23 Aralık 2009 Çarşamba

Akbulut köyü Halk Takvimi



Göçebelikten yerleşik düzene geçişin ilk kurumlarından olan köyler bulunduğu ortamın koşullarına göre kendi hayatına yön vermek zorundaydılar. Şimdiki gibi inip “açız, bize iş verin, ekmek verin” diye bas bas bağıracakları ne kentleri vardı ne de devlet babaları. Yaşamaya mecbur olduklarını bildiklerinden ister istemez bunun için gerekli olan tüm bilgi, beceri ve yeteneklerini çalışıp, kazanıp ve öğrenerek,  geliştirmek zorundaydılar.

Köyümüz bir dağ köyüdür. Diğer tüm köyler gibi, ulaşım olanaklarının olmadığı dönemlerde kentle bağlantısı hemen hemen yok gibiydi. O günlerde zaten icat olmamış Radyo, Televizyon ve Gazete gibi iletişim teknolojilerinden yoksunluğunu zikretmeye ise hiç gerek yok. Ziraat ve çobanlıkla geçimini sağlayan köylünün kentlerle tek bağlantısı sadece askerlik nedeniyle olmaktaydı. O da yıllarca süren ve savaşlardan sağ kalırlarsa ancak dönerlerdi köylerine. Bu durumda köylerdeki bütün işler analara düşmekteydi; Yeni nesli yetiştirmek için çalışıp üretmek…

Halkın yaşamak için ürettikleri yiyecek ve içecekleri dışında ürettiği bir de kültür ürünleri vardır. Sağlıktan günlük yaşama kadar her alanda karşımıza çıkan ve bilimsel gerçekliği ispatlanan bir sürü halk bilimimizden birisi de halk takvimi ve hava durumu tahmin yöntemleridir.

Yapılacak bir işin türlü evrelerini zamana bağlı olarak gösteren program olan takvimin ortaya çıkma nedeni hiç şüphesiz günlük yaşamda ortaya çıkan doğal olayların gözlenmesidir. Zaman zaman tapınma derecesine getirecek kadar insanları korkutan evren ve doğal olaylar, aslında düzenli bir seyri olan olaylardı. Her toplum kendi iç dinamiklerine göre bunlardan kendine bir proğram çıkarmıştır.


Bugün köyümüzde ve ülkemiz genelinde uygulanan üç tür takvim vardır.

Birincisi resmi olarak Devlet İşlerinde kullanılan, bir yılı ayın 29-30-31 günlük dönem içindeki değişmelere göre 12 bölüme ayıran, Dünyanın güneş etrafında 365 günlük hareketi esasına dayanan Batı ülkelerinin de kullandığı “Güneş Takvimi” ya da “Şemsi Takvim” dediğimiz “Gregoryan Takvimi”dir.

Gökteki ayın şekilleriyle bağlantılı olarak kullanılan ikinci takvimimiz ise daha ziyade dinsel alanda Oruç, Haç, Dini Bayramlar için kullanılan, bir yılı ayın 28-29-30 günlük dönem içindeki değişmelere göre 12 bölüme ayıran yani 355 gün sayan “Ay Takvimi” ya da “Kameri Takvim” denilen “Hicri Takvim”dir.

Bu ikisi dışında uzun deneyimlerle ortaya çıkmış olan üçüncü takvimimiz ise “Halk Takvimi”dir. Halk takvimi, “Rumi Takvim” esas alınarak uygulanmaktadır. Anadolu’da, “Eski Hesaba” göre, “Eski Takvime” göre diye söze başlayan anlatımlardan ve yazılı kaynaklardan bu konu açıkça anlaşılmaktadır. Bu takvimler, zamanı bilinenin dışında yorumlayarak buna yerel anlamlar katıp zengin bir kültürel görünüme sokmaktadırlar.


Genel hatlarıyla Halk Takviminin özellikleri

Halk Takvimi, günler, aylar, yıllar ve geçen zaman olarak algılanmaktadır. Yıl “sene” olarak adlandırılır. Geçmiş olan bir önceki yıla “Bıldır” denmektedir. İçinde bulunulan yıla “Bu Sene” ve gelecek yıla da “Yeni Sene” denmektedir.

Halk takvimi, Miladi yıldan 13 gün sonrasına göre hesap edilmektedir. Buna göre yeni ayın 1. günü miladi yıldaki ayın 14. günü olmaktadır. Eskiler gökteki ayın durumuna göre ayın kaçıncı gününde olduklarını bulabilmektedirler. "Eski Ay" ve "Yeni Ay" olarak adlandırılan ters ya da düz “hilal” durumuna göre ayın ilk 15'i ya da son 15'i olduğu anlaşıldığı gibi ayın “dolunay” şeklini aldığı zaman da ayın 14’ü olduğunu hemen hemen herkes bilmektedir. Bu bilgiler ışığında edinilen bilgilere göre kişi aya baktığında o an ayın kaçıncı günü olduğunu bile doğru olarak bilebilmektedirler. 

Zihinlerde iz bırakan yıllar ise yaşanılan felaket ve acı olaylara göre adlandırılmakta “Seferberlik zamanı”, “Falancanın öldüğü sene”, “Askere gittiği sene” gibi isimlerle anılmaktadır. Yani hangi yıl olduğunun anlamı yoktur. Sadece o günden bu güne kaç yıl geçtiği sayılmaya çalışılır.

Tarımsal faaliyet konuları halk takviminin en belirgin takip yoludur. Hayvanların kuzulaması, meyvelerin çiçek açması ya da meyvelerin olgunlaşması gibi bitki ve hayvanlarda izlenen değişiklikler birer takvim unsurudurlar.


Saat

Saatin olmadığı zamanlarda vakit, güneşten, gölgeden, yıldızlardan ve bazı hayvanların ötmesinden yararlanılarak belirtilmiştir. Gündüzün zaman tahmin edilirken güneş ve gölgeden, akşam ve geceleyin ise, aydan, yıldızlardan, Samanyolu’nun konumundan ve horozun ötmesinden yararlanılırdı. Saat kavramının eskiden bilinmediği bir gerçektir. Çünkü eskiden saat yoktu. O yüzden, ölçü birimi olarak saat tanınmazdı.

Köylerde sabah, horozların ötmesiyle başlar. Her ne kadar “vakitsiz öten horozun başı kesilse” de horozlar saat kullanımının yaygınlaşmadığı zamanlarda köylünün “saatleri ayarlama enstitüsü” görevini yapmaktaydılar. İnsanlar şimdiki gibi gece yarılarına kadar televizyon başında pineklemeyip her mevsim değişen gün batımından hemen sonra yatıp uyudukları için zaten “biyolojik saatleri” tıkır tıkır işlemekteydi. Horozlar sadece zamanı “teyit” ederlerdi.

Güneş ışığı bir diğer zaman ayarlama aracıdır. Özellikle dini vecibeler için gerekli bu zaman ayarlamalar Sabah namazı için “tanyerinin ağarması”yla başlar “şafak” ile sona erer. Öğle vakti için güneşin tepeden hafif kayması gözlenir ki bunun için bakılan güneş değil ağaçların gölgesidir. İkindi vakti içinse dağlara yaklaşıp solgunlaşmaya yüz tutmuş güneşin kendisidir. Bir de eğer düz bir alandaysanız ve gölgeniz boyunuzun iki bucuk katı büyükse vakit girmiş demektir. Gün battığında vakit akşam namazı vaktidir. Ortalık iyice kararıp göz gözü görmez hale geldiğinde Yatsı namazı vakti girmiş demektir. Gece vakit tayini için bu defa devreye yıldızlar girmekte belli başlı yıldızların semadaki konumları insanlara gecenin hangi vaktinde oldukları hakkında bir fikir vermektedir.

Halk takviminde bir de “kuşluk vakti” kavramı vardır ki çoğu kişinin algıladığı gibi sabah güneş doğmak üzereyken kuşların ötüştüğü vakit değil, Sabah ile Öğle vaktinin ortasında yer alan bir zaman dilimidir. Günümüz saatiyle ifade edecek olursak, güneşin saat 5’te doğduğu bir günde kuşluk vakti yaklaşık olarak 9 ile 10 arasıdır.


Gün

Gün isimleri miladi takvime göredir. Ancak “Çarşamba” günü bazılarınca “Hafta Günü” diye ikinci bir isimle zikredilir. Günler ve geceleri arasında uğurlu uğursuz ayırımı yapılmaz. Yani uğurlu ya da uğursuz sayılan gün yoktur. Ancak Cuma gecesi olarak anılan Perşembe akşamı mübarek gece sayılır ve bu gecede ölülerin ruhuna Kur’an-ı Kerim okutulur. Bunun gibi Cuma günü de mübarek gün olarak bilindiğinden o gün Cuma Namazına kadar ağır iş yapılmaz. Evden uzak bir yerlere gidilmez. Ayrıca bazı dualarda Pazar günleri de Cuma günüyle birlikte zikredilerek kutsal gün kategorisine girmektedir. (Bu duanın ilgili kısmı şöyledir; Mübarek Cuma ve Pazar geceleri kabirlerinin yüzüne çıkıp eyvah! bize de bir Fatiha okuyacak kimsemiz kalmamış diye garip garip bekleşen mümin kardeşlerimizin de ruhuna hediye eyledik, haberdar eyle ya Rabbi!)

Gece ve gündüz, güneşin batması ile doğması arasındaki zaman bölümleridir. Ancak günlük kullanımdan farklı olarak “köyümüzde gün, akşam güneşin batmasından sonra başlar.” Örneğin; Perşembe günü güneş battıktan sonrası ve ertesi gün güneşin batmasına kadar geçen gün Cuma günü sayılır.

Günlere özel bir anlam yüklenmesi toplumsal ilişkilerde de kendini gösterir ve “dünürlük” yani kız istemeye gitmek Cuma gecesine (Perşembe akşamına) denk getirilir. Düğünler de Cuma günü ikindiden sonra “keşkek dövme” ve “köy okuma” ile başlar. Bunlardan başka büyükbaş hayvanlara da bazı gün adları verilir. Doğan yavru dişiyse ve Cumartesi günü doğduysa Cumartesi anlamına “Cümere” adı konulduğu gibi erkek bir hayvan Pazar günü doğduysa onun adını da Pazar anlamına gelen “Bazar” olarak koyarlar. Tabi bu isteğe bağlı olarak olmaktadır. Bilindiği gibi hayvanlar daha ziyade rengine göre Sarı, Ala, Sakar, Gökmen, Goğur vb. isimlendirilmektedir.

Mübarek gün ve geceler olarak genel bir adlandırmaya tabi tutulan günlerin takibi imamın sorumluluğundadır ve halkı bu konularda imam bilgilendirmektedir.

Aylar

Köyümüzde iki türlü ay hesabı yapılmaktadır. Bunlardan biri daha ziyade eskilerin kullandığı ve gökteki ayın durumuna göre yapılan “Ay Hesabı”, diğeri de yürürlükteki “Hükümet Hesabı”’dır.

Eskilerin kullandığı ve “Eski Hesap” da dedikleri takvimde ayların adlandırılması hava şartlarına ve tarımsal faaliyetlere göre yapılmaktadır.

Ocak                Zemheri
Şubat               Gücük
Mart                 Mart
Nisan                Abrul
Mayıs               Mayıs
Haziran            Kiraz Ayı
Temmuz           Orak Ayı
Ağustos                        Ağustos
Eylül                 Eylül    
Ekim                Güz
Kasım               Kasım
Aralık               Karakış

Köyümüzdeki eskilerin kullandıkları ay sayısı on iki tane olup normal aylar gibi sıradan gitse de aslında eski ayların başlangıcı gökteki ayın durumuna göre hareket edildiğinde denk gelen ayın 14’ünde başlamaktadır. Örneğin Zemher ayı Ocak ayının 14.günü başlar ve Şubat ayının 13.günü biter.

Genel olarak kullanılan bu ayların dışında dini takvimde yani Hicri Takvimdeki ayların ise hepsi değil de önemli olan bazıları kullanılmaktadır. Oruç, hac ve kurban farizasını yerine getirmek için Hicri takvimde yer alan Ramazan ayı her yıl iple çekilir. O 11 ayın sultanıdır ve üç aylar dediğimiz, onun gelişini haber veren Recep ve Şaban ayları da köylünün inanç dünyasında önemli yeri olan aylar olup hatta Recep, Şaban, Ramazan, Bayram gibi çocuklara da isim olarak verilmektedir. Ramazanı takip eden iki ay sonrası Kurban Bayramı ise Ramazan ayı baz alınarak hesaplanır ve hangi ay olduğunun hiç önemi yoktur. Bir diğer ifade ile dini takvim olarak Hicri Takvimin sadece üç ayın ismi halk tarafından kullanılmaktadır. Yine bu dini ayların zamanı ve takibi konusu köy imamının sorumluluğundadır. (Bu konuda anlatılan bir öykü de çok ilginçtir. Köylerinde imam bulunmayan köylünün biri oğlunu “Ramazan ayı ne zaman başlayacak?” diye sorup öğrenmesi için en yakın köye gönderir. Çocuk saatlerce süren yolculuktan sonra bir de bakar ki Ramazan gelmiş geçmiş, köylü Bayram etmektedir.)

Mevsimler
Eskilerin kullandığı takvime göre mevsimlerin sayısı da yeni takvimde olduğu gibi dört tanedir. Ancak isimleri farklıdır. Kış Ayları, Bahar Ayları, Yaz Ayları ve Güz Ayları olarak isimlendirilen bu mevsimlere denk gelen aylar da yine yeni takvime göredir.

Kış Ayları          Karakış, Zemheri, Gücük
Bahar ayları      Mart, Abrul, Mayıs
Yaz Ayları         Kiraz, Orak, Ağustos
Güz Ayları         Eylül, Güz, Kasım


Özel günler

Bu sınıflandırmaların dışında bir de özel günlerimiz vardır.  Sırasıyla önce Havaya, suya ve toprağa,  düşen Cemre düşme günleri, Kocakarı Soğukları (Deli Gücük), Mart Dokuzu, Abrul Beşi, Mayıs Yedisi ve Gündönümü gibi tarihler.


Cemre Düşmesi

Tarihi kesin olarak bilinmeyen fakat Gücük ayının sonları yani Şubat ve Mart ayları içersinde yedi gün arayla önce havaya, sonra suya ve en sonunda da toprağa düştüğüne inanılan havaların ısınmaya başladığı günlere “Cemre Düşmesi” denir. Böylece Baharın geldiği anlaşılır.


Kocakarı Soğukları

Kış aylarının sonuna doğru şimdiki hesaba göre 21 Ocak- 21 Şubat arası, yaşlıların dayanmakta zorlandığı ve Deli Gücük de denen sert soğukların olduğu zamana denilmektedir.

Mart Dokuzu
Mart Dokuzu aslında alçakların ısındığı fakat yükseklerde henüz çetin kış şartlarının sürdüğü için dikkatli olunması gerekli olan bir tarihtir. Gerek hayvanların soğuktan korunması ve gerekse yapılacak bir takım tarımsal işler için bir ölçüdür.

Bunun yanında Mart ayı aynı zamanda tehlikeli bir aydır. Bazen büyük karlar yağar. Bunun için “Mart bacadan baktırır, Kazma kürek yaktırır” denmiştir. Her şeye rağmen baharın belirtisi bu güneşli günlerde insanlar evlerinde top yekûn temizliği bu zamanlarda yaparlardı. Köyümüzde olmasa da karların erimeye başladığı yüksek yerlerde Mart dokuzundan sonra buğday ekimi de yapılmaktadır. Bizim Ekim Kasım aylarında yaptığımız bu ekin ekme işini yüksek kesimlerdeki insanlar kar nedeniyle ancak Mart’ta yapabilmekte ve Ağustos’tan önce de hasat etmektedirler.

Anadolu'nun doğu bölgeleriyle, öteki bölgelerde özellikle Alevi topluluklar arasında Nevruz (22 Mart, eski Martın dokuzu) yılbaşı sayılır. Bu tarih, ilkbaharın başlangıcı olarak birçok kültürde yılbaşı sayılmıştır.


Abrul beşi

Mart Dokuzundan sonra havalar bir miktar ısındıktan sonra Nisan ayı başlarında aniden çıkan ve don olayına neden olan sert soğukların çıktığı bir dönemi ifade eder. Abrul Beşi çıktıktan sonra soğukların bittiğine inanılır. Ekim dikim işlerine bu tarihten sonra başlanır.


Mayıs Yedisi

Mayıs ayının yirminci gününe denk gelen güne Mayıs yedisi denir. Bununla ilgili olarak köyde herhangi bir gelenek yoksa da aynı zamanda Hıdırellez olarak da adlandırılır. Çevremizde denize yakın yerlerde hükümet hesabına göre 6 Mayıs tarihinde yapılan Hıdrellez şenliklerinin bir benzeri, eski hesaba göre (Yeni ayın 14’ünde ayın 1’i olduğuna göre) aslında yine Mayısın altıncı gününe denk gelen bu günde(20 Mayıs) Gökçeboğaz Köyü’nde bir dede mezarı çevresinde buluşma yapılmaktadır. Kurulan pazardan kestane, helva ve şekerler alınarak bahar ayına girilmiş olmanın sevinci yaşanır.

Yılın mevsimlere bölünmesinde kullanılan bir takvime göre bir yıl Kasım ve Hızır diye ikiye bölünür. Kasım, resmi takvimdeki Kasım ayı başında başlar 6 Mayıs'a kadar sürer, Hızır Ayı ise 6 Mayıs'ta başlayıp Kasım'a kadar sürer. Bu takvimde yılbaşı 6 Mayıstaki Hızır ayıdır. Bahar aylarının devreden çıkarıldığı bu takvime göre bir yıl “Yaz ve Kış” mevsimi olarak tanımlanan “Kasım ve Hızır” gibi iki ay ile ifade olunmaktadır.

Kültür, bir insan topluluğunu “Millet” yapan en önemli öğedir. Kültürel değerlere sahip çıkmak, yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak ise, vazgeçilemez bir gerekliliktir. Bu nedenle büyüklerimizin yılların birikimi olan tecrübeleriyle oluşturup bize aktardıkları bu kültür ürünlerini bizler de yaşayıp gelecek nesillere aktarmak zorundayız. Artık bunlara ihtiyacımız yok diyemeyiz. Zaten bu bilgiler genetiğimize doğal olarak aktarılmış durumdadır. Bizim yapacağımız sadece bu bilgileri gerçek hayatta onaylamamızdır. Teknolojiler ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, hiçbirisi bize lütfedilen beynimizin yerini tutmazlar. Her şey beyinde başlar beyinde biter.


/Çetin KOŞAR
22 Aralık 2009

22 Aralık 2009 Salı

Akbulut köyü'nde Sofra Âdâbı




Akbulut Köyü'nde Bir Çocuk Sofrası


Eskiden sofra olarak tamamen ağaçtan yapılmış ayaklı yer sofraları kullanılırdı. Her ailede bunlardan bir ya da iki tane olurdu. Bu sofraların biri küçük diğeri büyük olur, küçük sofra gündelik büyük sofra da yabanlık olarak kullanılırdı. Büyük olan sofra aynı zamanda üzerinde hamur işlerinin yapıldığı bir mutfak aracıydı. Yufka açılır, cimcik kesilir, kaypak kesilir ayrıca konu komşunun yemekli düğün, mevlit vb gibi daveti olduğu zaman onlara ödünç olarak verilirdi.

Daha sonra devreye bakır ya da alüminyum siniler girdi. Kullanımı ağaç sofraya nazaran daha pratik olan bu siniler altlarına özel yapılmış altlık ya da eski elek ve kalbur kasnakları konularak sofra amaçlı olarak kullanılmaya başlanmıştı. Ağaç sofra düzenlenirken ağır olduğu için önce kendisi kurulup ondan sonra üzerine yemekler teker teker konulurken sini sofralar ortaya konmadan önce mutfakta üzeri düzülür hazır olarak ortaya konurdu.

Yer sofralarında mutlaka sofra bezi kullanılırdı. Önce 2 metrekarelik sofra bezi serilir. Bu sofra bezleri bu iş için yapılmış özel işlemeli bir bez olduğu gibi çok ince olmayan her hangi bir bez de bu amaçla kullanılırdı. Sofra bezinin üzerine basılmaz. Bu adeta sofra gibi sayılır, sofrada yer yoksa ekmekler ya da diğer bazı yemek tabakları bunun üzerine konulur. Sofraya oturan kişi bu sofra bezini dizlerinin üstüne çeker, yemek yeme esnasında dökülen ve saçılan yemekler bunun üzerinde toplanırdır. Sofra bezine düşen parçalar yerine göre düşer düşmez alınıp yenilebileceği gibi yemekten sonra bu bez pencereden dışarı uygun bir yere silkelenerek içindeki ekmek ve yemek kalıntıları kurda kuşa ve tavukların yararına sunulurdu. İstisnalar hariç bugün bile köyümüzde yemekler yer sofrasında yenmektedir.

Eski sofralarımızın vazgeçilmez demirbaşları ise tahta kaşıklarımızdı. Ağaçtan yapılan bu kaşıklarımızın bize sağladığı en önemli kolaylığı yalıtkan yapısı nedeniyle yemeklerin ısısından etkilenmeyerek dilimizi ve damağımızı koruması idi. Şimdiki iletken metal kaşıklar ısı iletimi dışında yemeğin tadına da olumsuz etkide bulunmaktadır. Kaşık mutlaka sağ elle tutulur. Çocuklar küçük yaştan itibaren bu şekilde yetiştirilir. Sofraya otururken besmele çekildiği gibi asıl besmele ilk olarak ekmek ya da kaşık ele alınırken çekilmektedir. Yemek yenilip sofradan kalkarken de herkes kendi içinden “elhamdülillah” deyip şükredilerek öyle kalkar.

Pişirilen bir yemek o öğün ya da gün içinde yenilip bitirilir. Fazla miktarda pişirilip de birçok kez ısıtılarak yemek yenmezdi.  Anında yenmeyen yemeğin tüm lezzeti ve besleyiciliği gitmiş olacağına inanılırdı. Şimdilerdeyse buzdolabı var diye fazla pişirilip birkaç öğünde tüketme gibi alışkanlığı kolaylık olarak düşünenlerimiz vardır.

Sofraya oturulmadan önce eller mutlaka yıkanır. Eğer evde misafir varsa ellerini yıkaması için dışarı gönderilmeyip havlu, ılıştırılmış su konulan ibrik ve leğen ile misafirin elleri oda içinde yıkanarak kurulanır ve öylece sofraya oturulurdu. Tıpkı başlangıçta olduğu gibi yemekten sonra da misafirlerin ellerini yıkaması için leğen önlerinde ikinci defa dolaştırılırdı. Sofra kenarlarına misafirlerin oturması için minderler de konulurdu. Sofraya oturulduktan sonra yemeye büyükler ya da misafirlerden önce başlanılmaz, onların haydi “bismillah” buyurun demesi beklenir. Sofrada yemeğe besmeleyle başlanmazsa şeytanın da yemeğe ortak olacağına inanılır. Yemek esnasında su içilecekse yine önce misafire ya da evin büyüğüne teklif edilir ve ondan sonra ya da onun müsaadesiyle içilir. Karnı doyan sofradan hemen kalkmaz. Herkesin yemeyi bitirmesi beklenir. Misafir yoksa karnını doyuran kişi bir şeyler bahane ederek sofradan kalkar. Bilen varsa sofra duası yapılır, ardından birkaç lokma daha yenerek sofradan kalkılır. Duanın ardından doymayanlar yemek yemeye devam edebilir. Hatta bunun bahanesi de hazırdır;”Duadan sonra kırk lokma daha yemek gerekir” diye bir latife yapılır ama bu latifeye itiraz da hemen gelir; “Yok canım ne kırk lokması “kırık” lokma yenebilir.” Diye şakalaşılır.

Yemek yerken zorunlu olmadıkça sofrada konuşulmaz. (Büyükler hariç). Tek bir kapta yenen yemeği herkes kendi önünden yer. Birkaç çeşit yemek varsa isteyen istediği yemekten yer. Burada da kural uzandığı tabağın kendi tarafından yemesidir. Yemek suluysa kaşık dibine daldırılmaz, kenarından alınır. Eğer misafir varsa sofranın öte ucunda kalan yemeğe uzanmamak adaptandır. Misafir bulunan durumlarda da sofraya önce erkekler oturur. Yerine göre aynı anda ya da daha sonra kadın ve çocuklar için ayrı bir sofra kurulur. Yemekler aynı kaptan yenir, eksildikçe ilave edilir. Bu durum sofraya oturanlar doyuncaya kadar devam eder. Yemek yendikten sonra sofra bekletilmez, derhal kaldırılır. Eğer kaldırılmazsa “şeytanın oturup sofranın bereketini yediğine” inanılır.


Sofraya konan ekmek her zaman ihtiyaçtan fazla konulur. Çünkü ekmek ağırlıklı bir yemek yeme kültürü hâkimdir. Hatta sofra kurulduğu zaman dışarıdan birisi çağrılırken “yemek yemeye” diye çağrılmayıp, “haydi ekmek yemeye” diye çağrılır. “Benim karnım acıktı ne zaman ekmek yiyeceğiz?” ya da “ekmek yediniz mi?” gibi ifadelerin hepsi de yemek yemeyle ilgili ifadelerdir. Bu açıdan ekmek, sofraların temel yiyeceği olup, eğer evde ekmek varsa yanında “katık” olarak yenecek bir şeyler mutlaka vardır. 

Eve gelen birisi hane halkını sofra başında bulursa onlara selam vermez, “bereketli olsun” der. Sofradan kimse kalkmaz, yemeğe devam edilir. Sofradaki aile büyüğü “Allah razı olsun, buyur” diyerek sofraya davet eder. Ancak yemek yenilip sofradan kalktıktan sonra selam verilip hoşbeş edilir. Gelen kişinin karnı toksa “siz buyurun yiyin, benim karnım tok, size afiyet olsun” derken, sofradaki emsalleri ona “öyle şey olur mu? Tok, bir kuzu yemiş, gel hele!” diye ısrar eder. Eğer bir eve gidip de kurulu sofraya çatılmışsa yani rastlanmışsa aç ya da tok olunsun oturup bir kaç lokma atıştırmak adaptandır. Tüm ısrarlara rağmen sofraya oturmayana sofrada bulunan yiyeceklerin birinden bir tabağa konularak, ya da bir içecek verilerek ikramda bulunulur.

Aile içinde büyüklere ayrı küçüklere ayrı sofra kurulmaz, herkes tek bir sofrada yer. Kadın, erkek ve çocuk sofra ayırımını gerektirecek erkek, kadın ve çocuklara yönelik “farklı tür yiyecek ve içecek” kültürü köyümüzde yoktur. Ancak, hamile kadınlara ve çok küçük çocuklara yasaklanan yiyecekler olsa da onlar için ayrı bir sofra yerine ayrı bir tabakla bu iş telafi edilebilmektedir. Ancak kalabalık aileler de durum farklı olabilmektedir. Bir de bayram ve seyran zamanlarında toplaşılan baba ocağında mecburen “erkeklere” ayrı, “kadınlara” ayrı ve “çocuklara” ayrı “Kadın, erkek ve çocuk sofraları” kurulursa da bunlarda kesin çizgiler olmayıp yerine göre karışık da yenilmektedir. Köyümüzde kadınlarını, çocuklarını, erkeklerden  “ayrı sofra”ya oturtan, onları “farklı vakit”lerde yediren bir kültür yoktur. Hep herkes aynı vakitte oturur birlikte yer içer kalkarlardı. İşi icabı öğüne yetişemeyenler için de eve geldiğinde “yavan yaşuk” ne bulunursa derhal bir sofra kurulur onunda karnı doyurulurdu. Bu gibi durumlar için geliştirilmiş bir “acele yemek” kültürümüz de vardır ki bunun ilk yemeği yağda pişmiş yumurta ve yanına “pekmez”,“turşu” ve “yoğurt ya da ayran” da konuldu mu “acil sofra”mız da hazır demektir. Yani öyle şimdikilerin “fastfood” dedikleri “ayaküstü” yemek yeme yoktur.

 Evlerimizde her gün kurulan normal “öğün sofra”larına ilaveten köyümüzde iş esnasında kurulan “tarla sofrası”, “keşikleme sofrası”na ilaveten, “düğün sofrası”, “Mevlüt Sofrası”, “misafir sofrası” cenaze evine kurulan ve cenaze sahiplerinin yemek yemesini amaçlayan “cenaze evi sofrası” gibi amaçlara yönelik sofra türlerimiz vardır. Bu safraların içinde en zengin olanı şüphesiz düğün ve mevlüt gibi davet sofralarıdır. Bu sofralarda “keşkek ve herse”den başka çorba, yemek, pilav, soğukluk ve tatlı gibi bütün yemek çeşitleri vardır. Ayrıca bu tür sofralardaki yemekler mutlaka etli olmaktadır.

Sofrada ne kadar yemek yemeliyiz konusunda en nihai ölçüyü Peygamber Efendimiz (sav) koymuştur: “Midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, kalan üçte birini de rahat nefes almaya ayırın!..”

Gerek evimizde ve gerekse ev dışında çeşitli yerlerde yemek yerken herkesin uyması gereken "Görgü kuralları" vardır. Toplumda sevilen, sayılan, aranan ve sözü geçen bir insan olmamız bu kuralları tam olarak bilmemize ve uygulamamıza bağlıdır. Özellikle Sofra adabı ve kültürü görgü kurallarının önemli bir bölümünü oluşturur.  İnsanın “yiyecek” kadar onu yemeye “sağlığı” da olması her şeyden önce Allah`ın büyük bir lütuf ve ikramıdır. Çünkü bu âlemde yiyeceği olduğu halde sağlığı olmayan, sağlığı olduğu halde bu defa da yiyeceği olmayan nice kimseler vardır. Yemeğe `Bismillah` diyerek başlamak “zikir”dir. Bu iştihayı verip, bu yiyeceği nasip eden Allah`ı düşünmek `fikir`dir. Yemek sonunda `Elhamdülillah` diyerek kalkmak ise “şükür”dür. Sofraya böyle zikirle başlayan, fikirle devam eden, şükürle de kalkan kimse, sofra kültürünü yaşayan ve de yaşatan kimsedir.


/Çetin Koşar
17 Aralık 2009

16 Aralık 2009 Çarşamba

Akbulut Köyü Sofra Kültürü; SOĞUKLUK



Toplumların kültürü yaşam biçimlerine göre oluşmaktadır. Bir tarım toplumunda insanların temel uğraşısı toprak ve hayvan olunca diğer alanlara ayıracak pek fazla zamanı kalmamaktadır. Bu zamansızlık, pişen yemeğin soğumasını beklemeye bile fırsat vermeyecek derecede ileriye gidebilmekteydi. Gerek tarla öncesi ve sonrası yapılan işler olsun ve gerekse tarla işlerinde olsun köy yerinde yaşamsal her iş mutlaka aceleye getirilmekteydi. Bu “alel acele yaşam”ın içinde ertelemeler olsa da önünde sonunda mutlaka vuku bulacağı için yılın sonuna bırakılanları da olmaktadır. “Gazın cücüğü güzün sayılır” ifadesinde de yerini bulan bu zamansızlık nedeniyle düğünlerimiz bile güzün yani tarla işlerinin bittiği kış öncesinde yapılmaktadır. (Bu ayrı konu.)

Bu “acil yaşam”ın bir sonucu olarak yemek kültürümüze giren bir yiyeceğimiz de “soğukluk”tur. Soğukluk isminden de anlaşılacağı gibi burada soğutma işinde kullanılan bir yiyeceğimizden bahsediyoruz. Gerek köylerimize kadar giren kitle iletişim araçlarının (özellikle TV) tesiriyle ve gerekse köyden göç ederek kentlere üşüşenlerimiz aracılığıyla köy kültürlerinde de hızlı değişimler yaşanmaktadır. Birçoğu körelerek dumura uğrayıp yok olan kültürümüzün bazıları da kent kültürünün baskısıyla değişime uğrayarak dönüşüm geçirmekte, başkalaşmaktadır. İşte bu soğukluk da başkalaşım sonucu şimdilerde “komposto” dediğimiz şekle bürünen bir yiyeceğimizdir. Soğukluk” genel bir isimlendirmedir. Ayran, hoşaf, komposto vb. yiyeceklerimizin genel adıdır. Bugün köyde bile kullanım dışı kalan bu sözcüğün öne çıkmasındaki katkısından dolayı (Ramis’in) Şaban KOŞAR’a buradan teşekkür ediyorum.

Soğukluk diye tabir ettiğimiz bu yiyeceğimize aslında “içecek” de diyebiliriz ama yemek arasında kaşık kaşık tüketildiği için kulanım amacına göre isimlendirildiğinde doğrusu yiyecek olmalıdır.

Beslenme literatüründe yer alan ifadelerde yer alan “kaşık kaşık” ifadesi, üzerinde durulması gereken bir terimdir. Burada anlatılmak istenen bir bardak su içer gibi “kafaya dikip” içmek yerine tıbbın önerisi olan azar azar, kısım kısım tüketmektir. Amaç, yediğimiz içtiğimiz gıdalarımızdan maksimum fayda sağlamaksa parça parça yemenin önemi ortadadır. Tıbb-ı Nebevi’de bile suyun bir dikişte değil en az üç nefeste içilmesi önerisi sağlıklı beslenme şifrelerinden biri değil midir? Oysa bu gün sofralarımızda sıvı içeceklerimizin bardaklarla sunulması ne kadar doğrudur tartışmaya gerek yoktur. Çünkü yanlıştır. (“Cola’yı da tabakla mı içelim?” diye soranlara cevap; Colalı ve gazlı içecekleri lütfen sofralarımıza değil evimize dahi sokmayalım. Onlar birer zehirdir. İçenleri yavaş yavaş öldürüyor. Bu da ayrı bir konu.)

Soğukluklar, sadece sıcak yenen yemeğin ağzımızda ve midemizde oluşturduğu ısınmanın etkilerini gidermek için değil aynı zamanda yavanlığın verdiği kuruluğu gidermek için sindirim yollarının ıslatılması maksadıyla da kullanılmaktadır. Bu aynı zamanda yaz günlerinin genel sıcaklığında oluşan harareti söndürmek için de kullanılmaktadır.

Soğukluk ne zaman ve nerelerde kullanılır konusuna gelince; Sabah çorbası duruma göre içine ekmek doğranarak yendiği için sabah öğününde soğukluğa ihtiyaç duyulmamaktadır.(Köylerimizde sabahleyin çorba içenimiz kaldı mı diye sormayınız. Maalesef, her derde deva çorbalarımız kahvaltı sofralarımızı terk edeli yıllar oldu.)  Ancak öğle ve akşam yemeklerinde soğukluk şart olmaktadır.

Köy yerinde anne aileyle birlikte tarlaya gitmiş ve yine onlarla birlikte eve dönmüştür. Herkes aç, sofranın kurulmasını beklemektedir. Anne evde yemek hazırlığındayken baba “tamın taşın” işinde hayvanları rahatlaştırmada, çocuklar su peşindedir. Pişen ya bir kazan mısır çorbasıdır ya bulgur pilavıdır. Pişer pişmez ateşten inen yemek derhal sofraya konur. Aç ve yorgun aile bireyleri soğumasını bekleyemezler. Bir an önce yemek yenilip yarının işleri için erkenden yatılacaktır. Ortaya baklava tepsisi genişliğinde bir tepsiyle konan yemek ya da bulgur pilavına çalakaşık girişilir. Yemek sıcaktır. Ağızlar yanmaktadır. Haşıl huşul yenmeye devam edilse de soğukluklar bu noktada imdada yetişir. Ya da öğle yemeği diyelim; çocuklar okula gidecekler, tarlada iş yarım kalmıştır. Alarm zilleri hâlâ çalmaktadır!...  Herkes bir an önce “zıkkımlanıp oyuna gidecek olan oyuna, koyuna gidecek olan koyuna” gitmek zorundaydı.

Temel soğukluğumuz “çaluntu” dediğimiz yoğurttan üretilen “çalkantu” ya da asıl adıyla “ayran” dır. Yoğurda “çalıntı” denme nedeni onun “mayalı” olduğunu belirtmektedir. Sütü mayalayarak yoğurt elde etme işine “maya çalma” denir. Hani bizim meşhur Nasrettin hocamızın göle maya çalması gibi. Yoğurdu mayalarken kullandığımız bu “çalma” işini niye “hamur mayalarken” kullanmadığımız konusuna da açıklık getirmek gerekirse bir Türk icadı olan yoğurdun özelliği sütten elde edilmesine karşılık mayalama ile tamamen değişik bir hale geçmesidir. Buğday ununu yoğurup mayaladığımızda mayalanma sonunda hamur yine hamurdur. Ancak, süt mayalandığında elde edilen ürün sütten tamamen farklı bir şeydir. Süt çalınmıştır ve tamamen farklı bir ürün elde edilmiştir. “Maya çalma” ve “Çalıntı” denmesinin sebebi bu olsa gerek. Ayrana “Çalkantı” denmesi meselesi ise gayet açıktır. Her ne kadar köyümüzde ayran, yoğurdun yayıkta “yayık yayma” dediğimiz “com com” diye ses çıkararak “döğülme” yöntemiyle elde edilse de bazı bölgelerde keçi derisi ya da bizimki gibi dik değil de yatay kullanılan tahta yayıklar vasıtasıyla ileri geri sallanarak “çalkalayarak” elde edilmektedir. Bizim çalkantıdan kastımız aslında yayık ayranı değildir. Çalkantı, ayranın olmadığı durumlarda bir miktar yoğurdun sulandırılarak ayran elde edilmesidir. Yoğurttan bu yolla elde edilen ayrana “çalkantu” derken tıpkı buna benzer bir şekilde meyve konsantrelerinden elde edilen soğukluklara ise “çalkalama” demekteyiz.

Gerek yayık ayranı ve gerekse yoğurttan çalkalayarak elde edilen bu soğukluğumuzun tazesinden ziyade “ekşi” olanı makbul idi. Bu da her mevsim olabilecek bir şey değildi. Ahırda yetiştirilen bir ya da iki inek, genellikle aynı dönemde (bahar ve yaz aylarında) buzağılanarak süt vermeye başlar ve yine aynı dönemde bu “sağılma” işleri sona ererdi. “Kara ırk” denilen bu hayvanların süt verimliliği zaten az olduğu gibi sağılma süreleri de kısa olmaktaydı. Köy yerinde ineği sütten kesilen ailenin “çaluntusuz ve çalkantusuz”  yani “yoğurtsuz ve ayransız” kalması diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü köyde herkes bu konularda hep bir birlerini “gaştarır”, göz kulak olurlar, hangi evde sağım yapılmıyorsa aritmik de olsa o eve daima ayran ya da yoğurt sevkiyatı yapılırdı. Cümleyi geçmiş zamanlı kullandım sakın bundan olumsuzluk çıkarmayınız. Çünkü bu tür yardımlaşma ne mutlu bize ki günümüzde bile hâlâ devam etmektedir.

