31 Temmuz 2008 Perşembe
30 Temmuz 2008 Çarşamba
Su Hayatın Kaynağıdır.
Su bir oksijen ve iki hidrojen atomundan oluşan, oda sıcaklığında sıvı halde bulunan, renksiz, kokusuz ve tatsız maddedir.
Su tüm canlılar için hayatın kaynağıdır. İnsan vücudunun %60-70’i olduğu gibi bazı hayvan ve bitkilerin vücudunda % 90 kadar yüksek bir oranda bulunabilir.
Bitkilerde fotosentez için gerekli bir maddedir. Su besin maddelerinin çözünmesi için gerekli olduğu kadar besin maddelerinin yakılmasını sağlayan reaksiyonlar için de gereklidir.
Kanın büyük bir kısmı (%80) sudur. Kan, besinlerin ve atık maddelerin vücutta taşınmasını sağlar.
Bitkiler kendileri için gerekli mineralleri su ile alırlar. İnsanlar vücutlarındaki proteinlerin yarısını, glikojenin (karbonhidrat) hepsini yitirseler hayatlarına devam edebilirler; fakat suyun % 10'unun kaybı büyük aksaklıklara, % 20'sinin kaybı ölüme yol açar.
Su eşsiz fiziksel ve kimyasal özellikleriyle yeryüzündeki canlılığın en büyük destekçisidir.
28 Temmuz 2008 Pazartesi
Su Kuyularımız
İçilebilir su kaynaklarımız hemen hemen dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Daha çok kuyulardan elde ettiğimiz sularımız hiç bir zaman yeterli olmamıştır. Köyümüzün su problemini çözmek için değişik yerlerden su getirme çalışmaları yapılmış ve sonunda köyümüz şebeke suyuna kavuşturulmuştur. Ancak bu girişimde yeterli gelmemiş, köyümüzün su sorunu hâlâ devam etmektedir. İlgililerin bu sorunu bir an önce çözmeleri en büyük arzumuzdur.
Asıl hâlihazırda kullanılan su kaynaklarımız mevcut su kuyularımız olup bunlar da oldukça yetersizdir. Su kuyusu, yeraltı su yatağının bulunduğu bir yer seçilir ve kazılarak açılır. Kuyular bazen o kadar derin olur ki 15–20 metre derinliğe inildiği de olmaktadır. Bilinen en derin su kuyusu Fikrücüğün su kuyusudur. Yine Yukarı köyde bulunan Sefercüğün su kuyusunun 12 adam boyu olduğu söylenmektedir.
Eskiden hemem hemen her ailenin kendisine ait bir su kuyusu vardı. Derin kuyu kazmak için mesleği kuyu kazmak olan “Puvarcı”lar çağırılırdı. Kazma kürekle açılan su kuyusu açılırken insan boyunu aşana kadar toprak dışarıya kürekle atılır. Derinleşen çukurdan toprağın çıkarılabilmesi için ilkel bir dolap kurulur. Dolaba bağlı olan urganın ucuna bir kap bağlanarak toprak dışarıya böyle çıkarılır. Suya ulaşıldıktan sonra bir metre çapındaki petek denilen künkler üst üste dizilerek boşluk alanda daha fazla su birikmesi için taş dolgu yapılır ya da petek kullanılmadan harçsız taş duvar örülerek taş boşluklarında da su birikmesi sağlanır.
Kuyular, bu tarzlar göz önünde bulundurulursa ikiye ayrılmakla beraber su çekilmesi itibarıyla çeşitlilikler göstermektedir. Tulumba ile su çekilen kuyularda son peteğin üstü kapandıktan sonra, suyun içerisine kadar uzanan demir bir boru yerleştirilir. Peteğin üzeri kapatıldıktan sonra borunun tepesine tulumba aleti yerleştirilir. Tulumbanın kolu kriko kolu gibi hareket ettirilerek su çekilir. Tulumbanın salmastrası su kaçırıyorsa içerisine bir miktar su konularak kol hareket ettirilir.
Dolapla su çekilmesi için ahşaptan yapılan dolap sağlam kazıklarla kuyu üzerine sabitleştirilir. Bir ip ya da zincir dolaba sarılır. Ucuna da bir kova bağlanır ve kuyuya salınır. Kova su içerisinde yan yatarak su dolması için bir kenarına, bir ağırlı bağlanır. Kova dolduktan sonra ip ya da zincir dolaba sarılarak kovanın kuyu yüzeyine çıkması sağlanır.
Ayrıca ip ya da zincir elle çekilerek su alınan dolapsız kuyularda vardır. Mancınıkla su çekilen kuyularda mevcuttur. Hala aynı tarzda mı kullanılır bilmem ama hacı Habib dedenin su kuyusu böyleydi. Kuyunun yanına uzun bir direk dikilir. Bu direğin tepesine yatay başka bir ağaç hareket edecek şekilde ortasından monte edilir. Yatay ağacın kuyudan uzak olan ucuna bir ağırlık bağlanır (yaklaşık 20 kg bir taş). Kuyunun üzerine gelen uca ise bir uzunca ip yardımı ile kova bağlanır. Kova ip aşağı çekilerek suya daldırılır. Bu arada taş ağırlı yukarıya çıkmıştır. Su dolan kovanın yukarıya çıkması için ip bırakılır. Ağırlık sudan daha ağır olduğu için su dolu kova yukarıya kolaylıkla çıkar ve böylece su alınmış olur.
Üç dört metre uzunluğunda kevüklerle su çekilen su kuyularımızda mevcuttur. Nadir de olsa insanların su seviyesine ellerindeki kabı herhangi bir aparat kullanmadan ulaştırabilecekleri kuyularda vardı.
Su kuyuları hala bu yöntemle mi kullanılıyor bilmiyorum ama bazılarının üzerinde hidrofor gibi makineler olduğu bir muhakkaktır. Su sorunumuz bir an önce halledilmeli ve insanlar dâhil olmak üzere tüm canlılar doğru dürüst su imkânına kavuşturulmalıdır.
Bu yazı daha çok 25–30 yıl öncesi göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır.
Saygı ve sevgilerimle.
/Hicabi AY
21 Temmuz 2008 Pazartesi
Terk Edilen Değerlerimiz: MEŞVERET
Hicabi Kardeşim bir yazı gönderdi; Mevkii ve Meşferetlerimiz diye… Tam bir haftadır bu “Meşferet” kelimesi üzerinde düşünüp duruyorum. Makam ve mevkiiyi geçtim ama bu meşveret (Köyümüzdeki telaffuz edilişi Meşferet’tir) kelimesine takılıp kaldım. Beni kınamayın ama dostlarım zannederim köylerimiz bu Meşvetleri terk ettiği gün kaybetmeye başladı.
Küçüklüğümde dillerde dolanan meşveret sözcüğünü hep duyardım. Kelime olarak “istişare etmek” olduğunu bildiğim halde köy yerinde bir türlü ne anlama geldiğini düşünmeyi akletmezdim. En çok Cilim Mevkii için duyduğum bu sözcüğün taşıdığı mana Sordanköy, Kırıklı, Gökçeboğaz, Sarımsak, Gecekli ve Gelemet gibi birkaç köye ait mülkiyet yapısı dikkate alındığında daha da bir anlam kazanmaktadır. Onca köylü, ortada hiç bir kural olmaksızın bu alanlarda ekim-dikim konusunda ortak hareket etmekteydiler.
“Meşveret” kelime olarak “Şura” yani “Danışma” manasına gelir. İslami bir terimdir. İslami metodlardan “icma”ya ilişkindir. Çünkü dinin tavsiyesine göre işler meşveret ile olur. Meşveret, hak ve hakikati ortaya koyma ve mevcut şartlar içinde yapılması gerekeni en isabetli şekilde belirleme imkânı verir. Meşveret edilenlere (danışılanlara) değer verilir. Bu onların kalplerini hoşnut eder, işin beraberce yürütülmesini sağlar.
Siyasi tarihimizde özellikle Tanzimat döneminde aydınların demokrasi kelimesinin alternatifi olarak meşveret kelimesini sıkça kullandıklarını görürüz. III. Selimin kurduğu meclisin adı da “Meşveret” adıyla anılmaktaydı. Meşveret kelimesi, ilk Mecliste asılı bulunan "Onların İşleri Kendi Aralarında Meşveret İledir" (Şurâ Sûresi, âyet 38) mealindeki ayette de geçer. Daha sonra bu yazının yerini aynı manaya gelen "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözü almıştır.
Bu açıklamalardan sonra şimdi gelelim köyümüzde kullanılan meşveret sözcüğünün manasına.
Eskiden köyümüzde, köyler arasındaki ekim dikim yapılan tarlalara, sanki tek bir kişiye aitmiş gibi her yıl aynı ürün ekimi yapılırdı. Örneğin, köyaltı mevkiinde bulunan tarlaların hepsine bir yıl buğday ekilir, öbür yıl mısır ekilir ya da tütün dikilirdi. Bunun gibi Köklük, Gember Yeri, Gemirlik, Değirmen Yanı, Tokmak Hırmanı, Budamalık vb. gibi yerlerimizde, onlarca ailenin tarlaları sanki tek bir kişiye ait tarlaymış gibi aynı tür ekim yapılarak hasat kalktığında hayvan otlatmak için ortak mera olarak kullanılmaktaydı. Bir iki tarla ile sınırlı olmayan bu geniş alanlar, ürün kalktığı andan itibaren özel mülk olmaktan çıkmakta, köyün ortak kullanım alanı haline gelmekte ve herkes mallarını buralarda serbestçe otlatabilmekteydi. Sabahleyin bu alanlara bırakılan hayvanlar kendi başlarına gün boyu köşe bucak dolaşıp otlanır, karınlarını doyurur, göllerden, çaylardan su içer, öğle sıcağında bulduğu bir ağacın altına yatar uyurken bir yandan da “geviş” getirirlerdi.
Akşam olduğunda bu hayvanlar kendiliğinden buraları bırakıp evin yolunu tutarlardı. Yeni buzağılamış inekler bazen öğle vakitlerinde erkenden eve gelmeye kalkardı. Bunlar gibi erkenci mallar için köy girişlerine mandıra dediğimiz engeller yapılırdı. Bundan başka bazı mallar ise gece olsa bile eve dönmek istemez, bunların toplanması için akşamüzeri “yazı”ya birkaç kişi gider konu komşunun malları da dahil hepsini “sürüp” köye getirirdi.
Bu hayvanlar meşveretlere başıboş salındığı gibi bazen de başlarında literatürde “sığırtmaç” olarak geçen ve Amerikalıların “Cowboy/inek çobanı” dedikleri “çocuk çoban”lar olurdu. Köyde bu tip çobanlık/kovboyluk yapmayanımız yoktur. Çocukluğumuzun neşe ve sevinç dolu en güzel, en özgür günleri bu meşveretlerde geçmiştir. Çeşitli oyunları gün boyunca buralarda doya doya oynar, öğle sıcağında çaylardaki derin sularda çimer. Derin su yoksa kendimize yüzmek için “bent”ler kurardık. Arkadaşlar arasında En güzel “kavga”larımızı yine buralarda yapar, en büyük(!) balıkları bu çaylarda tutardık.
Çayın kenarlarındaki tarlaların bir kısmı sahipleri tarafından çalı ile çevrilerek “bağ bahçe” olarak kullanılır buralara özel ekim dikim yapılırdı. Çayın üzerine kurulan bentlerden doğru açılan kanallar vasıtasıyla akıtılan suyla beslenen bu bahçelerde enva-i türde sebze ve meyveler olur zaman zaman dayanamaz girer helal haram gözetmeksizin, kimimizin dayısının ya da emmisinin, kimimizin teyzesinin ya da halasının yeri olan bunlardan salatalık, domates, erik, üzüm ne mevcutsa aşırır oracıkta yerdik. Büyük sellerle çay yataklarının tahrip olmasıyla bu bahçelerimiz de zarar görmüş, artık eskisi gibi kimse bu tip bahçe (Baaça/Batça) işiyle uğraşmaz olmuştur.
Bu kullanım ortaklığının paylaşımla insana verdiği iç huzur, mutluluk ve sağladığı kolaylığın yanında köye ayrıca bir getirisi daha vardı. Özellikle kış günlerinde buraları kışlak olarak kullanmak isteyen koyun sürüsüne sahip kimseler yüksek köylerden gelerek buraları mera olarak kiralar, buradan sağlanan kaynaklar köye gelir kaydedilirdi. Tabi daha sonraları koyunların otladığı yerlerde sığırlar otlamıyor diye bu uygulamadan da vazgeçilmişti. Oysa kış günleri özellikle Gelemet köyü Muratlı Mevkiine kurulan upuzun koyun sığınağı “SAYA” lar köyümüze ayrı bir güzellik katardı. Bahara doğru kuzulamaya başlayan sürüden yükselen koyun ve kuzu sesleri baharın müjdecisi idi.
Tekrar dönüyoruz köyümüzdeki meşveretlere… Bu ne demekti? Demek ki eski insanlarımız yani atalarımız bir araya gelip, oturup konuşmuşlar; istişare etmişler ve aralarında anlaşarak bir karara varmışlar ve “ Arkadaşlar, evlerimizin bulunduğu avlularımızın dışında kalan tarlalarımızı bu şekilde kullanarak hem hayvanlarımıza “yaylım” alanı oluşturalım ve hem de aynı alanda aynı işi yaparken bir birimize yardımcı olmuş oluruz.” Diye bir karara varmışlar. Yani meşveret etmişler. Böylece yıllardır böylesine güzel bir uygulama günümüze kadar yürütülerek gelmiştir. Ancak, durum şimdi böyle midir? Maalesef değildir.
Meşveret dediğimiz bu ortak kullanıma açılabilen araziler üzerine, artan nüfusa cevap verebilmesi için yeni yerleşim alanları kurulmaktadır. Öte yandan miras ve intikaller nedeniyle arazilerimiz bölüne bölüne iyice küçülmüşlerdir. İşin kötü yanı da, köyden kente göç nedeniyle tarlalarımızda ekim dikim yapılmamasıdır. Kiminin otlak olarak ayrılması, kiminin kavak vb ağaç yetiştirilmeye tahsis edilmesi ve en önemlisi de eskisi gibi her ailede bir çift öküze ilaveten birkaç inek ve bunların buzağı, dana, düve vb gibi yavrularından oluşan sığır sürüsünün olmayışı böylesine anlamlı ve manidar olan ortak ve bol paylaşımlı yaşamı sona erdirmektedir.
İş hayatında ortadan kalkan “ortaklaşa” yaşam, sosyal hayatta da kendisini böylesine ters bir şekilde göstermekte, “gemide denize hasret kalmak” gibi köy gibi akraba-i taallukatın bizi çepeçevre kuşattığı alanlarda “yapayalnız” kalışımız, bizim bir yoksulluğumuz olmuştur. İnsanımız, eskiye göre daha zengin ve daha müreffehtir ama yalnızdır, mutsuzdur, geleceğinden umutsuzdur. Gelecek korkusu dediğimiz “ŞOK”u bu yalnızlığında daha derinden hissetmektedir.
Bu durum, Kapitalist düşünüş tarzının damarlarımıza, kanımıza hatta iliklerimize kadar işlemiş olduğunu göstermektedir. İnsanı, ekonomik bir varlık (Homo Economicus) olarak gören bu zihniyet sayesinde insanî hasletlerimiz farkında olmadan, gün geçtikçe ayaklar altına alınıp çiğnenmektedir. Ne zaman ki “Gerçek Üretici Olan Köylü Milletin Efendisi” olmaktan çıkarılıp Milletin sırtında bir kambur addedildi o zaman ülke olarak, millet olarak sebebini bir türlü bilemediğimiz ıstıraplarımız sökün edip üzerimize üzerimize gelmeye başladı.
Artık günümüzde ne Meşveretlerimiz kaldı ne de Meşveret edecek, her konuda kendisine danışabileceğimiz sözü dinlenir kimsemiz kaldı. Herkes maddi ve manevi olarak her iki alanda kendi içine kapandı. Aslında yuvarlak olan, fakat yaşam alanı olarak düz ve tek bir köy haline gelen dünya da insanımızı bu kapalılıktan kurtaracak adımlara ihtiyacımız vardır.
Hayatın, sadece çalışıp, kazanıp harcamaktan ibaret olmadığını, insanın ekonomik bir meta olmadığını aksine yaratılmışların en şereflisi olduğunu hatta “daha sonra kendisine döndürülecek olduğumuz yaratıcının yeryüzündeki halifesi” olduğunu, bu nedenle kendine olan güven duygusunu her daim canlı tutulması gerekliliğini kendi kendimize hatırlatmamız gerekir. Ulu önderimiz Atatürk bunu “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!
” Sözüyle ifade etmişti.
Kendimize güvenmeliyiz. Birbirimizi sevip saymalıyız. Bir birine sevgi ve saygıyla yaklaşan herkes mutludur. Sevgi ve saygı temeline dayalı olarak girişilen her iş başarılı olur. “Ben” yerine “Biz” diye düşünmeye başladığımız gün köyümüz ve ülkemiz ayağa kalkacaktır. Kişi ve toplumunun gerçek kurtuluşu ve bağımsızlığı kendi ayakları üstünde durabilmesiyle mümkündür.
Sözün özü, işin pratiği olan, köyler arasında arazilerin ekim dikimi konusunda ortak hareket etmeyi terk ettiğimiz gibi kendi aramızda da ortak hareket etmemizi sağlayacak, birlik ve beraberliğimizin harcı olan bir birine danışma, fikir alışverişinde bulunma gibi güzel hasletlerimizden birini daha yitirdik mi ne dersiniz?
/Çetin KOŞAR
Köy Günlüğü’nden
19 Temmuz 2008 Cumartesi
Mevkii ve Meşferetlerimiz
TEMRON TEPE
İsminden de anlaşıldığı gibi köyün yüksek tepesidir. Temron ismi en yüksek ya da sivri manasındadır.
İNCE BEL
Peynir Puvarı denilen mevkiden bakıldığında yamaçtan aşağı inen iki dere yatağının birbirlerine yaklaşıp uzaklaşması ile şekillenen ince bel görünümünden almıştır.
ÇAMURLUK
Kaynaktan çıkan suların doğal olarak biriktiği göletlerde, şimdilerde köyümüzde nesli tükenen mandalar KÖMÜŞLER serinlemek için yatarlardı. Suyun bulanması sonucu bataklık halini alan göletten dolayı bu adı almıştır.
KABUKLUK
Köyde yapılan ahşap ağırlıklı yapıların ev, salaç samanlık vs. ağaçları eskiden Ormandan koşum zincirlerine bağlanarak, öküzler tarafından sürüklenerek getirilirdi. Bu ağaçlar hafifleşsin ve sağa sola takılmasın diye balta ile budak ve kabukları yontulurdu. Çevrede bu yongaların eksik olmadığı bu mevki ismini buradan almaktadır.
KABALMA
Yakın tarihe kadar köyümüzde elmaya alma denilmekteydi. Burada eskiden tarla denilen alanda iri meyveleri olan büyük elma ağaçları vardı. İsmini bunlardan almaktadır. Kabamla, büyük, iri elma manasındadır.
KUŞ ÇÖYLENİ
Belli ki bölgemizde çağlayana çöylen denilmekteydi. Bu bölgedeki dere üzerinde küçük bir çağlayan vardı. Avlayarak ya da çeşitli şekillerde neslini tüketmek üzere olduğumuz kuşların su içtiği bu dereden ismini almaktadır.
ACUKLUK
Acuk köyümüzde yabani elmaya verilen addır. Bu bölgede eskiden çok acuk vardı. Bu acuklar toplanarak ekşi denilen pekmez gibi konsantre bir yiyecek yapılır ve sulandırılarak içilirdi.. İsmine buradan almaktadır.
DİKİLİTAŞ
Ormanlarla kaplı yüksek bir alan olan bu mevkide ağaçlar ve çalılar arasında hala ayakta olan mezar taşları ve mezarlar bulunmaktadır. Köy ve civarı eski mezarlar bakımından oldukça zengin olup hemen hemen her karışında mezarlar vardır. İsmini sanırım bu mezar taşlarından almaktadır.
KİRAZIN YANI
Şimdilerde yerinde yeller esen büyük kiraz ağaçlarından ismini almaktadır.
MERCİMEK BACAĞI
Mercimeğin bacağı olur mu bilmem ama sanırım buralarda eskiden mercimek ekimi yapılıyordu. Köyümüzde hâlihazırda mercimek ekimi yapılmamaktadır.
SANCAR KARŞISI
Ormanlık alan içerisinde Sancar köyü yönünde kalan mevkiine verilen isimdir.
ESKİKÖY
Köyümüzde Rumların yaşadığı dönemlerde yerleşim birimi olarak kullanılmış mevkiinin ismidir. Arazi içerisinde eskiden yapılan bina yerleri düz şekilde göze çarpmaktadır.
KÖKÇE
Ormanlık alanların kazılarak ağaç köklerinin kazmalarla sökülerek tarla haline geirilmesinden dolayı bölgeye kökçe denilmiştir.
MALHAKKININ PUVARI
Komşu köy olan kapaklı köyünden bir zatın tarlasının yakınından çıkan bir su kaynağından dolayı bu isimle anılmaktadır.
PEYNİR PUVARI
Hayvancılıkla geçinenlerin eskiden peynirleri bozulmasın diye suyunda peynirlerini depoladıkları bir kaynak olup ismini buradan almaktadır.
KÖMÜRLÜK
Eski dönemlerde buradaki ilkel kireç ocaklarında yakılan odun kalıntılarının çevrede birikmesi sonucu bu isimle anılmaktadır. Orman alan içerisinde yer yer hala kömür kalıntılarına rastlanmaktadır.
MUTAFLILAR
Bölge ismini mutaflı köyünden göç ederek buraya yerleşenlerden almaktadır.
ALMALIK BOĞAZI
Tepelik bir yer olan bu mevkide de eskiden bolca elma ağaçları bulunmaktaydı. Dar bir sırt olan bu mevkide ismini elmalardan almaktadır.
AYLA
Yüksek ve düz olan bu mevkiden ay ışığının en iyi ve en güzel şekilde görülmesinden dolayı ayla adını almıştır.
TÜRBE
Eski ahşap bir caminin de bulunduğu ve günümüzde hala kullanılan mezarlık alan ve çevresidir. İsmini büyük ve eski bir mezardan almaktadır.
HATİPLER
İstiklal gazisi olup ebediyete intikal eden ve hatip olan bir zatın zürriyetinin yerleşim alanı olup ismini hatip dededen almaktadır.
PANTUNUN HAVLUSU
Pantu (Kibar Yeşil’in Anneden Dedesi) diye anılan bir zatın evinin olduğu mevki olup hâlihazırda ev bulunmamaktadır.
ÇİLAĞANIN YERİ
Eskiden çil ağa diye anılan bir zata ait olan mevkiinin ismidir.
KAYANIN DAĞI
Eteklerinden geçen dere kenarında köyün en büyük kayası uçurumu olan ormanlık mevkiinin adıdır.
PAPAZLAR
Çetirlik isminde bir Rum ve Hıristiyan Tebaanın yaşadığı köyün kilisesinin papazlarına ait evlerin olduğu mevki olup hâlihazırda yapı bulunmamaktadır. Yeryüzü şekillerinden yapı yerleri ve temeller anlaşılmakta olup çevrede bol miktarda çanak çömlek kırıntılarına rastlanmaktadır.
GÖÇMENİN YERİ
Mübadele sonucu köye gelen bir Selanik göçmenine verilen yerin adı olup hâlihazırda köyümüzde Selanik göçmeni yaşamamaktadır.
GOCABOZ
Ekip biçmek için sürülmeyen büyük ve boz bir alanın bulunduğu yer.
ÇINARLIK
Alçak ve düzlük olan bu bölgedeki tarlalar çevresinde dev çınar ağaçları bulunmaktaydı ismini buradan almaktadır.
TOKMAK HARMANI
Bu alan ismin den anlaşıldığı gibi harman yeri olarak kullanılmıştır. Yüksek ve düz olan bu mevkide hemen hemen sürekli rüzgar esmektedir. Eskiden ürünler daha çok buğdaylar hasat edildiği zaman buraya getirilir ve öküzlerin çektiği düven ya a uzun sopalarla vurularak başaklardan ayrılırmış. Daha sonra kaba samanlar alınır ve geriye kalan tanelerin kabuk ve tozlardan ayıklanması için havaya kaldırılarak bırakılması sonucu ayıklandığı yer olup ismini buradan almaktadır
KİLİSE
Yakın tarihe kadar ayakta duran bir kilise binasının olduğu yer. İsmini bu kiliseden almaktadır. Bu gün kilise temellerinin dibinden merhum Rahmi AKIN tarafından inşa edilen camii henüz bitirilememiştir.
KELÇEBEN YERİ
Bu mevkiinin ismi hakkında yorum yapmak oldukça zordur. Kelşaban ya da Kelçoban olabileceği gibi aslı bizim bilmediğimiz bir kelimeden türemiş de olabilir.
TAŞLIK
Oldukça bol taşların olduğu bu mevki ismini taşlardan almaktadır.
PAŞANIN HAVLUSU
Yakın zamana kadar paşa isminde bir zatın evinin olduğu mevkiinin ismi olup bir kaç kez el değiştirmiştir.
YEDİRLİK
Küçükbaş hayvancılığın yapıldığı dönemlerde havanlara yem yedirilen bu mevki ismini buradan almaktadır.
ERİKYANI
Büyük erik ağaçlarından ismini almakta olup bu eriklerden eser kalmamıştır.
GAYIŞ YERİ
Köyün hâlihazırda kullanılan mezarlığının bulunduğu yer olup ismini mezarlığın az ilerisindeki tarlanın zor sürülmesinden almaktadır. Kayış gibi kopmuyor manasında.
KARANLIK DERE
İsminden anlaşıldığı gibi köyün en az güneş alan deresinin olduğu yer olup gölgelik olmasından dolayı eskiden buğdaylar burada yıkanırdı.
YüNEKBAŞI
Bu mevkide bulunan deredeki büyük ve düzgün yüzeyli taşlar üzerinde çamaşır yıkanırdı. İsmini buradan alıp Yunak Taşı sözünün zamanla Yünekbaşı olarak şekillenmesidir. (Bkz. Geleneksel Temizlik Günlerimiz.)
DEĞİRMENYANI
Bu gün suyu kurumuş olan dere üzerinde ki su değirmeninden ismini almaktadır.
GEMİLİK
Mitolojik zamanda denizin buralara kadar uzandığı ve gemilerin bu doğal limanlara gelerek bağlandığı rivayeti oldukça yaygındır. Denizin günümüzdeki konumu buraya yaklaşık altı kilometre uzaklıkta ve yaklaşık yüz elli metre alçaktadır.
GEMBERYERİ
Bu mevki ismini eski sahiplerinden almaktadır.
ÇAMLIK
İsminden anlaşıldığı üzere dev çam ağaçlarının olduğu bir mevkidir.
KIŞLA
Ortasında bir su kaynağı bulunan bu mevki eskiden buralardan geçen askerlerin konaklamasından ya da hayvancılıkla uğraşanların kış aylarını burada geçirmesinde almaktadır. Kışlak sözünde gelmektedir. Yakın zamana kadar yüksek köylerden sürü sahipleri koyunlarını kışın, buralarda otlatmak için gelirlerdi.
KöKLüK
İsmini kesilen ağaç köklerinden alıp bu gün ağaç olmadığı gibi ağaç kökleri de bulunmamaktadır.
KÖYALTI
Yukarı köy denilen mevkiinin alt kısmında kalmasından dolayı bu isimle anılmaktadır. köyün alt tarafı yada köyün aşağısı manasında. Ayrıca köye gelen ilk Türk ailelerin yerleşim alanıdır. Daha sonra çamur, bataklık ve sineklerden uzaklaşmak amacıyla buradan tepeye çıkılmıştır.
AŞAĞI PUVAR
Bu mevki adını yol kenarındaki su kaynağından almaktadır.
YUKARKÖY
İsminden anlaşıldığı gibi yüksekçe bir mevki olup ismini ikinci yerleşim yapıldığı dönemde almıştır. yukarıki köy manasında. Yaklaşık genişliği beş uzunluğu on kilometreyi bulan köy çok eski tarihten beri yerleşim alanı olarak kullanıldığı ağızdan ağıza söylenerek günümüze kadar gelmiştir. Zaten öylede olduğu hemen hemen her karışından karşımıza çıkan yeraltı mezarlarından anlaşılmaktadır.
Bir bilenin eksikleri tamamlaması dileğiyle
Saygı ve sevgilerimle.
/Hicabi AY
KOLAY İZLEYEBİLMEK İÇİ MEVKİ ADLARININ ALFABETİK SIRALANAŞI ŞÖYLEDİR.
Eksik kalan isimleri lütfen yorum bölümüne yazarak tamamlamaya çalışalım.
Almalık boğazı
Aşağı puvar
Ayla
Çamlık
Çamurluk
Çınarlık
Çilağanın yeri
Değirmenyanı
Dikilitaş
Erikyanı
Eskiköy
Gayış yeri
Gemberyeri
Gemilik
Gocaboz
Göçmenin yeri
Hatipler
İnce bel
Kabalma
Kabukluk
Karanlık dere
Kayanın dağı
Kelçeben yeri
Kışla
Kilise
Kirazın yanı
Kökçe
Köklük
Kömürlük
Köyaltı
Kuş çöyleni
Malhakkının puvarı
Mercimek bacağı
Mutaflılar
Pantunun havlusu
Papazlar
Paşanın havlusu
Peynir puvarı
Sancar karşısı
Taşlık
Temron tepe
Tokmak harmanı
Türbe
Yedirlik
Yukarköy
Yünekbaşı
....
16 Temmuz 2008 Çarşamba
Ne Yaptık Biz?
İnsanın içini iliklerine kadar üşüten Karagücük, Karakış ve Zemherinin karlı, tipili, fırtınalı, sisli, puslu, soğuk ve karanlık günlerinin sonunda birer hafta arayla önce havaya sonra suya ve ardından da toprağa düşen cemrelerle anladık ki memleketimize bahar gelmiş. Artık sabah güneşleri pırıl pırıl doğmakta, ışıl ışıl parlaklığıyla gün ışıkları gözlerimizi kamaştırmaktadır. Hava, su ve topraktan sonra insanın içine de düşen Cemrelerin (bahar sevincinin) aydınlık ve sıcacık günleri, tüm doğayı kış uykusunda alıp dirilmeye, yeni bir hayata, yeni yeni başlangıçlara götürmektedir.
Bir yıl evvelinin bahar sevinci ve coşkusu içersindeyken aklımıza bir çiğ tanesi gibi düşen “bahar şenliği” düşüncesi birden bire nasıl da gerçekleşiverdi? İnsanın inanası gelmiyor. Başarıyla yetinmeyip insanın hayıflanası geliyor; “Şimdiye kadar aklımız neredeydi?” diye. Ama olsun. Bu bir başarıdır. Gerçek bir “Muhtar” olan genç Muhtarımız başımızda olmak üzere gurbettekiler de dahil Akbulut köylülerinin bir başarısıdır bu. Bizim bu girişimimizi destekleyen Mülkî idarenin bir başarısıdır. Bu güzel girişimimizde bizi yalnız bırakmayan komşu köylülerimizin başarısıdır. Bu şenliğimiz hepimize kutlu olsun. Kaymakam beyimizin de dediği gibi “dileriz Köyümüzde, İlçemizde ve İlimiz Samsun’da hayırlara vesile olur.” İnşallah.
Doğal Bahar Şenliği
Her ne kadar yıllardır insanımızın işten güçten başını kaldırıp bir türlü yaşayamadığı bahar coşkusunu aslında köy yerinde doğal olarak her gün doyasıya yaşamak olasıdır. Karların erimesiyle birlikte önce çimenler ve arasından papatyalar boy salar. Ardından özellikle meyve ağaçlarının kuru dalları filiz sürüp tomurcuklanarak pıtrak gibi çiçek açarlar. Kuşlar, akşama dek sürecek cıvıldaşmalarına sabah ezanlarıyla birlikte başlar. Özellikle sabah ve akşam vakitleri koyun sesleri kuzu seslerine, yeni doğurmuş inek sesleri ahırdaki buzağılarının seslerine karışır gider. Yumurtlama telaşındaki tavukların gıdaklamaları ise gün boyu sürer köy semalarında bir köyden diğer köye dek. Bu konuda bir de deyişimiz vardır: “Mart martladı. Tavuklar gıdakladı.” diye.
Köyümüze bahar gelmiştir. Doğa; bitki ve hayvanlar baharın gelişini coşkuyla kutlamaktadırlar. Aslında tarihin derinliklerinden bu güne dek bu sevince ve coşkuya İslam coğrafyasında özellikle de Türk Dünyasında rastlamaktayız. Bunun adı kimi yerde “Hıdırellez”, kimi yerde “Mayıs Yedisi”, kimi yerde “Nevruz” ‘dur. İnsanlarımız baharın gelişini bir şekilde kutlamaktaydılar.
Sevinç Gösterisi Şenlikler Bir Teşekkürdür.
Bahar Tanrı’nın insanlara bir lûtfudur, ikramıdır aslında. Sonbaharla birlikte canlılığını ve tüm renklerini yitirmeye başlayan ve kış ile ölüm sessizliğine bürünen yaşam, gökyüzünde kara bulutların birden dağılması ve baharın ilk ışıklarının özellikle insanın yüzünü ışıtması ruhlarda bir kıpırdanma, bir umut, bir sevinç doğurmaktadır. Tüm umutların tükendiği yerde, bir türlü gelmeyen aydınlık günler, “Mart’ın bacadan baktırdığı” günlerin sonunda bir sabah aniden gelivermesi insanı sevinçten çılgınca şeyler yapmaya itmektedir. Meydanlara ateşler yakıp, onun üstünden atlamak gibi… Bir su kaynağının başında ya da yeşillik bir alanda ya da akarsuların denizle birleştiği noktalarda toplaşıp evde hazırlanan yiyecekleri eş-dost paylaşarak yiyip içmek, eğlenmek, neşelenmek… İşte bu, yapılan ikrama bir teşekkürdü. Tanrıya şükran borcunu ödemekti. Nasıl ki bir çocuğa hediye verince çocuk buna çok sevinir, size teşekkür ederken gözlerinden okuduğunuz sevinci sizin mutluluğunuz olur. Tıpkı bunun gibi bizim de baharın gelişiyle birlikte duyduğumuz mutluluğu, dışa yansıttığımız sevincimizle insanlara ve dolayısıyla Tanrıya göstermemiz yaydığımız pozitif enerji nedeniyle bir dua, bir yakarış bir niyazdır.
Kırmızı Renkli Haşlanmış Yumurtalar
Ancak, köyümüzde bizim insanlarımızın böyle bir lüksü(!) hiç olmadı bugüne kadar. Çocukluk günlerimde hatırladığım tek şey Baharın gelişiyle, rahmetli anneciğimin geceden soğan kabuklarıyla birlikte pişirdiği bir sahana koyarak, uyandığımızda bizim görebileceğimiz yere bıraktığı kırmızı renkli haşlanmış yumurtalardı. Oysa o kıtlık yıllarında acil durumların dışında ancak bir misafir gelirse evde yumurta pişirilirdi. Yoksa, süt, yoğurt, yağ ve yumurta köylünün pazarlayıp gelir elde ettiği bir sermayesi idi.
Bırakıldığı yerde o yumurtaları bulunca attığımız sevinç çığlığıyla birlikte “Anneee? Bu neee?” diye sorduğumuzda aldığımız cevapların arasında geçen “Hızır” ve “İlyas” isimlerinden anladığımız ilk isim Gelemet Köyündeki “İllas” dediğimiz İlyas amca ile bir de yeme içme konusunda edilen “Allah Hızır uğrasın-uğratsın” hayır duasında geçen “Hızır” olurdu. Bu iki ismin birer İslam Peygamberi olduğunu, Hıdırellez Bayramının Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biri olduğunu ve Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılarak, Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün olduğu savıyla kutlandığını sonradan öğrenecektik.
Hatta eski takvimlerden Miladi (Gregoryen) takvimine göre 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre “Hızır Günleri” adıyla “yaz mevsimi”ni, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise “Kasım Günleri” adıyla “kış mevsimi”ni oluşturmaktaydı. Bu yüzden 6 Mayıs günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığını gösteriyordu.
Gökçeboğaz Mayıs Yedisi
İlkokulda okurken Yılsonunda öğretmenlerimizin organize ettikleri kır ya da okul gezilerini saymazsak küçüklüğümden beri tek bildiğim bahar bayramı etkinliği komşumuz Gökçebogaz Köyünde yapılmakta olan “Mayıs Yedisi” idi. 21 Haziran günü, Gökçeboğaz Çayının Samsun – Sinop Karayolunun kesiştiği noktada bulunan, Yunus Emre’nin deyimiyle bir “YATUR” un yanında çevre köylüleri kendi çaplarında toplanır, küçük bir pazaryeri kurulurdu. Değişik köylerden gelenler, buluşup konuşur hasret giderirler. Gün sonundaysa devasa bir tespih gibi ipe dizilmiş Sinop kestanesi ve şeker helvası alınarak evlere ve köylere dönülürdü.
Bunun dışında Kur’an-ı Kerim okumasını bilenler buradaki Yatur’un mezarının çevresine, önlerine birer mendil sererek oturur, bir-iki saat süreyle kuran okurlarken çevredeki insanlar da bu mendillere para ve yiyecek bırakırlardı. Burada keşkek kazanını görürdüm ama hayır yemeği dağıtıldığını bugünlerde öğrendim.
Gökçeboğaz Dedesi
Anti parantez olarak belirtmekte fayda var. Burada bulunan “Dede Mezarı” bizim zamanımızda çevresi Karataşlarla düzenlenmiş alelade bir görünümdeydi. Şimdi Günümüzde yapılan mezarlar gibi tanzim edilmiş olması hiç yoktan anlamlı geldi bana. Anlamsız bulduğum iki konudan biri burada bulunan “Türbe” tipi bir binanın tamamen yıkılıp yok edilmesi, bir diğeri de bu mesire yerinin alan olarak günden güne daraltılıp küçültülerek tarla yapılmasıdır. Tamam, insanımızın bu tip olgulara olan ilgisi günden güne azalıyor olabilir. Ancak mevcut statünü korunması için gayret gösterilmesi gerekliliğini yeri gelmişken Saygıdeğer Gökçeboğaz eşrafına âcizane hatırlatmak isterim. Mümkünse çay kenarına kadar buranın duvarla çevrilip, ağaçlandırılması ve yıkılıp giden yapının aslına uygun bir şekilde yeniden inşa edilerek buranın tarihi ve manevi havası gelecek kuşaklara aktarılmalıdır.
/Çetin KOŞAR
—Devam Edecek-
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)