http://sinematurk.com/film/1127-sultan-gelin/
Eski Türk filmlerinin en beğendiğim ve seyretmekten keyif aldığım hikâyelerinden birisi, kentli bir ailenin yanına, köydeki uzak bir akrabalarının kızının gelmesi ile başlayan, evin ya da mahallenin modern kızları ile köylü kız arasında yaşanan çekişme anlatısıdır. Buna benzer senaryosu olan en az 4-5 filmi kolaylıkla hatırlayabiliyorum.
Kentli kızın köylü kızını aşağılayan, onu modernlikten nasibini almayan bir zavallı olarak gören ve bu sebeple aynı haklara sahip olmasını kabullenemeyen tavrı, eminim hepimizde nefret duygusu uyandırmıştır. Bu sebeple köylü kızın bu aşağılanma karşısındaki azminden, hırsından ve kendini kabul ettirmeye yönelik çabasından keyif alır, kazandığı her başarıdan gururlanırdık.
Kentli kızların, köylü kıza layık gördüklerini eminim hatırlarsınız. Evin normal bölümlerinde konaklamasına izin verilmez, müştemilat ya da çatı katı gibi kendisini besleme hissetmesini sağlayacak konumlarda yer açılırdı ona. Evin içinde olduğu gibi dışında da modern kızların sahip olduğu hiçbir hakka sahip olamazdı. Diğer ortalama kentli birey ve gruplarla sohbet, eğlence ortamlarına sokulmamaya gayret edilir, ancak mahallenin dilenci, fakir ya da sokak çocukları ile diyalog kurmasına izin verilirdi. Eh, başlarda köylü kızı da sohbet edecek bir tek onları bulabilirdi kendisine yakın olarak.
Ama modern kızlarla, köylü kızı arasında en fazla dikkat çeken fark ise giyim tarzları olurdu. Kentli kızlar kendilerini en albenili kılacak tarzda giyinirken, köylü kızı geldiği yerde alışkanlık kazandığı giyim tarzında ısrar ederdi. Kendisiyle ilgili en büyük aşağılama gerekçesi de giyim tarzı olurdu zaten.
Her şey bu seviyede gitse belki çok da etkili olmayacak bu senaryo, kentli kızın hoşlandığı erkeğin köylü kızından etkilendiğini belli ettiği andan itibaren farklılaşmaya başlar. Kentli kızında, o ana kadar burnundan kıl aldırmayan, üstün olma hali tarumar olur, aşağıladığı kişi tarafından alaşağı edilmiş olmanın gurur kırıcılığını yaşamaya başlar. İşte filmimizi de heyecanlandıran şey de, kırılan gururda üreyen nefretin, kıskançlığın ve gözün kararma halinin sergilenmeye başlamasıdır.
Günümüzde laiklerle başörtülülerin mücadelesinin en heyecanlı anlarındayız ve bulunduğumuz nokta az önceki senaryodan çok da farklı değil. Laikler, modern olmayı beceremeyen başörtülülerin toplumun ortak noktalarında yer almasına karşılar. Bu süreç, onları aşağılayarak başlarken, kendilerini de bu geri kalmışlar karşısında fazlası ile üstün görüyorlardı. Ancak gün geçtikçe ve köylü kızı kent yaşamının içinde var olma talebi arttıkça süreç kızışmaya başladı ve laiklerimizin sevgilisi olan iktidar makamı, köylü kızına kalbini kaptırınca kızılca kıyamet koptu.
Biliyorum, bu yazıyı okuyan ve fazlası ile laikçi olan birisi bu benzetmeye fazlası ile karşı çıkacaktır. Eh, insanların kendilerini filmlerin kötü karakterlerine benzeştirmeleri oldukça zor kabul edilir bir şey. Olayın bu kadar karikatürize edilemeyeceği söylenecektir. Ama inanır mısınız, siz karşı olma gerekçelerinizi ne kadar derinleştirirseniz derinleştirin, ne kadar politik söylem oluşturursanız oluşturun, olayın sosyolojik gerçeği bu kadar basit. Size benzemeyen ve beğeninizi kazanmayanın sizinle eşit pozisyonda olmasına duyduğunuz öfkeden başka bir şey değil bu. Hele ki, ortalıkta modernlik gibi kendinize biçtiğiniz kutsal bir kimlik varsa, (modern olan) efendi ile – (modern olma yeteneği olmayan) köle arasındaki ilişkiye de benzetebilirsiniz süreci.
Aslında bu durum modernliği bu ülkeye gerçek anlamda gelmemesinden kaynaklanıyor. Çünkü modern dediğimiz zihniyet eğer bu ülkeye uğramış olsa idi, bu zihniyet, ülke kurulduğunda köylü nüfusunun toplumun %90’ına tekabül ettiğini, 1950’de %66’sına, 1980’de %50’sine, bugün ise %30’una kadar gerilediğini, yani bu gün kentte yaşayan nüfusun büyük çoğunluğunun, yakın bir zamana kadar köyde yaşadığını tespit edecek ve köylünün gelirken kendi kültürünü de kente taşıdığını anlayacaktı. Ve bu tespit üzerinden, bu nüfusun kente nasıl intibak edeceğinin hesabını yapması ve toplumdaki entegrasyonu sağlayacak adımları atması gerekirdi. Üstüne üstlük, eğer sistem otoriter değilse ve sosyoloji biliminin gerçeklerine inanan bir yönetici sınıf varsa, ulaşılacak olan noktanın tüm köylülerin bir günde dönüşüm yaşayamayacağını ve standart, tek tip bir kentliye dönüşmesinin mümkün olmayacağını bilecek, beraberinde kentlinin de bu dönüşümden kendisine bir pay düşeceğini anlamasını sağlayacaktı.
Oysa bizim ülkemizde, en uç örnekleri, Cumhuriyetin ilk yılarında Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın Kızılay Meydanına şalvarlı ve kasketlileri meydana sokmaması ile İstanbul Plajlarına sıradan insanların gelmesini sorun eden İstanbul basınının “Halk plaja geldi, vatandaş açıkta kaldı” manşeti atması olan, laik kentli – dindar köylü çatışması her zaman mevcuttu. Bu çatışmanın bugün, artık izi yavaş yavaş kalkan köylülük kimliğinden sıyrılıp, muhafazakar kimliğini fark eden toplumun türbanı üzerinden devam ettiğini söylemek mümkün.
Bu tavırla da bizim kendisini modern zanneden laikçi kentlilerimiz, şehrin kenar mahallelerine mahkûm ettiği ve günümüze kadar herhangi bir derdine çare olmadığı toplum kesiminden, kendi kurguladığı modernliğin karşıtını var etmeyi başardı.
Ama esas sorunumuz bence şu; ortalıkta modern olan kimse yok. Giydiği giysiler ve günlük yaşamdaki bazı basit tercihleri ile modern olduğunu zanneden ama demokrasi, özgürlük ve eşitlik konularında taraf olmayı başaramayan laikçi bir toplum kesimimiz var.
Ekonomik temelden beslenmeyen bu çarpık modernleşmenin sahiplerinin bugün yapabildikleri tek şey ise, devlet yönetimine sahip olmak isteyen otoriter güç dengelerinden birisinin yanında olmayı tercih etmekten başka bir şey olmuyor işte.
/Bibliyofil
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder