aksi yönde etkilemektedir. Oysa bu durum köylü için bir “güzellik”tir. Köylü, yağmur beklemediği, güneş istediği zamanlarda bile havanın bulutlanması, kapatması anlarında bile “hava güzelleşiyor/güzelleşti” deyip gerekli tedbirlerini alırdı. Rahmet şiddetini artırıp bereket yerine gazaba dönüştüğünde bile imanında zerre kadar şüpheye düşmez “veren de O, alan da O” der kaderine razı olur, pozitif düşünüp mutluluğuna gölge düşürmez. Bilir ki su kutsaldır, yücedir, büyüktür…


Su “Bolluk ve Bereket” tir.

Su, bütün medeniyetlerin oluşmasında en büyük etkendir. Uygarlıklar, suyun olduğu coğrafyalarda yeşermiş, suyun varlığı sayesinde tarım alanları oluşmuştur. Su kaynaklarının kuruması, tarihte büyük göçlere neden olmuştur.

Eskiden köyümüzün dereleri şimdiki gibi “şırıl şırıl” değil “çağıl çağıl” akarken dere kenarlarında tarlası olanlar bu tarlalarının bir kenarına bahçe yapar, çevresini bir güzel çalıdikeniyle çevirir ve bu alanda sulu tarım yapardı. Su temini içinse eğimine göre bahçenin üst taraflarına bir yerlere dere üzerine “bend”ler kurulur. Burada tutulan su yine konu komşunun tarlasından da geçen kanallarla (Fendek/Hendek) bahçeye kadar ulaştırılırdı. Bu alanda çeşit çeşit meyve ağaçları ve her türlü sebze yetiştirilir evin mevsimlik ihtiyacı buralardan karşılanırdı. Dere ya da çay kenarında böyle bir bahçesi olanlar çok bahtiyar idi. Özellikle yaz mevsiminde ortalık sıcaktan kavrulurken bu bahçeler yeşillik ve bolluğuyla tıpkı irem bağlarını andırıyordu. Gelgelelim ne olduysa oldu, önce çaylarımızda çevresini yıkıp geçen büyük seller oluşmaya başladı. Üzerindeki meyve ağaçlarıyla birlikte bu bahçelerimiz her yıl belirli aralıklarla dağlardan kopup gelen sellerle haritadan silinip gitti ve böylece köyümüzde var olan dere kenarlarındaki “bağ bahçe” kültürü de terk edildi. Şimdiyse o “çay”larımız kışın “dere” olarak akmakta, yazın ise “kuru bir dere yatağı” olarak durmaktadır.

Buna benzer bir durum da Kuran-ı Kerim’in Sebe Suresinde geçmektedir. İlgili ayet şöyledir; "Andolsun, Sebe' (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var)." Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece biz de onlara Arim selini gönderdik." (Sebe Suresi, 15-16)

Sebe halkı M.Ö 1000-750 yılları arasında Güney Arabistan'da yaşamış olan dört büyük uygarlıktan biridir. Gelişmiş kültürü ve ordusuyla Sebe Devleti, tam anlamıyla zamanında o bölgenin bir "süper gücü" idi. Sebe halkı, o döneme göre oldukça ileri bir teknoloji ile kurdukları Marib Barajı'yla birlikte büyük bir sulama kapasitesine sahip olmuştu. Bu yöntemle elde ettikleri bol ürünlü toprakları ve ticaret yolu üzerindeki kontrolleri, onlara görkemli ve refah dolu bir hayat yaşatıyordu. Ancak, bütün bunlar nedeniyle Kendisine şükretmeleri gereken Allah'tan, Kuran'ın ifadesiyle "yüz çevirdiler". Bunun üzerine barajları yıkıldı ve "Arim seli" bütün topraklarını yerle bir etti. (Kavimlerin Helakı)

Su öylesine önemli bir maddedir ki “yokluğu” gibi gereğinden fazlası yani “çokluğu” da bir felaket olmaktadır. “Yok”luğunun sonu “kuraklık” ve “çölleşme” iken “çok”luğunun sonu da “sel” ve “tufan”’dır.


Su bir arınma aracıdır.

