9 Nisan 2008 Çarşamba

Cagala



Cagala / Salyangoz


Mevsim ilkbahar. Köy yerinde Mart ayıyla birlikte başlayan cagala toplama sezonu son sürat devam ediyor. Henüz tarla tabak işleri tam gaz başlamamıştır. Bu nedenle okula gitmeyenlerimiz “tamın taşın” işini bitirince, okula gidenlerimiz okuldan gelince, ele geçirdiğimiz tütün dikme “ıbrık”ı ya da bir poşet ile çalı diplerini izleyerek, bir köyden öbür köye kadar yol alırdık da bunca yolu nasıl kat ettiğimizin farkına bile varmazdık.

Özellikle ilkbaharın etrafı yeşile boğmasının akabinde başlayan bahar yağmurlarıyla gizlendikleri köşelerinden çıkıveren salyangozlar bizim bu girişimci ruhumuzun karşısında neye uğradıklarını anlayamazlar soluğu poşet ya da ıbrıkların içinde alırlardı. Gel zaman git zaman bu “sümüklü böcüg” ler işin farkına varmış olmalılar ki gündüz gözüyle bir daha yeryüzüne çıkmaz oldular. Mevsimi olmasına rağmen siftah etmeden gün biter, bir tane bile cagala bulamazdık. Sonunda fark ettik ki bu hayvan mahlûkatı bizden korkusuna gündüz değil de gece vakitleri yeryüzüne çıkmaya başlamışlar. Eh! Biz de boş durmayıp akşam hava karardıktan sonra “çıra” “idare” “tüplü” ve “löküz” vb. aydınlatma aracı olarak elimize ne geçirirsek alır, 3-5 arkadaş gece yarılarına kadar cagala toplardık.

İlk defa cagala toplamaya başladığımız zamanlarda her bulduğumuz cagala için “aha bi dene buldum.” diye sevinç çığlığı atardık. Ancak attığımız her sevinç çığlığı yanımızdaki diğer arkadaşın moralinin bozulmasına yol açardı. Her ne kadar tek başına cagala toplamaya çıkılabilse de bu işin makbul olanı en az iki ve daha fazla kişiyle çıkılmasıydı. Bu sayede cagala toplarken hem sohbet edilir hem de farkına varılmadan köyün dışına çıkıldığında yalnız kalmayıp, dayanışma sağlanarak kendimizi güvende hissederdik.

Cagala toplama sırasında hem belirli bir hızla yürür hem de iki adet gözümüzle çalı diplerinde çayır çimen otlarının arasındaki cagalaları bir radar gibi tarardık. Sürekli bu şekilde gitmekten an gelir başımızı kaldırdığımızda gözlerimiz kararır sanki dünya üstümüze yıkılacak gibi olurdu. Bazen diğerimiz, tarla sahibinin kızması, çalı kenarının cagala için müsait olmaması, köpek korkusu ya da geçmek için bir açıklık olmaması gibi çeşitli sebeplerle çalının öbür yanına geçmeyip aynı çalının dibinden peş peşe giderken aslında önde gidenin daha çok bulması gerekirken ne hikmetse arkadan gelen daha fazla cagala bulabilmekteydi.

Cagala toplarken dikkat edilecek hususlar vardır. Her koşulda cagala toplamaya gidilmez. Öncelikle hava “çisgemli” olmalı. Yani nemli, sis ve dumanlı bir hava olmalı. Ayrıca, en az yarım saat öncesinden yağıp geçen bir yağmur da aynı işi görebilmektedir. Özellikle Nisan aylarının o meşhur “ahmak ıslatan” yağmurları bu iş için harika fırsatlardı. Çünkü yeraltında yaşayan bu canlılar, karınlarını doyurmak için yeryüzüne ancak yerler ıslakken çıkmaktadırlar. İşte bu zamanlarda enselenmeleri çok kolay olmaktadır. Yerler kuruyken nasıl kaysın gariplerim!

Cagala toplarken karşılaşılan en kötü durum tarla kenarlarındaki çalıları dolaşırken üstümüzün başımızın çalıdikenlerine takılıp yırtılması, paçalarımızın çamur olması durumuydu. Eğer havada da çise ve yağmur varsa farkında olmadan iliklerimize kadar ıslanmak işin cabasıydı. Geceleri özellikle “idare” ya da kendi imalatımız olan “Molotof kokteyli” ni andıran aydınlatma meşalelerimizde yaktığımız gazyağının “is”i yüzümüzü gözümüzü “kir-pas” içinde bırakır, burun deliklerimiz adeta baca gibi “kurum” tutardı.

Çoğu kez ailelerimizden habersizce çıkılırdı bu cagala toplama işine. Çünkü büyüklerimiz bize her fırsatta bu işin“günah” olduğundan bahsederlerdi. Hani “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz denir” ya! Biz de Müslüman olduğumuza göre niçin böyle bir şey yapıyorduk acaba? Şimdi anlıyorum ki biz bu işi, kanımıza işlemiş olan “kapitalistlik ruhu"yla yapmaktaydık ve bu nedenle her yolu mubah addediyorduk. Para için insanların öldürüldüğü bir zamanda bir hayvanın ölümüne yol açmış olmak o kadar da günah olmamalı diye düşünüyorduk herhalde. Bu nedenle gizlice çıktığımız bu ticari faaliyetimizin dönüşünde bize yöneltilen “neredesiniz bu saate kadar?” sorusunun cevabı olarak da kılıfı önceden hazırlanmış minarelerimiz yani “filancagilin urdiidüg” yalanı hazırdı. Kapitalizmde her yol mübah ya, bu durumlarda yalan konuşmak ise “farz” gibi geliyordu. (Töbe töbeee). Tabi biz gecenin yorgunluğundan ertesi gün öğleye kadar yataklarımızda horul horul uyurken gizlediğimiz yerin tesbit edilmesiyle bulunan hayvancağızlar bazen babalarımızın bize sert ama onlara nazik olan davranışları sonucu hürriyetlerine kavuşabilmekteydiler.

Toplanan cagalaların bir an önce elden çıkarılması gerekmektedir. Bu zavallı hayvanın da tazesi makbuldür ve elden çıkarılana kadar canlı kalmaları gerekir. Bunun için eğer köyde bu işin aracılığını yapan tüccar varsa o gün, ne topladıysak anında götürüp tarttırarak kilo başına köydeki rayiç bedeline veririz ya da bu fiyat çok düşük deyip 3-5 kiloluk poşetlerle, bizzat kendimiz 15 km uzaklıktaki ilçeye götürüp köye göre biraz daha yüksek fiyat veren oradaki alıcılara satardık. Bu imkânımız olmazsa yani ne köyde aracı var ve ne de çarşıya gidecek araç... Çaresiz iş başa düşmekte onca işin arasında devreye bir de “cagala gütme” işi girmekteydi.

O zamanlar biz bu hayvanların toprak yiyerek beslendiklerini düşünüyor olmalıyız ki topladığımız kutuların içine toprak serpiştirirdik. Hafiften de ıslatırdık ki çamur halindeyken yemeleri kolay olsun. Daha sonraları asıl besin kaynaklarının yeşil çimen otu olduğunu öğrendiğimizde çimen otu yolup atardık yanlarına. Yesinler, içsinler, doysunlar diye! Daha sonraları da duyduk ki çimenleri bunların üstüne değil de bunları çimenlerin üstüne bırakarak doyurursak daha çok kilo alır ve ağırlıkları artarmış. Bunun üzerine çimenlik bir alana dökülen bu salyangoz sürüsü artık beslenmek için mi kaçmak için mi bilinmez ağır bir ritimle çimenlerin üzerinde sağa sola dağılırlarken, bir garip çobanlığımız da başlamış oluyordu. Ya bu deveyi güdecektik ya da topladığımız bir kiloluk cagalalar satılana kadar yarım kiloya düşecekti. Biz deve değil de cagala gütmeyi tercih ederdik. Onlar çobanlığını yaptığımız hayvanlar içinde koyundan sonra en uysal olanlarıydı şüphesiz. Kaçmaya kalksa iki adımda anında yanında bizi bulacak yakayı ele verecekti.