Milli içeceğimiz ayran dışında köyümüzün bir diğer soğukluğu da “ekşi çalkalaması” dediğimiz meyve konsantresinden elde edilen yiyeceğimizdir. İnatla içecek demiyorum çünkü bunu içmek için değil yemek arasında yemek için üretip böyle kullanmaktayız. Bazı hallerde elbette serinlemek maksadıyla su gibi tükettiğimiz olmaktadır. Ama lütfen dikkat; “İstisnalar kaideyi bozmaz.”

Merhum babaannemin deyimiyle eskiden ocağımızda “bel bereket” vardı. Koca koca meyve ağaçları her yıl aynı şekilde meyve verir, hatta meyveleri taşıyamayan birçok ağacın kolları yarılır, dalları kırılırdı. Evlerin çevresinde ya da ayrı bahçelerdeki meyve ağaçlarında olgunlaşan meyveler kendiliğinden ya da rüzgârın etkisiyle yere düşer, dipleri hasır gibi meyveyle örtülen meyveliklerde iğne atsan yere düşmezdi. Meyve çeşitlerimiz de belliydi; Kırmızı beyaz renkli tatlı elma(şeker elması), kırmızı siyah renkli ekşi elma (arap elması), karaca erik, can erik, ayva ve armut, kiren(kızılcık). Olgunlaşan bu meyveler iki şekilde değerlendirilir; bir kısmından “ekşi” ya da “nardek” dediğimiz pekmez yapılırken az bir kısmı da kızılcık ve erikler hariç doğranıp kurutularak hoşaflık yapılırdı. Ayrı bir kültür olan hoşaf yapmanın aslı meyveleri sağlıklı bir şekilde güneşte kurutmaktır. Özel bir bilgelikle kurutulan bu meyveler bir yıl boyunca bozulmadan sapasağlam kalırdı. Kimi zaman kuru kuruya yediğimiz “erik kurusu”nun tadına doyum olmazdı.

Daha erken zamanlarda olan dutlar “silkelenip” pekmez yapılırken, köylünün sonbahardaki önemli işlerinden birisi de dere tepeyi dolduran bu meyveleri çitlere doldurup öküz arabalarıyla evin yanına taşıyıp, gece gündüz demeden uğraşarak işlemekti. Pekmezi yapılacak elmalar cinsine göre ayrılarak, önce bir güzel yıkanır ardında “oluk”larda hafif ezilerek koca koca kazanlarda kaynatılır. Daha sonra mengeneyle sıkılarak süzülüp çıkarılan suyu pekmez tavalarında saatlerce koyu bir kıvam alıncaya değin kaynatılırdı. Daha sonra “göveç” dediğimiz içi sırlı, topraktan yapılmış küçük üç beş litrelik küplerde cinslerine göre ayrı ayrı saklanır ve daha sonra da yaz kış kullanılırdı. Bir litrelik kaba alınan bir çorba kaşığı ekşi, önce az bir suyla iyice inceltilir ve ardından tamamı suyla doldurularak kaşıkla çalkalanarak suda iyice erimesi sağlanırdı. Kaşık vasıtasıyla yapılan bu karıştırma işleminden dolayı “ekşi çalkaması” ya da “ekşi çalkalaması” adı verilmekteydi. İçeriğinde hiçbir katkı maddesi olmayan ve tamamen doğal olarak elde edilen bu tür yiyeceklerimiz şimdi nadir olarak yapılsa da o bahsi geçen meyve ağaçlarımızın birçoğu terki diyar eylemiştir. Geriye kalanları da bir yıl meyve verirken öteki yıl ya hiç meyve vermemekte ya da “töremeden sağılıp” gitmektedir.

Bir de mevsimlik soğukluklarımız vardı. Eskilerin “erüg şırası” dediği bu yiyeceğimiz de olgunlaşan karaca eriklerin haşlanmasıyla elde edilirdi. Çekirdekleriyle birlikte duruma göre şeker ilave edilerek pişirilen bu kompostomuz tez bozulduğu için bekletilmeden birkaç gün içinde tüketilirdi. Bunun gibi ihtiyaç hâsıl oldukça can eriği ve yeşil elmadan da komposto yapılmaktaydı.

Her şey bitti ve sofraya konulacak soğukluk yoksa ne yapacağız? Aşımızı kuru kuru kuruya mı yiyeceğiz? Elbette hayır. Her şeyin bir çaresini mutlaka bulan köylü bunun için de hiç olmadı toz şekerini suda eritir, şerbet yapar, yemeğini bu şeker şerbetiyle birlikte yerdi.

Soğuklukların sofraya servisleri bir litre ve üstü hacimdeki “tas” ya da “çanak” dediğimiz derin tek bir kap ile yapılırdı. Yemekle birlikte aynı anda kurulu sofraya konan bu tür yiyeceklerimizi arzu eden olursa özellikle misafirlere küçük bir tasa bir miktar alınarak içmesi için ikram da edilirdi. Bazen sofra kalabalık olursa yeni bir kap çalkalama yapmak yerine daha da sulandırılarak çoğaltılırdı. Her yemekte olduğu gibi kapların dibinde yenilip içilmeden kalan yiyecekleri yiyip bitirmek hizmet ettiğin için sofraya çok sonradan dâhil olan analarımıza kalmaktaydı. Türk köylü kadınlarının bu nedenle yani sofrada geriye kalanların hepsini ziyan olmasın diye yediğinden dolayı dolgun yapılı olduğu söylenmektedir.

Efendim, sofralarınızdan “soğukluk”u eksik etmeyiniz. Şifalar olsun.

/Çetin KOŞAR
11 Aralık 2009

10 Aralık 2009 Perşembe

Akbulut Köyü'nde Su Kültürü


Yaşamın temel öğesi olan su, başlı başına bir medeniyet menbaıdır. İnsanın yaşam biçimini belirleyici öğelerden birisi de su olmuştur. Bu yönüyle insanlık tarihine baktığımızda görüyoruz ki hemen hemen tüm medeniyetlerin temelinde öyle ya da böyle bir şekilde su kültürü yer almaktadır. Su, yaşamın olmazsa olmazıdır. Biyolojik varlığımızın devamı için gerekli olan gıdaların yetiştirilmesinden temizlik ve sağlığa kadar her alanda zaruri bir maddedir. Yaşamımızda bu kadar öneme sahip olan su bu nedenle göçebe hayattan yerleşik düzene geçmekte olan insanoğlunun yerleşim yeri seçiminde de temel etken olmuştur. Dikkat ederseniz yerleşim yeri köy ya da kent fark etmez evler ya bir dere kenarındadır ya da evlerin önünde bir su kuyusu vardır. Büyük kentler eğer bir su kenarına kurulmamışsa su, bu defa kanallarla o kente taşınmıştır.


Akbulut köyü’nün İlk Kuruluş Yeri

Konuyu dağıtmadan hemen burada köyümüzün kuruluş yerinin suya göre konumu hakkında bilgi vermek gerekirse sözlü tarihi bilgilere göre aslında köyümüzün ilk kuruluş yerinin bugünkü mevcut yer olmadığını görüyoruz. Eskilerin anlattığına göre Akbulut Köyü’nün ilk kuruluş yerinin (tabiî ki Sordanköy olarak) Sarımsak Çayının kenarına yakın “Köyaltı” mevkii olduğunu öğreniyoruz. Kurtuluş Savaşı gazisi Sarımsaklı Helim Çelenk (Helimağa) ‘nın yeri, yine Sarımsak’tan Şaban BOZKURT ile köyümüzden (Deli) Mehmet Yeşil’in yeri üçgeninde görülen kırmızı kiremit kalıntıları yerleşim yeri hakkındaki bu söylenceyi kanıtlar niteliktedir. Yerleşim yeri tayininde su kaynakları elbette tek başına belirleyici etken değildir. Ulaşım için de uygun arazi şartları aranmaktadır. O günün koşullarında elbette köyümüzün bugünkü yolu yoktu ve civardaki yerleşim yeri olarak Kışlakonak (Gelemet) köyü, Sancar, Çetirlik ve Evci Köyleri vardı ki merkezi yer Alaçam olduğuna göre tıpkı bütün yolların Roma’ya çıkması gibi bölgenin yolları da Alaçam’a çıkıyordu. Ulaşım için belirgin bir yol olmasa da 1970’li yıllara kadar yaya olarak kullanılagelen Evci –Pergelli –Alaçam istikameti işte bu Köyaltı Mevkiine kurulan ilk köyümüzün de bu yolla ilintisini ortaya koymaktadır. Arazi yüzeyinin su tutması nedeniyle ağır bir çamurlanma buradaki yaşamı olumsuz etkilediği için buradaki köy yerinin daha sonra tamamen ulu çamlarla kaplı olan bugünkü Yukarköy’e taşındığını biliyoruz. Eski zamanlarda yeraltı ve yerüstü sularının çok daha gür ve bol olduğu gerçeğini göz önünde tutarsak bugün yaz aylarında kuruyan Sarımsak çayının o gün ne durumda olduğunu tahmin etmek zor olmayacaktır.


Su ve Biz

Her şeyden önce su içilir. Sonra, sofraya konan yiyeceklerimizin hazırlanmasında kullanılır. Ardından temizlik gelir. Gerek bedeni gerekse üst baş ve çevre temizliği… Bağ bahçe derken tarımsal üretim için gerekli suyu da zikretmeden geçmemek gerekir. Suyu içerek bizzat kendisinden faydalandığımız gibi değirmenlerde olsun, barajlarda olsun itici gücünden, ırmak, göl ve denizlerde kaldırma gücünden yararlanmışızdır. Kısacası bir düşünürün dediği gibi “kâinatta ne varsa suda yaşadı önce; üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce.” Doğduk su, yaşadık su ve öldük yine su… Hatta öldükten sonra bile su; kabre konulduğumuzda kabrimizin üstüne dökülen bir “kırba” su, daha sonra kabirlerimizin çiçekleri için gerekli suya ilaveten gelip geçen kurdun kuşun içmesi için ayaktaşı yerine yapılan  “suluk”ları da anmak gerekir.


Dört Güzellerden Biri; Su

Eskilerin “Anasır-ı Erbaa” (dört öge) dedikleri Su, Toprak, Hava ve Ateş de kendi aralarında erkek ve dişi diye gruplara ayırılmış; “Hava” ve “Ateş” erkek, “Su” ve “Toprak” ise dişi kabul edilmiştir. İskender Pala Hocamızın “Dört Güzeller” dediği bu dört öge kendi aralarında sürekli devinim içindeler. Ateş havasız kalınca yanmıyor, Toprak susuz kalınca yeşermiyor. Havayı bulan ateş harlanıyor fakat suyu görünce sönüyor. Toprağa can veren su, yakıp kavuran ateşi görünce buhar olup uçmayı bile göze alarak onu söndürüyor. Bir bakıyorsun damla damla, şırıl şırıl, gürül gürül hatta zaman oluyor gümbür gümbür çağlayarak denizlere dolup sükûn buluyor. Şairin dediği gibi “Çatlayan dudaklara, kuruyan topraklara...” serpilirken su aslında nice medeniyetlerin de beşiğini tıngır mıngır sallamaktadır.

Akbulut Köyü’nün Su Macerası

Köyümüz Akbulut, Karanlık Dere ve Sarımsak Mahalleleri dışında akarsuya oldukça uzaktır. Kabaalma Yaylasından ve Kökçe mevkii pınarlarından çıkıp gelen ve Eskiköy Mevkiinde birleşip Kömürlük, Devret, Karanlık Dere, Karagöl, Değirmen Yanı ve Gemirlik istikametinden doğru akıp giderken irili ufaklı daha birçok küçük akarsuyu da koynuna alır. Köyümüzü güneyden dolanarak terk eden bu çayımız bile tıpkı Sarımsak çayımız gibi artık yaz günlerinde kurumaya yüz tutmuştur. Öte yandan köy içindeki su kuyularımızın durumu da bu “çay”larımızdan farklı değildir. Hatırlıyorum da özellikle kış aylarında dolup dolup da suları ağzından taşan su kuyularımız vardı ki bugün onların birçoğu tamamen kurumuş ve körelip yok olmuş durumdadır. Özellikle 70’li yıllarda artık tahammül edilemez duruma gelen köyün su sıkıntısını bertaraf etmek için devletimizin köye yaptığı içme suyu şebekesi bile daha ilk günden yeterli performansı sağlayamayarak dumura uğramıştır. Köyümüzün alt tarafında bulunan Cilim Mevkiinde önce köylünün çabalarıyla başlatılan ve sonra DSİ’nin el atmasıyla sonuçlanan bu arayış olumsuz sonuçlanınca köylü bu defa başlangıçta yine birkaç kişinin bir araya gelerek oluşturduklar gurupların bireysel çabalarıyla köyün üst tarafından yani ormanlardan su getirmeye çalışmışlar. Ardından günün Alaçam Kaymakamı Sayın Mustafa Masatlı Bey’in ilgisiyle ikinci bir şebeke de Kabaalma Yaylasına döşenmiş amma velâkin bu da soruna bir çözüm olamamıştır. Susuzluk Akbulut Köyünün bir kaderi olmuştur sanki. Bu öyle bir kader ki, köylünün köyü terk etmesine etki eden amiller arasına bile girmiştir. Misafir olarak bile köye gelindiğinde kentteki evlerinde akan o temiz ve tazyikli suya alışkın köylünün bu gezisini “susuzluk” zehir etmektedir.


Su Perilerini Kim Kızdırdı?

Bu susuzluk derdine duçar olan köyümüz -bu kelimeyi pek zikretmek istemiyorum ama- acaba bir “Lanet”’e mi uğradı? Süleyman Çelebi’nin mevlidinde geçer; “Su nurdur. Nur ayandır. Nurun olmaz gölgesi...” Bilindiği gibi inancımızda kirli su yoktur, kirletilmiş su vardır. Suyu kirletmek de günah sayılmıştır. Bu nedenle suya tükürülmez, affınıza sığınarak söylüyorum, suya “çiş” edilmez. Bu hususta batıl da olsa bizdeki eskilerin “Çay Karası” dedikleri ama halk kültürü literatüründe “Çay Anası” ya da “Çay Ninesi” olarak geçen uzun boylu, uzun saçlı ve koca karınlı bir “ecinniler” vardır. Pagan Toplumlarındaki “Su Tanrıları” ve onların emrindeki “Nymphe” denilen “Su Perileri” insanların suyu kullanmalarını denetlerler, “kirletme” ve “rastgele kullanmaları” halinde onları cezalandırırlarmış. Bu nedenle insanlar suya karşı daima saygılı ve hürmetli davranmışlardır. Su perilerinin kontrolünde olan bu suya “aziz” gözüyle bakılmış nuranî ve ruhanî bir değer atfedilmiştir. Bugün bile yaşlılarımızın dilinden düşmeyen ve kendisine su ikram eden birine “Su gibi aziz ol!” duası ne kadar manidar değil midir? Hatta bir diğer duada da “Su gibi ömrün uzun olsun!” denirken suyun her daim var olduğu ve var olacağının vurgusu varken bizim köyümüzde kaynağı kuruyan bu su neyin nesidir diye sormadan edemiyor insan. Öte yandan elbette su perilerinin gönlünü hoş tutmak için değil, bilakis su nimetine gösterilen hamd ve şükrün bir göstergesi olarak ceddimizin yaptığı o köprü, çeşme, şadırvan ve sebillerdeki süs ve ihtişamı da hatırda tutmakta yarar var. (Köyümüzdeki çaylarda ve kuyu başlarında olan su perileriyle ilgili anlatılagelen hikâyelerin derlenmesi gerektiği notunu da buraya düşüyorum)

Su rahmettir ve bereketin kaynağıdır. Bunda hiç kimsenin şüphesi yoktur. İki kişi karşılaştığında bir birlerine ettikleri dua; “-Selamünaleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü” “-Ve aleykümüselam ve rahmetullahi ve berekatühü” (Allah’ın Kurtuluş, Rahmet ve Bereket üzerine olsun) ne güzel duadır. İçerek yararlandığımız suyun faydalarını burada sayacak değiliz. Ancak varlığıyla bir rahmet olan suyun yeri geldiğinde de bir felakete dönüşebileceğini hatırlamakta yarar vardır. Bir tarım toplumu olan köylerimizde yağmurun önemi büyüktür. Kentli için havanın bulutlanması, kar ve yağmur yağması “kötü” bir şeydir. Zaman zaman her ne kadar “elverişsiz” ifadesi kullanılsa da daha ziyade “kötü hava koşulları” onların seyahat, iş ve yaşam koşularını aksi yönde etkilemektedir. Oysa bu durum köylü için bir “güzellik”tir. Köylü, yağmur beklemediği, güneş istediği zamanlarda bile havanın bulutlanması, kapatması anlarında bile “hava güzelleşiyor/güzelleşti” deyip gerekli tedbirlerini alırdı. Rahmet şiddetini artırıp bereket yerine gazaba dönüştüğünde bile imanında zerre kadar şüpheye düşmez “veren de O, alan da O” der kaderine razı olur, pozitif düşünüp mutluluğuna gölge düşürmez. Bilir ki su kutsaldır, yücedir, büyüktür…


Su “Bolluk ve Bereket” tir.

Su, bütün medeniyetlerin oluşmasında en büyük etkendir. Uygarlıklar, suyun olduğu coğrafyalarda yeşermiş, suyun varlığı sayesinde tarım alanları oluşmuştur. Su kaynaklarının kuruması, tarihte büyük göçlere neden olmuştur.

Eskiden köyümüzün dereleri şimdiki gibi “şırıl şırıl” değil “çağıl çağıl” akarken dere kenarlarında tarlası olanlar bu tarlalarının bir kenarına bahçe yapar, çevresini bir güzel çalıdikeniyle çevirir ve bu alanda sulu tarım yapardı. Su temini içinse eğimine göre bahçenin üst taraflarına bir yerlere dere üzerine “bend”ler kurulur. Burada tutulan su yine konu komşunun tarlasından da geçen kanallarla (Fendek/Hendek) bahçeye kadar ulaştırılırdı. Bu alanda çeşit çeşit meyve ağaçları ve her türlü sebze yetiştirilir evin mevsimlik ihtiyacı buralardan karşılanırdı. Dere ya da çay kenarında böyle bir bahçesi olanlar çok bahtiyar idi. Özellikle yaz mevsiminde ortalık sıcaktan kavrulurken bu bahçeler yeşillik ve bolluğuyla tıpkı irem bağlarını andırıyordu. Gelgelelim ne olduysa oldu, önce çaylarımızda çevresini yıkıp geçen büyük seller oluşmaya başladı. Üzerindeki meyve ağaçlarıyla birlikte bu bahçelerimiz her yıl belirli aralıklarla dağlardan kopup gelen sellerle haritadan silinip gitti ve böylece köyümüzde var olan dere kenarlarındaki “bağ bahçe” kültürü de terk edildi. Şimdiyse o “çay”larımız kışın “dere” olarak akmakta, yazın ise “kuru bir dere yatağı” olarak durmaktadır.

Buna benzer bir durum da Kuran-ı Kerim’in Sebe Suresinde geçmektedir. İlgili ayet şöyledir; "Andolsun, Sebe' (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var)." Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece biz de onlara Arim selini gönderdik." (Sebe Suresi, 15-16)

Sebe halkı M.Ö 1000-750 yılları arasında Güney Arabistan'da yaşamış olan dört büyük uygarlıktan biridir. Gelişmiş kültürü ve ordusuyla Sebe Devleti, tam anlamıyla zamanında o bölgenin bir "süper gücü" idi. Sebe halkı, o döneme göre oldukça ileri bir teknoloji ile kurdukları Marib Barajı'yla birlikte büyük bir sulama kapasitesine sahip olmuştu. Bu yöntemle elde ettikleri bol ürünlü toprakları ve ticaret yolu üzerindeki kontrolleri, onlara görkemli ve refah dolu bir hayat yaşatıyordu. Ancak, bütün bunlar nedeniyle Kendisine şükretmeleri gereken Allah'tan, Kuran'ın ifadesiyle "yüz çevirdiler". Bunun üzerine barajları yıkıldı ve "Arim seli" bütün topraklarını yerle bir etti. (Kavimlerin Helakı)

Su öylesine önemli bir maddedir ki “yokluğu” gibi gereğinden fazlası yani “çokluğu” da bir felaket olmaktadır. “Yok”luğunun sonu “kuraklık” ve “çölleşme” iken “çok”luğunun sonu da “sel” ve “tufan”’dır.


Su bir arınma aracıdır.

Şiddetiyle dağların mağrur doruklarını aşındırıp, koskoca kayaları koparıp, alıp götüren su sakinliğiyle yani damla damla akarak bir mermeri bile delecek kabiliyete haizdir. Mevcut doğamızda hiçbir şeyin yok olmadığı ve yoktan da var olmadığına göre bütün gayretimize rağmen sürekli kirlettiğimiz su ne hikmettir ki her dem kendini yenilemekte, kendini bu pisliklerden kolayca arındırıp tekrar bizlerin hizmetine koşmaktadır. Su bir maddi ve manevi temizlik aracıdır. Ne kadar kirletirsek kirletelim buharlaşma yoluyla onca kirin pasın arasından sıyrılıp yağmur olarak tekrar bizim üstümüze yağar. Yağmur yağar, seller olur. Dağ bayır bir güzel yıkanıp arınır. Bunun gibi bizler de yıkanırız; Hadesten taharet, necasetten taharet… Dini ibadetlerimizi yapabilmek için temizlik ön koşuldur. Boy abdesti, namaz abdesti, tuvaletten çıkınca ellerin, sabah kalkınca yüzlerin, yemek öncesi ve sonrası ellerin yıkanması birer mecburiyettir. Bu böyle bilinir ve köyümüzde koşulsuz uygulanır.

Özellikle bahara girerken köyde adeta bir temizlik bayramı olurdu. Evde ocakta ne varsa, yatak, yorgan ve minder yüzleriyle birlikte yazlık ve kışlık tüm giysiler, çoluk, çocuk hatta ahırdaki hayvanlar bir su kuyusunun başına kurulan kazanlarda kaynatılan sularla geceli gündüzlü olarak süren bu temizlik günlerinde “küllü” ve sabunlu suyun altından mutlaka geçerlerdi.

Köyümüzde İlk Yağmur Duası

Yağmur namazı ve (Hacet) duası bir ibadettir. “Yağmursuzluk” o ibadetin vaktidir. Cenabı Allah kullarını o vakitte duaya ve namaza davet eder. Yağmursuzluk o ibadetin zamanı olmuş olur, Yağmursuzluk ibadetin vakti olduğuna göre bu vakit bitinceye kadar, ibadete devam etmek gerekir.

Köyümüzde deniz İklimi hakim karakterdir. Uzun süreli kuraklık çekilmediği için “yağmur duası” kültürü de yoktur. Ramazan İmamlığı yaptığım 1980 yılı yaz ayında, yaşanan kuraklık sonucu köyde ilk defa bir “Yağmur Duası”na çıkılmaya karar verilmişti. Nasıl yapıldığını dahi bilmiyorduk. Köyün yaşlılarıyla oturup konuştuk. Herkes duyduğunu anlattı. Kitapları karıştırıp araştırdık. Yapacağımız iş belli oldu. Sabah erkenden yaşlı – genç, kadın - erkek fark etmez,  hatta ahırdan ve kümesten birkaç hayvan ile kedi ve köpekleri de yanımıza alıp köyün yüksekçe bir yerine örneğin “Tokmak Hırmanı” mevkiine çıkıp gün boyu hatta ertesi günü bir başka ifade ile yağmur yağana kadar her gün duaya çıkmaya akşamdan niyet edip kavilleşmiştik. Gelin görün ki sabaha karşı başlayan ve gün boyu devam eden sağanak yağmur bizim duaya çıkmamıza gerek bırakmamıştı. Ama bu demek değildir ki köyde yağmur için hiç dua edilmez. Bireysel niyazların dışında, köyümüzün yağmur duası konusunda belki de bize has bir yağmur duası kültürü vardır. Şurada (Bkz:
 http://akbulutkoyu.blogcu.com/cocuklarin-yagmur-duasi/1516012 ) detaylı olarak anlattığımız, çocukların yaptığı bir Yağmur Duası geleneğimiz özellikle bahar aylarında yağmurlar geciktiği zamanlarda yapılmaktadır.


Köprüler Yaptırdık Gelip Geçmeye

Köyümüzün içinden akarsu geçmez ama köye ulaşabilmek için bizler birçok akarsuyun üstünden geçmek zorunda kalırız. Bu nedenle köyümüz, hiçbir köye nasip olmayacak kadar çok sayıda köprü yaptırmıştır. Yol güzergâhı değişince iptal olup yıkılan Sarımsak Çayı Köprüsünü saymazsak tam olarak sekiz (8) adet köprüde köyümüzün imzası vardır. Elbette bunlar birer şaheser değil, ancak gelip geçmemize yarayacak şekilde inşa edilen betonarme köprülerdir. Bunlar Kırıklı, Cilim, Gelemet Cami (Ahşap), Gelemet Okulu, Gelemet Sancar sapağı, Gecekli Sapağı, Sarımsak ve Karanlık Dere köprüleridir. Bunlardan Cilim ve Kırıklı köprüleri sel suları nedeniyle hasar gördüğü için onarılmışlardır. Kuru dere üzerine köprü yaptırıp geçenden 30 akçe, geçmeyenden döve döve 40 akçe alan Duha Kocaoğlu Deli Dumrul hikâyesini bilmeyenimiz yoktur. Bizler henüz bu köprülerden hiçbirisini özelleştirip gelip geçenden para almış değiliz ama yaz aylarında gelip geçen yabancı birilerinin kuruyan dere yatakları üstünde kurulu bulunan bu köprülerimiz için hakkımızda ne düşünür bilemeyiz.


Algun

Susuzluktan bu kadar şikâyet etmişken taban arazilerimizde yaşanan suyla ilgili bir kültürden de bahsetmeden geçmeyelim. Atalarımız, “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” demişler. Tıpkı bunun gibi köyümüzün bazı tarlaları gerek taş, gerek çalı diken ve gerekse su baskınlarına maruz kalmaktadır. Taşlı tarlalar her “çift sürme” zamanında defalarca taşlarından ayıklanır, çalı dikeni biten yerler “kök”lenir, birikmiş yağmur suyu taşkınlarına karşı da bazı tarlalar üst tarafına yapılan “fendek”lerle koruma altına alınır. Tüm bunların dışında tarlalarımızın bazı kesimlerinden de yeryüzüne kendiliğinden su çıktığı da olur. Belirli bir noktadan değil de sızma şeklinde belirli bir alandan çıkan bu yeraltı sularının yüzeye çıktığı bu taban arazilerimiz yaz kış sulak kaldığı ve tarım yapılamadığı için “algun”lar yapılarak kurutulurdu.

Algun yapmak için sulak yerin merkezine önce gerektiği uzunlukta elli santim genişliğinde ve duruma göre bir, bir buçuk metre derinliğinde hendekler kazılır. Birkaç gün açık bekletilerek suyun toplaşması beklenir. Bir uçtan öbür uca meyilli olan bu kanallarda biriken sular alt taraftan akarak tarladaki suyu tahliye etmiş olur. Daha sonra bu kanallar yarıya kadar taşlarla doldurulur. Taşların üzerine çam dalları ve çalı dikenleri örtülüp geriye kalan yerler de topraklarla kapatılır. Alt ucu yüzeyde kaldığı için buradan sürekli ince bir su sızıntı şeklinde yüzeye çıkar. Yapılan bu “algun” sayesinde zamanla burada taban suyu oluşmasının önüne geçilmiş olur.


Ekin Ektim Çöllere

Bir Samsun/Ladik türküsü vardır. “Ekin ektim çöllere de yoldurmadım ellere …” diye devam eder. Çöl nere, Karadeniz nere demeyiniz. Zirai ürünler iklim koşullarına göre farklı bölgelerde farklı ürün olarak yetiştirilirken ilginçtir ki yaz kış bol yağış alan Karadeniz bölgesinin Kızılırmak ve Yeşilırmak ovalarında bir İç Anadolu bölgesi ürünü olan Buğday da yetiştirilir. Biz buğdaya ekin deriz. Ekini düz arazilere ektiğimiz gibi yaka arazilere de ekeriz. Sonbaharın sonlarına doğru yapılan bu ekim işlerinden sonra tarlalar Karadeniz’in nasıl yağacağını bilemeyen yağmurlarına karşı tedbir olarak “karık”lanır. Uzaktan bakıldığında bir sanat eseri gibi duran bu “çizi”ler sayesinde fazla yağan yağmur ürüne zarar vermeden tarla dışına kanalize edilir. Ha, bu arada “çöl”ün bizdeki manasının da bildiğimiz “çöl” olmadığını da belirtelim. Güneşin şafak ve gurup vakitlerinde yaydığı bir ışıkla ilgili olarak “Halk Meteorolojisi”’nin hava durumu tahmininde “Akşam kızardı kurak, sabah kızardı çorak” diye bir sözü vardır. Buradaki “çorak” sözü “yağmur, yağış” anlamınadır. Ayrıca sulak arazilere de çoraklık denir. Zannederim bu “çor”, “çamur” ve “göl” kelimesinin tesiriyle olsa gerek bir yere su aktığı, biriktiği zamanlarda da oranın çöl olduğu, çölleştiği söylenir. Gereğinden fazla su dökünce “Taman çölledin” deyimi ve “çöl galasıca” bedduası bu amaçla yani susuzlukla ilgili değil de suyla ilgili olarak kullanılmaktadır. İşte on üçünde yar sevip de ellere bildirmeyen benim Samsunlu gencim gidip pirinç ekeceği çoraklığa ekin ekince yaz gelende harman yerinde yeşil kalan ekininin başak vermesini bekler durur.


Su Göllerinden Su Depolarına

Özellikle bahar aylarında yağan yağmur bolluk ve bereketin habercisidirler. Rahmet yüklü bulutlar gelip de köyümüzün tepesinden aşağı üzerimize boşaldıklarında halkımız şükür dualarını dillerinden eksik etmez. Toprağın suya kandığını gördükçe içlerine bir kat daha huzur dolar. Toprak suya doyup, fazla sular küçük derecikler halinde yol kenarlarından tarlalara, tarlalardan derelere, çaylara karışıp gittiği zamanlarda da üzülmektedirler. Çünkü rahmet akıp gitmektedir. Bu yağmur suları zaman zaman evin damlalıklarına konan kaplarda toplanarak ev ve üst baş temizliğinde de kullanılırdı. Bilindiği gibi yağmur sularında doğal “ozon” yani “çamaşır suyu” bulunduğu için özellikle çamaşır yıkarken üstün temizleme gücünü göstermektedir. Bunun dışında bir de akıp giden yağmur suları evin yakınlarına bir yerlere açılan çeşitli derinliklerdeki “göl”lerde biriktirilerek kullanılırdı. Açılan bu göller zamanla toprak dolması ya da çevresinin yıkılmasıyla “kör”leşir yok olurlardı. Teknolojiyle birlikte göl kazma yerine gerek toprak içine ve gerekse toprak üstüne betonarme su depoları da yapmaya başladık. Bu depolarda biriktirilen yağmur suları evde içmek için değil de temizlik işleirnde kullanılarak tüketildiği gibi tütün dikme mevsiminde de tütün tarımı için kullanılmaktaydı. Yeterli yağmur olmadığı zamanlarda ise su tankerleriyle taşınan sular buralara doldurulurdu. Zamanla göller gibi bu depolar da verimsizleşince traktörü olsun olmasın köyde her evin önüne iki tekerlekli iki tonluk su tankerleri bu su depolarının yerini almak üzere parketmiş oldu.


Ibrık, İleğen ve Peşkür

Suyun elde ediliş şekli ve kullanılış biçimleri zamanla değiştikçe toplumumuzda ortaya çıkan bir takım gelenekler de zamanla değişime uğramaktadır. Sularımızın evin içinde lavabolara musluklardan akmadığı evvelki zamanlarda eve gelen misafirin yemek öncesi ve yemek sonrasında ellerini yıkatma ya da ona abdest aldırma için yapılan ikram şeklinde bir hizmet şeklimiz vardı.

Orijinalinde gelinlerin “Gaynata” dediğimiz kayınbabalarına özellikle kış günlerinde abdest almaları için, oda içinde yaptıkları hürmet / hizmet şeklindeki bu uygulamada kullanılan üç aracımız vardı. Hafif ısıtılmış temiz su kabımız Ibrık, kirli suyun toplandığı küçük bir kapakçığı da olan leğen ve elleri kurulamak için peşkür dediğimiz temiz bir havlu. Daha ziyade çocuklarında koşturulduğu bu işlem için önce havlu bir omza atılır. Sağ elde ibrik sol elde hasır fötr şapka büyüklüğünde leğen misafir ya da büyüğün önüne bir dizi dik duracak şekilde çökülür. Ayaklarını toplayıp bağdaş kurmuş kişinin önüne konan leğenin kapağının üzerinde de sabun vardır. İsteyen sabunla isteyen sabunsuz olarak ellerini yıkar. İşi bitikten sonra hizmet eden omzundaki havluyu bir ucundan tutarak misafire uzatır ve o ellerini kurulatır. Ardından diğer misafirin huzuruna gidilir. Leğenin üzerinde bulunan kapak sayesinde bir öncekinin kullandığı kirli su görünmez. El yıkama sırası da yine büyükten küçüğe doğru ya da o kişinin statüsüne (Öğretmen, İmam, Muhtar vb.) göre değişmektedir. Günümüzde bu misafir ağırlama kültürü de terk edilmiş, gelen misafire bu iş için ilgili yerin yolu gösterilmektedir.
  

“Susadım çeşmeye varmaz olaydım…”

Köy meydanlarında kurnalarından gece gündüz oluk oluk akan sularıyla namlı, köylünün ortak malı meydan çeşmeleri o yörenin toplumsal kültür, sanat ve edebiyatının oluşup gelişmesinde önemli bir faktördür. Halk Edebiyatımızın bir alt kolu olan “Aşık Edebiyatı” ürünleri böyle ortamlarda vücut bulmakta nesilden nesile birikerek çoğalmaktadır. Ne yazık ki bizim köyümüzün böyle bir imkânının olmayışı bizim bir handikabımızdır. Hep aklıma takılır dururdu “Neden bizim köyümüzden de bir halk şairi çıkmamış?” diye. Evden tarlaya, tarladan eve başka yol bilmeyen, bilse de bunun için zaman bulamayan insanımızın elbette aşık olmaya da fırsatı olmayacaktı. Ancak düğün ve cenazelerde bir araya gelebilen bir topluluktan bu alanda ürün beklemenin de safdillik olduğu bir realitedir. Köyde çeşme yoksa “Çeşmebaşı Edebiyatı” da yoktur. Bize de başkalarının terennüm ettiği şarkıları mırıldanmak kalır; “Susadım çeşmeye varmaz olaydım. Elinden bir tas su içmez olaydım. Yolum düştü köyünüzden. Geçmez olaydım. Geçmez olaydım…”

Ova değil de dağ köyü olmanın güçlüklerinden biri olsa gerek seksenli yıllara kadar köylü hep “taşıma suyla” değirmenini döndürmüştür. Derinliği beş ile on iki adam boyunu bulan kuyulardan kevük, zincir, urgan ve dolaplarla su yukarı çekilmiş aşurtma, teneke, sitil ve pakraklarla eve taşınmıştı. Su kuyusu uzaklarda ise öküz arabalarına bağlanan iki tarafına ihtiyaca göre delikler açılmış  bizim “Fucu” dediğimiz petrol fıçılarıyla taşınan sular yine evde değişik kaplarda muhafaza edilmekteydi. Evdeki en büyük su tutma kabı herene ve aşurtmalardı. Ağızları kapalı vaziyette tutulan bu kaplarda sular azaldıkça kuyulardan yenisi çekilip doldurulurdu. Evlerimizdeki suyla ilgili kaplar Hereni, Aşurtma, Kazan, Pakrak, Güğüm, ıbrık, sürahi, cezve, çaydanlık, kulplu ya da kulpsuz taslar idi.

1970’li yılların ortalarından itibaren köylünün ürettiği tütüne iyi para verilmeye başlanınca cebi para gören köylü zamanla hortum, dinamo, tanker ve musluklarla tanışma fırsatını bulabilmişti. Tütün dikme mevsimi geldiğinde artık insanlar -affedersiniz- eşekler gibi omuzlarında 35-40 kiloluk tenekelerle su taşımayı bırakmış önce su tanklarıyla ardında hortumlarla suyun akışına yön vermeye başlamışlardı.

Görüldüğü gibi ekonomik sorunları halledilmiş bir millet nereden nereye koşabilmektedir. Ancak kadere bakın ki bugün dağlardan ve ovalardan gelip, evlerin içine kadar döşenmiş su borularımız var ama ne acıdır ki bu boruların içini dolduracak kaynağımız yoktur.


“Yine Nisan Yağmurlarında Islanacağım” Ya da “Ben Her Bahar Aşık Olurum”

Doğanın kanunu böyledir. Bu sudur. Mermeri de deler kalbi de… Hep inattır aslı. İnanır ve inat eder. İnat aslında ısrardır. Her ne kadar su için “damlaya damlaya göl olur” demişlerse de aslında su damlaya damlaya bizim çekiç ya da balyozla kıramadığımız mermeri de delmekte, akıp giderken de dağları delmektedir. Maddi dünyada tabii olarak su böylesine güç bir işin üstesinden geldiği gibi manevi dünyamızda da şekil değiştirerek,”gözyaşı” kılığına girerek damlayı damlayı nice kalpleri, bağırları delmez mi? Gözyaşı, içimizi yakıp kavuran ateşi söndürüp, nice acıları dindirmez mi?

Muson yağmurlarıyla dünyayı bir felaket deryasına çeviren yağmur, Nisan yağmurlarıyla hazan olmuş bahçeleri gül bahçesine çevirmez mi? Ahmakıslatan da dediğimiz Nisan yağmurlarında ıslanıp sırılsıklam olmayı kim istemez?

Her bahar yeni bir diriliştir. Kara toprak, kuru dallar hep bu mevsimde yeşerir. Ruh gözü açık olanlar da her bahar kendilerini yeniler, yeniden dirilirler. Suyun toprağa, dalın yaprağa âşık olması bundandır. Özü rahmet olan suyla bedenlerimizi ve gönüllerimizi temizlemeyi Rabbim cümle cihana nasip eylesin.

/Çetin KOŞAR
10 Aralık 2009