Şiddetiyle dağların mağrur doruklarını aşındırıp, koskoca kayaları koparıp, alıp götüren su sakinliğiyle yani damla damla akarak bir mermeri bile delecek kabiliyete haizdir. Mevcut doğamızda hiçbir şeyin yok olmadığı ve yoktan da var olmadığına göre bütün gayretimize rağmen sürekli kirlettiğimiz su ne hikmettir ki her dem kendini yenilemekte, kendini bu pisliklerden kolayca arındırıp tekrar bizlerin hizmetine koşmaktadır. Su bir maddi ve manevi temizlik aracıdır. Ne kadar kirletirsek kirletelim buharlaşma yoluyla onca kirin pasın arasından sıyrılıp yağmur olarak tekrar bizim üstümüze yağar. Yağmur yağar, seller olur. Dağ bayır bir güzel yıkanıp arınır. Bunun gibi bizler de yıkanırız; Hadesten taharet, necasetten taharet… Dini ibadetlerimizi yapabilmek için temizlik ön koşuldur. Boy abdesti, namaz abdesti, tuvaletten çıkınca ellerin, sabah kalkınca yüzlerin, yemek öncesi ve sonrası ellerin yıkanması birer mecburiyettir. Bu böyle bilinir ve köyümüzde koşulsuz uygulanır.

Özellikle bahara girerken köyde adeta bir temizlik bayramı olurdu. Evde ocakta ne varsa, yatak, yorgan ve minder yüzleriyle birlikte yazlık ve kışlık tüm giysiler, çoluk, çocuk hatta ahırdaki hayvanlar bir su kuyusunun başına kurulan kazanlarda kaynatılan sularla geceli gündüzlü olarak süren bu temizlik günlerinde “küllü” ve sabunlu suyun altından mutlaka geçerlerdi.

Köyümüzde İlk Yağmur Duası

Yağmur namazı ve (Hacet) duası bir ibadettir. “Yağmursuzluk” o ibadetin vaktidir. Cenabı Allah kullarını o vakitte duaya ve namaza davet eder. Yağmursuzluk o ibadetin zamanı olmuş olur, Yağmursuzluk ibadetin vakti olduğuna göre bu vakit bitinceye kadar, ibadete devam etmek gerekir.

Köyümüzde deniz İklimi hakim karakterdir. Uzun süreli kuraklık çekilmediği için “yağmur duası” kültürü de yoktur. Ramazan İmamlığı yaptığım 1980 yılı yaz ayında, yaşanan kuraklık sonucu köyde ilk defa bir “Yağmur Duası”na çıkılmaya karar verilmişti. Nasıl yapıldığını dahi bilmiyorduk. Köyün yaşlılarıyla oturup konuştuk. Herkes duyduğunu anlattı. Kitapları karıştırıp araştırdık. Yapacağımız iş belli oldu. Sabah erkenden yaşlı – genç, kadın - erkek fark etmez,  hatta ahırdan ve kümesten birkaç hayvan ile kedi ve köpekleri de yanımıza alıp köyün yüksekçe bir yerine örneğin “Tokmak Hırmanı” mevkiine çıkıp gün boyu hatta ertesi günü bir başka ifade ile yağmur yağana kadar her gün duaya çıkmaya akşamdan niyet edip kavilleşmiştik. Gelin görün ki sabaha karşı başlayan ve gün boyu devam eden sağanak yağmur bizim duaya çıkmamıza gerek bırakmamıştı. Ama bu demek değildir ki köyde yağmur için hiç dua edilmez. Bireysel niyazların dışında, köyümüzün yağmur duası konusunda belki de bize has bir yağmur duası kültürü vardır. Şurada (Bkz:
 http://akbulutkoyu.blogcu.com/cocuklarin-yagmur-duasi/1516012 ) detaylı olarak anlattığımız, çocukların yaptığı bir Yağmur Duası geleneğimiz özellikle bahar aylarında yağmurlar geciktiği zamanlarda yapılmaktadır.


Köprüler Yaptırdık Gelip Geçmeye

Köyümüzün içinden akarsu geçmez ama köye ulaşabilmek için bizler birçok akarsuyun üstünden geçmek zorunda kalırız. Bu nedenle köyümüz, hiçbir köye nasip olmayacak kadar çok sayıda köprü yaptırmıştır. Yol güzergâhı değişince iptal olup yıkılan Sarımsak Çayı Köprüsünü saymazsak tam olarak sekiz (8) adet köprüde köyümüzün imzası vardır. Elbette bunlar birer şaheser değil, ancak gelip geçmemize yarayacak şekilde inşa edilen betonarme köprülerdir. Bunlar Kırıklı, Cilim, Gelemet Cami (Ahşap), Gelemet Okulu, Gelemet Sancar sapağı, Gecekli Sapağı, Sarımsak ve Karanlık Dere köprüleridir. Bunlardan Cilim ve Kırıklı köprüleri sel suları nedeniyle hasar gördüğü için onarılmışlardır. Kuru dere üzerine köprü yaptırıp geçenden 30 akçe, geçmeyenden döve döve 40 akçe alan Duha Kocaoğlu Deli Dumrul hikâyesini bilmeyenimiz yoktur. Bizler henüz bu köprülerden hiçbirisini özelleştirip gelip geçenden para almış değiliz ama yaz aylarında gelip geçen yabancı birilerinin kuruyan dere yatakları üstünde kurulu bulunan bu köprülerimiz için hakkımızda ne düşünür bilemeyiz.


Algun

Susuzluktan bu kadar şikâyet etmişken taban arazilerimizde yaşanan suyla ilgili bir kültürden de bahsetmeden geçmeyelim. Atalarımız, “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” demişler. Tıpkı bunun gibi köyümüzün bazı tarlaları gerek taş, gerek çalı diken ve gerekse su baskınlarına maruz kalmaktadır. Taşlı tarlalar her “çift sürme” zamanında defalarca taşlarından ayıklanır, çalı dikeni biten yerler “kök”lenir, birikmiş yağmur suyu taşkınlarına karşı da bazı tarlalar üst tarafına yapılan “fendek”lerle koruma altına alınır. Tüm bunların dışında tarlalarımızın bazı kesimlerinden de yeryüzüne kendiliğinden su çıktığı da olur. Belirli bir noktadan değil de sızma şeklinde belirli bir alandan çıkan bu yeraltı sularının yüzeye çıktığı bu taban arazilerimiz yaz kış sulak kaldığı ve tarım yapılamadığı için “algun”lar yapılarak kurutulurdu.

Algun yapmak için sulak yerin merkezine önce gerektiği uzunlukta elli santim genişliğinde ve duruma göre bir, bir buçuk metre derinliğinde hendekler kazılır. Birkaç gün açık bekletilerek suyun toplaşması beklenir. Bir uçtan öbür uca meyilli olan bu kanallarda biriken sular alt taraftan akarak tarladaki suyu tahliye etmiş olur. Daha sonra bu kanallar yarıya kadar taşlarla doldurulur. Taşların üzerine çam dalları ve çalı dikenleri örtülüp geriye kalan yerler de topraklarla kapatılır. Alt ucu yüzeyde kaldığı için buradan sürekli ince bir su sızıntı şeklinde yüzeye çıkar. Yapılan bu “algun” sayesinde zamanla burada taban suyu oluşmasının önüne geçilmiş olur.


Ekin Ektim Çöllere

Bir Samsun/Ladik türküsü vardır. “Ekin ektim çöllere de yoldurmadım ellere …” diye devam eder. Çöl nere, Karadeniz nere demeyiniz. Zirai ürünler iklim koşullarına göre farklı bölgelerde farklı ürün olarak yetiştirilirken ilginçtir ki yaz kış bol yağış alan Karadeniz bölgesinin Kızılırmak ve Yeşilırmak ovalarında bir İç Anadolu bölgesi ürünü olan Buğday da yetiştirilir. Biz buğdaya ekin deriz. Ekini düz arazilere ektiğimiz gibi yaka arazilere de ekeriz. Sonbaharın sonlarına doğru yapılan bu ekim işlerinden sonra tarlalar Karadeniz’in nasıl yağacağını bilemeyen yağmurlarına karşı tedbir olarak “karık”lanır. Uzaktan bakıldığında bir sanat eseri gibi duran bu “çizi”ler sayesinde fazla yağan yağmur ürüne zarar vermeden tarla dışına kanalize edilir. Ha, bu arada “çöl”ün bizdeki manasının da bildiğimiz “çöl” olmadığını da belirtelim. Güneşin şafak ve gurup vakitlerinde yaydığı bir ışıkla ilgili olarak “Halk Meteorolojisi”’nin hava durumu tahmininde “Akşam kızardı kurak, sabah kızardı çorak” diye bir sözü vardır. Buradaki “çorak” sözü “yağmur, yağış” anlamınadır. Ayrıca sulak arazilere de çoraklık denir. Zannederim bu “çor”, “çamur” ve “göl” kelimesinin tesiriyle olsa gerek bir yere su aktığı, biriktiği zamanlarda da oranın çöl olduğu, çölleştiği söylenir. Gereğinden fazla su dökünce “Taman çölledin” deyimi ve “çöl galasıca” bedduası bu amaçla yani susuzlukla ilgili değil de suyla ilgili olarak kullanılmaktadır. İşte on üçünde yar sevip de ellere bildirmeyen benim Samsunlu gencim gidip pirinç ekeceği çoraklığa ekin ekince yaz gelende harman yerinde yeşil kalan ekininin başak vermesini bekler durur.