Satış işlemleri esnasında yaşanan bir takım olaylar da vardı. Uyanık geçinenlerimiz kilo yapsın diye cagalaları yapışkan çamura “böyeş”tirirler araya yine cagalaya benzeyen renkli taşlar ve toprak parçaları koyarlar hatta içi boş olan cagala kabukları da toplanarak içlerine taş doldurularak canlı hayvan niyetine satılığa çıkarılırdı. Fakat onlardan da uyanık olan alıcılar tartmadan önce torbadakileri yere boşaltır, tek tek bakıp taş ve toprak parçalarını ayıklar, yerine göre çamurlu olanlarını geri verir ya da yıkattırarak teslim alırdı. Tabi yakayı ele veren uyanık veletlerin savunma için söyledikleri yalanın “bini bin para” ederdi. Bir de bu aracıların satın aldıkları bu salyangozları depolarından bir fırsatını bulup çalmaya kalkan daha uyanıklarımız da vardı ki burada isim vermek doğru olmaz. Onlar kendilerini çok iyi biliyorlardır mutlaka.

Buraya kadar bahsettiğimiz ve adına CAGALA dediğimiz salyangozlar kara salyangozlarıdır. Bağ, bahçe, çalılık ve ormanlarımızda bol bol bulunurlardı köyümüzde. Elimize bir fırsat geçmeye görsün. İşin suyunu çıkarmakta üstümüze yoktu hani. Para kazanma hırsıyla gece gündüz, dağ bayır, yağmur çamur demeden topladığımız cagalaların neredeyse kökünü kurutmaya kadar vardırmıştık işi.

İnsanoğlu bir işi yapmaya başlayınca zamanla o alanda uzmanlaşmaktadır. Önceleri gündüz gözüyle toplarken işi geceye döndürmüştük ya! İşte size yine süper(!) bir buluşumuzu da söyleyeyim. Hani bu hayvanlar çiseli ve yağmurlu havalarda yerüstüne çıkarlardı ya! Bir gün ormanda hayvan otlatıyoruz.  Toplama sezonunun da sonlarına gelmişiz. Bahar yağmurları geçmiş güneşli ve kuru günler başlamış. İşte tam bu zamanda ormanın kuytu bir köşesinde tesadüfen ayağımıza takılan bir dal parçası yüzünden yerdeki sonbahardan kalma yapraklar açılmış 3-5 tane yetişkin ve iri cagala ortaya çıkmıştı. Onları alırken gördük ki altlarındaki yumuşak toprak içinde de diğerleri var. Bir metrelik alandan 40-50 adet cagala çıkartmayalım mı? Bırakır mıyız? Çıkarttık! Daha sonraki yıllarda artık cagala toplamak için yağmur ve çise beklemeden elimizde kazmalar istediğimiz saatte cagala toplamaya çıkar olduk. Onlar yeryüzüne çıkmazlarsa biz onların yanına gider onları bir suçlu gibi inlerinden çıkarır pazarlardık.

Hiç düşünmezdik bu canlılar niçin yaratılmışlardı? Ne kadar hakkımız vardı bizim onların yaşam alanlarına müdahale etmeye. Gâvurlara yiyecek olmak için canlı canlı kaynar kazanlara atıldıklarında attıkları çığlıkları çocukluk günlerimizde duymuyorduk. Sahi, çığlık attıkları doğru mudur?

/Çetin KOŞAR
Köy Günlüğü’nden

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder