İnsanın içini iliklerine kadar üşüten Karagücük, Karakış ve Zemherinin karlı, tipili, fırtınalı, sisli, puslu, soğuk ve karanlık günlerinin sonunda birer hafta arayla önce havaya sonra suya ve ardından da toprağa düşen cemrelerle anladık ki memleketimize bahar gelmiş. Artık sabah güneşleri pırıl pırıl doğmakta, ışıl ışıl parlaklığıyla gün ışıkları gözlerimizi kamaştırmaktadır. Hava, su ve topraktan sonra insanın içine de düşen Cemrelerin (bahar sevincinin) aydınlık ve sıcacık günleri, tüm doğayı kış uykusunda alıp dirilmeye, yeni bir hayata, yeni yeni başlangıçlara götürmektedir.
Bir yıl evvelinin bahar sevinci ve coşkusu içersindeyken aklımıza bir çiğ tanesi gibi düşen “bahar şenliği” düşüncesi birden bire nasıl da gerçekleşiverdi? İnsanın inanası gelmiyor. Başarıyla yetinmeyip insanın hayıflanası geliyor; “Şimdiye kadar aklımız neredeydi?” diye. Ama olsun. Bu bir başarıdır. Gerçek bir “Muhtar” olan genç Muhtarımız başımızda olmak üzere gurbettekiler de dahil Akbulut köylülerinin bir başarısıdır bu. Bizim bu girişimimizi destekleyen Mülkî idarenin bir başarısıdır. Bu güzel girişimimizde bizi yalnız bırakmayan komşu köylülerimizin başarısıdır. Bu şenliğimiz hepimize kutlu olsun. Kaymakam beyimizin de dediği gibi “dileriz Köyümüzde, İlçemizde ve İlimiz Samsun’da hayırlara vesile olur.” İnşallah.
Doğal Bahar Şenliği
Her ne kadar yıllardır insanımızın işten güçten başını kaldırıp bir türlü yaşayamadığı bahar coşkusunu aslında köy yerinde doğal olarak her gün doyasıya yaşamak olasıdır. Karların erimesiyle birlikte önce çimenler ve arasından papatyalar boy salar. Ardından özellikle meyve ağaçlarının kuru dalları filiz sürüp tomurcuklanarak pıtrak gibi çiçek açarlar. Kuşlar, akşama dek sürecek cıvıldaşmalarına sabah ezanlarıyla birlikte başlar. Özellikle sabah ve akşam vakitleri koyun sesleri kuzu seslerine, yeni doğurmuş inek sesleri ahırdaki buzağılarının seslerine karışır gider. Yumurtlama telaşındaki tavukların gıdaklamaları ise gün boyu sürer köy semalarında bir köyden diğer köye dek. Bu konuda bir de deyişimiz vardır: “Mart martladı. Tavuklar gıdakladı.” diye.
Köyümüze bahar gelmiştir. Doğa; bitki ve hayvanlar baharın gelişini coşkuyla kutlamaktadırlar. Aslında tarihin derinliklerinden bu güne dek bu sevince ve coşkuya İslam coğrafyasında özellikle de Türk Dünyasında rastlamaktayız. Bunun adı kimi yerde “Hıdırellez”, kimi yerde “Mayıs Yedisi”, kimi yerde “Nevruz” ‘dur. İnsanlarımız baharın gelişini bir şekilde kutlamaktaydılar.
Sevinç Gösterisi Şenlikler Bir Teşekkürdür.
Bahar Tanrı’nın insanlara bir lûtfudur, ikramıdır aslında. Sonbaharla birlikte canlılığını ve tüm renklerini yitirmeye başlayan ve kış ile ölüm sessizliğine bürünen yaşam, gökyüzünde kara bulutların birden dağılması ve baharın ilk ışıklarının özellikle insanın yüzünü ışıtması ruhlarda bir kıpırdanma, bir umut, bir sevinç doğurmaktadır. Tüm umutların tükendiği yerde, bir türlü gelmeyen aydınlık günler, “Mart’ın bacadan baktırdığı” günlerin sonunda bir sabah aniden gelivermesi insanı sevinçten çılgınca şeyler yapmaya itmektedir. Meydanlara ateşler yakıp, onun üstünden atlamak gibi… Bir su kaynağının başında ya da yeşillik bir alanda ya da akarsuların denizle birleştiği noktalarda toplaşıp evde hazırlanan yiyecekleri eş-dost paylaşarak yiyip içmek, eğlenmek, neşelenmek… İşte bu, yapılan ikrama bir teşekkürdü. Tanrıya şükran borcunu ödemekti. Nasıl ki bir çocuğa hediye verince çocuk buna çok sevinir, size teşekkür ederken gözlerinden okuduğunuz sevinci sizin mutluluğunuz olur. Tıpkı bunun gibi bizim de baharın gelişiyle birlikte duyduğumuz mutluluğu, dışa yansıttığımız sevincimizle insanlara ve dolayısıyla Tanrıya göstermemiz yaydığımız pozitif enerji nedeniyle bir dua, bir yakarış bir niyazdır.
Kırmızı Renkli Haşlanmış Yumurtalar
Ancak, köyümüzde bizim insanlarımızın böyle bir lüksü(!) hiç olmadı bugüne kadar. Çocukluk günlerimde hatırladığım tek şey Baharın gelişiyle, rahmetli anneciğimin geceden soğan kabuklarıyla birlikte pişirdiği bir sahana koyarak, uyandığımızda bizim görebileceğimiz yere bıraktığı kırmızı renkli haşlanmış yumurtalardı. Oysa o kıtlık yıllarında acil durumların dışında ancak bir misafir gelirse evde yumurta pişirilirdi. Yoksa, süt, yoğurt, yağ ve yumurta köylünün pazarlayıp gelir elde ettiği bir sermayesi idi.
Bırakıldığı yerde o yumurtaları bulunca attığımız sevinç çığlığıyla birlikte “Anneee? Bu neee?” diye sorduğumuzda aldığımız cevapların arasında geçen “Hızır” ve “İlyas” isimlerinden anladığımız ilk isim Gelemet Köyündeki “İllas” dediğimiz İlyas amca ile bir de yeme içme konusunda edilen “Allah Hızır uğrasın-uğratsın” hayır duasında geçen “Hızır” olurdu. Bu iki ismin birer İslam Peygamberi olduğunu, Hıdırellez Bayramının Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biri olduğunu ve Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılarak, Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün olduğu savıyla kutlandığını sonradan öğrenecektik.
Hatta eski takvimlerden Miladi (Gregoryen) takvimine göre 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre “Hızır Günleri” adıyla “yaz mevsimi”ni, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise “Kasım Günleri” adıyla “kış mevsimi”ni oluşturmaktaydı. Bu yüzden 6 Mayıs günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığını gösteriyordu.
Gökçeboğaz Mayıs Yedisi
İlkokulda okurken Yılsonunda öğretmenlerimizin organize ettikleri kır ya da okul gezilerini saymazsak küçüklüğümden beri tek bildiğim bahar bayramı etkinliği komşumuz Gökçebogaz Köyünde yapılmakta olan “Mayıs Yedisi” idi. 21 Haziran günü, Gökçeboğaz Çayının Samsun – Sinop Karayolunun kesiştiği noktada bulunan, Yunus Emre’nin deyimiyle bir “YATUR” un yanında çevre köylüleri kendi çaplarında toplanır, küçük bir pazaryeri kurulurdu. Değişik köylerden gelenler, buluşup konuşur hasret giderirler. Gün sonundaysa devasa bir tespih gibi ipe dizilmiş Sinop kestanesi ve şeker helvası alınarak evlere ve köylere dönülürdü.
Bunun dışında Kur’an-ı Kerim okumasını bilenler buradaki Yatur’un mezarının çevresine, önlerine birer mendil sererek oturur, bir-iki saat süreyle kuran okurlarken çevredeki insanlar da bu mendillere para ve yiyecek bırakırlardı. Burada keşkek kazanını görürdüm ama hayır yemeği dağıtıldığını bugünlerde öğrendim.
Gökçeboğaz Dedesi
Anti parantez olarak belirtmekte fayda var. Burada bulunan “Dede Mezarı” bizim zamanımızda çevresi Karataşlarla düzenlenmiş alelade bir görünümdeydi. Şimdi Günümüzde yapılan mezarlar gibi tanzim edilmiş olması hiç yoktan anlamlı geldi bana. Anlamsız bulduğum iki konudan biri burada bulunan “Türbe” tipi bir binanın tamamen yıkılıp yok edilmesi, bir diğeri de bu mesire yerinin alan olarak günden güne daraltılıp küçültülerek tarla yapılmasıdır. Tamam, insanımızın bu tip olgulara olan ilgisi günden güne azalıyor olabilir. Ancak mevcut statünü korunması için gayret gösterilmesi gerekliliğini yeri gelmişken Saygıdeğer Gökçeboğaz eşrafına âcizane hatırlatmak isterim. Mümkünse çay kenarına kadar buranın duvarla çevrilip, ağaçlandırılması ve yıkılıp giden yapının aslına uygun bir şekilde yeniden inşa edilerek buranın tarihi ve manevi havası gelecek kuşaklara aktarılmalıdır.
/Çetin KOŞAR
—Devam Edecek-
Bahsettiğiniz türbe ve zaviyelerle ilgili Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bazı isimlere rastladım.Bunların isimlerini paylaşırım.
YanıtlaSilTarih :27/L /1167 (Hicrî) Dosya No :131 Gömlek No :6545 Fon Kodu :C..EV..
YanıtlaSilCanik sancağında Alaçam nahiyesinde Gelemet köyünde Datlu Bey ve Sultan Şah Zaviyesi vakıfları.
Tarih :24/C /1255 (Hicrî) Dosya No :1622 Gömlek No :27 Fon Kodu :HAT
Alaçam kazasının Gökçeboğaz karyesinde bulunan caminin hitabetinin Süleyman bin Mustafa'ya tevcihi.