Su Göllerinden Su Depolarına

Özellikle bahar aylarında yağan yağmur bolluk ve bereketin habercisidirler. Rahmet yüklü bulutlar gelip de köyümüzün tepesinden aşağı üzerimize boşaldıklarında halkımız şükür dualarını dillerinden eksik etmez. Toprağın suya kandığını gördükçe içlerine bir kat daha huzur dolar. Toprak suya doyup, fazla sular küçük derecikler halinde yol kenarlarından tarlalara, tarlalardan derelere, çaylara karışıp gittiği zamanlarda da üzülmektedirler. Çünkü rahmet akıp gitmektedir. Bu yağmur suları zaman zaman evin damlalıklarına konan kaplarda toplanarak ev ve üst baş temizliğinde de kullanılırdı. Bilindiği gibi yağmur sularında doğal “ozon” yani “çamaşır suyu” bulunduğu için özellikle çamaşır yıkarken üstün temizleme gücünü göstermektedir. Bunun dışında bir de akıp giden yağmur suları evin yakınlarına bir yerlere açılan çeşitli derinliklerdeki “göl”lerde biriktirilerek kullanılırdı. Açılan bu göller zamanla toprak dolması ya da çevresinin yıkılmasıyla “kör”leşir yok olurlardı. Teknolojiyle birlikte göl kazma yerine gerek toprak içine ve gerekse toprak üstüne betonarme su depoları da yapmaya başladık. Bu depolarda biriktirilen yağmur suları evde içmek için değil de temizlik işleirnde kullanılarak tüketildiği gibi tütün dikme mevsiminde de tütün tarımı için kullanılmaktaydı. Yeterli yağmur olmadığı zamanlarda ise su tankerleriyle taşınan sular buralara doldurulurdu. Zamanla göller gibi bu depolar da verimsizleşince traktörü olsun olmasın köyde her evin önüne iki tekerlekli iki tonluk su tankerleri bu su depolarının yerini almak üzere parketmiş oldu.


Ibrık, İleğen ve Peşkür

Suyun elde ediliş şekli ve kullanılış biçimleri zamanla değiştikçe toplumumuzda ortaya çıkan bir takım gelenekler de zamanla değişime uğramaktadır. Sularımızın evin içinde lavabolara musluklardan akmadığı evvelki zamanlarda eve gelen misafirin yemek öncesi ve yemek sonrasında ellerini yıkatma ya da ona abdest aldırma için yapılan ikram şeklinde bir hizmet şeklimiz vardı.

Orijinalinde gelinlerin “Gaynata” dediğimiz kayınbabalarına özellikle kış günlerinde abdest almaları için, oda içinde yaptıkları hürmet / hizmet şeklindeki bu uygulamada kullanılan üç aracımız vardı. Hafif ısıtılmış temiz su kabımız Ibrık, kirli suyun toplandığı küçük bir kapakçığı da olan leğen ve elleri kurulamak için peşkür dediğimiz temiz bir havlu. Daha ziyade çocuklarında koşturulduğu bu işlem için önce havlu bir omza atılır. Sağ elde ibrik sol elde hasır fötr şapka büyüklüğünde leğen misafir ya da büyüğün önüne bir dizi dik duracak şekilde çökülür. Ayaklarını toplayıp bağdaş kurmuş kişinin önüne konan leğenin kapağının üzerinde de sabun vardır. İsteyen sabunla isteyen sabunsuz olarak ellerini yıkar. İşi bitikten sonra hizmet eden omzundaki havluyu bir ucundan tutarak misafire uzatır ve o ellerini kurulatır. Ardından diğer misafirin huzuruna gidilir. Leğenin üzerinde bulunan kapak sayesinde bir öncekinin kullandığı kirli su görünmez. El yıkama sırası da yine büyükten küçüğe doğru ya da o kişinin statüsüne (Öğretmen, İmam, Muhtar vb.) göre değişmektedir. Günümüzde bu misafir ağırlama kültürü de terk edilmiş, gelen misafire bu iş için ilgili yerin yolu gösterilmektedir.
  

“Susadım çeşmeye varmaz olaydım…”

Köy meydanlarında kurnalarından gece gündüz oluk oluk akan sularıyla namlı, köylünün ortak malı meydan çeşmeleri o yörenin toplumsal kültür, sanat ve edebiyatının oluşup gelişmesinde önemli bir faktördür. Halk Edebiyatımızın bir alt kolu olan “Aşık Edebiyatı” ürünleri böyle ortamlarda vücut bulmakta nesilden nesile birikerek çoğalmaktadır. Ne yazık ki bizim köyümüzün böyle bir imkânının olmayışı bizim bir handikabımızdır. Hep aklıma takılır dururdu “Neden bizim köyümüzden de bir halk şairi çıkmamış?” diye. Evden tarlaya, tarladan eve başka yol bilmeyen, bilse de bunun için zaman bulamayan insanımızın elbette aşık olmaya da fırsatı olmayacaktı. Ancak düğün ve cenazelerde bir araya gelebilen bir topluluktan bu alanda ürün beklemenin de safdillik olduğu bir realitedir. Köyde çeşme yoksa “Çeşmebaşı Edebiyatı” da yoktur. Bize de başkalarının terennüm ettiği şarkıları mırıldanmak kalır; “Susadım çeşmeye varmaz olaydım. Elinden bir tas su içmez olaydım. Yolum düştü köyünüzden. Geçmez olaydım. Geçmez olaydım…”

Ova değil de dağ köyü olmanın güçlüklerinden biri olsa gerek seksenli yıllara kadar köylü hep “taşıma suyla” değirmenini döndürmüştür. Derinliği beş ile on iki adam boyunu bulan kuyulardan kevük, zincir, urgan ve dolaplarla su yukarı çekilmiş aşurtma, teneke, sitil ve pakraklarla eve taşınmıştı. Su kuyusu uzaklarda ise öküz arabalarına bağlanan iki tarafına ihtiyaca göre delikler açılmış  bizim “Fucu” dediğimiz petrol fıçılarıyla taşınan sular yine evde değişik kaplarda muhafaza edilmekteydi. Evdeki en büyük su tutma kabı herene ve aşurtmalardı. Ağızları kapalı vaziyette tutulan bu kaplarda sular azaldıkça kuyulardan yenisi çekilip doldurulurdu. Evlerimizdeki suyla ilgili kaplar Hereni, Aşurtma, Kazan, Pakrak, Güğüm, ıbrık, sürahi, cezve, çaydanlık, kulplu ya da kulpsuz taslar idi.

1970’li yılların ortalarından itibaren köylünün ürettiği tütüne iyi para verilmeye başlanınca cebi para gören köylü zamanla hortum, dinamo, tanker ve musluklarla tanışma fırsatını bulabilmişti. Tütün dikme mevsimi geldiğinde artık insanlar -affedersiniz- eşekler gibi omuzlarında 35-40 kiloluk tenekelerle su taşımayı bırakmış önce su tanklarıyla ardında hortumlarla suyun akışına yön vermeye başlamışlardı.

Görüldüğü gibi ekonomik sorunları halledilmiş bir millet nereden nereye koşabilmektedir. Ancak kadere bakın ki bugün dağlardan ve ovalardan gelip, evlerin içine kadar döşenmiş su borularımız var ama ne acıdır ki bu boruların içini dolduracak kaynağımız yoktur.


“Yine Nisan Yağmurlarında Islanacağım” Ya da “Ben Her Bahar Aşık Olurum”

Doğanın kanunu böyledir. Bu sudur. Mermeri de deler kalbi de… Hep inattır aslı. İnanır ve inat eder. İnat aslında ısrardır. Her ne kadar su için “damlaya damlaya göl olur” demişlerse de aslında su damlaya damlaya bizim çekiç ya da balyozla kıramadığımız mermeri de delmekte, akıp giderken de dağları delmektedir. Maddi dünyada tabii olarak su böylesine güç bir işin üstesinden geldiği gibi manevi dünyamızda da şekil değiştirerek,”gözyaşı” kılığına girerek damlayı damlayı nice kalpleri, bağırları delmez mi? Gözyaşı, içimizi yakıp kavuran ateşi söndürüp, nice acıları dindirmez mi?

Muson yağmurlarıyla dünyayı bir felaket deryasına çeviren yağmur, Nisan yağmurlarıyla hazan olmuş bahçeleri gül bahçesine çevirmez mi? Ahmakıslatan da dediğimiz Nisan yağmurlarında ıslanıp sırılsıklam olmayı kim istemez?

Her bahar yeni bir diriliştir. Kara toprak, kuru dallar hep bu mevsimde yeşerir. Ruh gözü açık olanlar da her bahar kendilerini yeniler, yeniden dirilirler. Suyun toprağa, dalın yaprağa âşık olması bundandır. Özü rahmet olan suyla bedenlerimizi ve gönüllerimizi temizlemeyi Rabbim cümle cihana nasip eylesin.

/Çetin KOŞAR
10 Aralık 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder