10 Ağustos 2007 Cuma

Karadeniz






/Neal Ascherson
İtiraf etmeliyim ki, okumak bana tam bir mutluluk verebilir... ve aynı biçimde, parmaklarımın arasından kum dökerek, rüzgar yanaklarımı serin, nemli elleriyle okşarken bütün varlığımla uzanmakla da mutlu olurum. Sahilde başka kimsenin olmaması memnunluk verici görünüyor ve ta ufka kadar uzanan mavimsi burunlar, deniz suyunu fışkırtan ayı topluluğu gibi görünüyor.

Gün boyunca, sert otlar kayalıklarda haşırdıyor. Bu ebedi, yumuşak ses, bu sahilde yüzyıllardır kesilmeden hep duyulan ses, bilgelik ve basitlik sevgisini açığa vuruyor.
Konstantın paustovsky
Years of Hope [“Umut Yılları”]

Bu [Homerik] zamanda, Deniz’de gemicilik yapılamazdı ve buraya buz gibi fırtınaları ve çevresinde yaşayan kabilelerin vahşiliği, özellikle de yabancıların vahşiliği, özellikle de yabancıları kurban eden İskitler nedeniyle’Aksenos’ [yabancı düşmanı] denilirdi...ama sonraları İonyalılar kıyılarda şehirler kurunca 2Eukseinos’ [konuksever] adı verildi.
Strabon Coğrafya- Anadolu (Kitap:XII, XIII, XIV).Çev:Adnan Pekman, Arkeoloji



1680 yılında bir gün, sabahın erken saatlerinde, Luigi Ferdinando Marsigli adlı genç bir İtalyan, İstanbul açıklarında Boğaz’a demirlenmiş bir gemide, aşağıya ağırlık sarkıtıyordu.

Bütün denizciler Karadeniz’in Boğazlardan kuvvetli bir akıntıyla batıya doğru aktığını ve Marmara Denizi ile Çanakkale Boğazını geçerek Akdeniz’e ulaştığını bilirler ve daima bilmişlerdir. İÖ üçüncü yüzyılda, Rodoslu Apollonios, İason’la Argonotların teknelerini Boğazdan geçirip akıntıya karşı mücadele ederek nasıl doğuya doğru gittiklerini, “iki tarafı engebeli kayalıklarla çevrili rüzgârlı bir geçitten, alttan akan güçlü burgacın suları ilerleyen gemiye çarparken” Karadeniz’e kürek çektiklerini anlatır. Şimdi aynı akıntı Marsigli’nin teknesini demirini zorlayarak uzaktaki Akdeniz’e doğru çekiyordu.

Marsigli denize attığı ipe aralıklarla beyaz boyalı mantar işaretler bağlanmıştı. Önce ipi serbest bıraktı, işaretlerin, Karadenizden gelen akıntıyla batıya yönelip kıça doğru sürüklenişini seyretti. Ama sonra, azimle aşağıyı gözlemleyerek, görmeyi umduğunu gördü.

Daha derindeki işaretler, aşağıda parıldıyarak, ters yönde ilerlemeye başlamışlardı. Yavaş yavaş teknenin altından geçecek kadar ilerlediler ve ağır ip, yüzeye yakın yerde batıya yönelirken, daha derinlerde doğuya dönüp yay şeklini almıştı. Şimdi biliyordu. Boğaz’a iki akıntı vardı, tek değil. Üstte bir akıntı, bir de daha derinde karşı yönde bir akıntı vardı; Akdeniz’in derinliklerinden Karadeniz’e akıyordu.

Marsigli henüz yalnızca yirmi bir yaşındaydı. Uzun, maceralı ve verimli bir yaşamı olacaktı. Viyana’da kısa süre Tatarlara esir düşmüş, Habsburg ordusunda, Tua’da subaylık yapmış ve daha sonra Avrupa’nın ilk oşinografi araştırma merkezini Fransa’nın güneyinde Cassis’de kurmuştu. Ama daha sonra yaptığı hiç bir iş Boğaz’ın alttan geçen akıntısını keşfetmesi kadar önemli değildi. Bu buluş, yöntem ve etkileriyle yeni deniz biliminin tarihinde bir dönüm noktasıydı. Ayrıca, çevresinde tuhaf insanların yaşadığı bir kıyı şeridi olarak değil, denizin kendisi olarak, Karadeniz araştırmalarının da ilk adımıydı.

Hemen bütün keşifler başarılı bir tanıtma öğesi içerirler. Alttan geçen akıntı (Marsigli’nin verdiği adla Corrento Sottano), Marsigli’nin de mertçe itiraf ettiği gibi, boğazın sularında çalışıp yaşamını kazanan insanlar tarafından biliniyordu. Buluşuyla ilgili ilk açıklamasında “Bu tasavvurum yalnızca kendi kafamdan doğan düşüncelerin biçimlendirilişiyle canlanmadı, ama bir çok Türk balıkçının anlattıklarıyla, hepsinden önemlisi Majesteleri İngiltere Kralının Babıali elçisi ve doğa incelemeleri konusunda büyük bir alim olan Signor Cavalier Finch’in [Sir John Finch] teşvikleriyle de yönlendirildi diye yazar, “bu düşünce ona ilk kez gemilerinden birinin kaptanı tarafından, belki de zamansızlık nedeniyle deney yapamadığı için kesin bir sonuca varamadan dile getirilmişti...”

Marsigli’nin gerçek görkemi, ilk deneyinde izlediği ve başarıya ulaştığı yoldan kaynaklanır. Derinliği ölçtükten sonra farklı derinliklerden örnekler aldı ve alttan geçen akıntının suyunun, Karadenizden gelen akıntıdan daha yoğun ve tuzlu olduğunu kanıtlamayı da başardı. Sonra bunu gösterecek bir düzenek inşa etti: Dikey olarak derecelendirilmiş bir su tankının bir yarısını tuzlu ve boyalı deniz suyuyla, öteki yarısını tuzu daha az suyla doldurdu. Tankı ayıran bölmede bir kapak açarak, iki suyun karışmasını gözlemledi; boyalı deniz suyu, gözle görünür biçimde tankın dibine akarak burada tabaka oluşturdu. Ve Marsigli, gerçekten ne yaptığının tam farkında olmadan, oşinografinin temel olgularından birini de keşfetmişti: Akıntılar, ırmakların akması gibi, akışkanlar mekaniğinin ilkelerince belirlenen başka kuvvetlerle, bu durumda basınç etkisiyle hareket ederler, yerçekimiyle değil. Daha ağır Akdeniz suyunun Karadeniz’e doğru akması, daha hafif suyu ters yönde hareket etmeye zorluyordu.

Marsigli’den sonra başka bilim adamları da, çoğu Rus olmak üzere, Karadenz’in tuhaf ve inatçı doğasını incelemeye başladı. Marsigli bu denizin suyunun Akdeniz kadar tuzlu olmadığını ve yoğunluğunun daha az olduğunu göstermiş ve bir mucizeyi açıklamıştı: Deniz seviyesi Boğaz’dan suların akmasına karşın niçin düşmüyordu. Ama Karadeniz’i bütün öteki denizlerden ayıran temel özelliği keşfedecek olanlar başkalarıydı: Karadeniz nerdeyse ölü bir denizdir.

Karadeniz atlasta böbrek biçiminde görülür; dış okyanuslara ip gibi İstanbul ve Çanakkale boğazlarıyla bağlanır. Ama gene de denizdir; tatlı su gölü değil: Doğudan batıya 1170 kilometre, kuzeyden güneye 600 kilometre uzanan tuzlu bir deniz. Yalnız Kırım Yarımadası’nın içeri doğru uzanan sahili ile Türkiye arasındaki ‘bel’ kısmında genişlik 270 kilometreye kadar iner. Karadeniz derindir; yer yer derinlik 700 metreden aşağıya iner. Fakat kuzey batı köşesinde geniş, sığ bir düzlük vardır; batıda Romanya’daki Tuna Deltasının civarından kuzeyde Kırım’a kadar uzanır. Yüz metreden derin olmayan bu düzlük Karadeniz balı türlerinin çoğunun yavrulama yeri olmuştur.

Boğaz’dan başlayarak saat yönünde Karadeniz’in çevresi dolaşıldığında, Bulgaristan ve Romanya kıyıları, Ukrayna kıyısının çoğu yeri gibi alçaktır. Sonra Kırım dağlarının yüksek kayalıkları gelir. Doğu ve güney kıyıları (Abhazya, Gürcistan ve Türkiye) çoğunlukla dağınıktır ve bazen ince bir sahil şeridi vardır, bazen de – kuzey doğu Türkiye’de olduğu gibi- ormanlık dağ sıraları ve koyaklar denize dik iner.

Fakat Karadeniz’e egemen olan ırmaklardır. Karadeniz’den daha büyük olan Akdeniz’e yalnızca üç büyük ırmak, Rhone, Nil ve Po akar. Oysa Karadeniz’e akan beş büyük ırmak vardır: Kuban, Don, Dinyeper, Dinyester ve hepsinden önemlisi, havzası Fransa sınırına kadar uzanan ve bütün doğu ve orta Avrupa’yı kapsayan Tuna. Tuna tek başına her yıl 203 kilometre küp tatlı suyu Karadeniz’e taşır. Bu miktar Kuzey Denizi’ne akan bütün tatlı sulardan fazladır.

Yaşam kaynağı olan bu ırmaklar on binlerce yıl boyunca Karadeniz’in derinliklerinde yaşamı öldürmüştür. Irmaklardan gelen organik madde miktarı deniz suyundaki bakterilerin normalde ayrışabileceğinden çok daha fazladır. Bakteriler besinlerini okside ederek alırlar, deniz suyunda normalde bulunan çözünmüş oksijeni kullanırlar. Fakat organik akış çok fazla olduğunda çözünmüş oksijen miktarı yetmez, o zaman bakteriler başka bir kimyasal işleme yönelirler: deniz suyunun bir bileşeni olan sülfür iyonlarından oksijeni ayırırlar. Bu işlemin sonucunda ortaya bir gaz çıkar: hidrojen sülfür, H2S.

Doğal dünyanın en öldürücü maddelerinden biri bu gazdır. Dolu dolu bir nefes çekmek insanı öldürmeye yeter. Petrol işçileri bu gazı bilir ve korkarlar, çürük yumurta kokusunu tanır ve ilk kokuyu aldıklarında kaçarlar. Haklılar. Hidrojen Sülfür çok kısa sürede koku alma duyusunu köreltir, dolayısıyla ilk nefesten sonra daha fazla kokladığını anlamak olanaksızlaşır.

Karadeniz dünyanın en büyük hidrojen sülfür rezervidir. 150-200 metre arasında değişen derinliklerin altında yaşam yoktur. Suda oksijen bulunmaz ve H2S yüklüdür. Karadeniz çoğu yerinde derin olduğu için, Deniz hacminin yüzde doksanı steril demektir. H2S biriken tek deniz burası değildir. Baltık denizin dibinde ve su dolaşımının az olduğu bazı Norveç fiyordlarında oksijensiz bölgeler vardır. Peru açıklarında, hidrojen sülfür bazen derinliklerden yüzeye çıkar ve “el nino” diye bilinen felakete yol açar; bütün eko sistemi öldürür, sahil balıkçılığını tahrip eder ve gemilerin altını yarattığı kimyasal bileşimle siyah renge boyar (Callao Boyası etkisi). Gene de dünyanın en büyük yaşam bulunmayan su kitlesi Karadeniz’in derinliklerindedir.

Ve gene, son yüzyıla kadar, Karadeniz insanlara devasa bir bolluk yeri olarak görünmüştür. Derinliklerindeki karanlık zehiri kimse bilmez. Yüzeyden yüz metreden itibaren, oksijensiz sınırı bekleyen ‘haloklin’ veya ‘oksilin’ çizgisinin üstünde, denizde yaşam kaynamaktadır. Som balığı ve dev mersin balıkları- mersin morinası bazen küçük bir balinanın uzunluk ve ağırlığına ulaşabilir- yumurtlamak için büyük ırmak ağızlarında kaynaşır (havyar 14.yüzyıl Bizans’ında o kadar boldur ki fakir yiyeceğidir). Karadeniz’İn kıyılarında ve kuzey batı alçak düzlüğünde, çoğu sualtı Zostera deniz-otu çayırlarından beslenen dikenli kalkan, çaçabalığı, kayabalığı,vatoz, has kefal, mezgitler yaşamıştır.

Kırım Yarımadası’nın öteki tarafında, Karadeniz’in uzak kuzey doğu köşesindeki Azak Denizi, büyük denize bağlanan dar kanalı – Kerç Boğazı- ve biçimiyle Karadeniz’in minyatürü gibidir. Bu sığ ve karalar arasına sıkışmış küçük deniz, Kerç Bğazı ile Don Irmağı’nn bataklık deltası arasındaki 370 km kilometrelik mesafede yüzden fazla balık türüne ev sahipliği yapmıştır. Her büyük sağanakta Don Deltasının kilometrelerce uzanan kamışlık ve tuzlu çamuru kabarır ve el arabasıyla yakalanan semiz ırmak balıklarına yumurtlama yerleri sağlar. Milyonlarca deniz balığı, yumurtlama bölgelerine göç ederken, İstanbul Boğazı’na veya Azak Denizi’nin Kerç Boğazı’na sürüklenirler. Onları yakalamak için denize bakan bir pencereden ağ atmaktan başka çaba göstermeye gerek yoktur ve Strabon Haliç’te, Boğaz’ın İstanbul surlarının dibine uzandığı koyda, palamudun çıplak elle yakalandığını yazar.

Açık sularda, yunus ve domuz balığı kolonileri arasında, iki tür Karadeniz’i dolaşan yavaş, daire biçiminde bir gç yolu izler, neredeyse tarifeli gemi gibi düzenli bir biçimde yol alırlar. Bunlardan biri palamuttur, yiyecek ve ticaret açısından Bizans paralarına resmi yapılacak kadar önem taşımış olan uskumru ailesindendir. Diğeri hamsi, Karadeniz ançuezidir.

Hamsi Balığı
Soyunu sürdürüp bugüne kadar kalabilen hamsi sürüleri Temmuz veya Ağustosta Odessa Körfezi’nde yumurtlar ve saat yönünün tersine olan göçlerine Ağustosun son haftası ile Eylül başlarında devam ederler. Günde yirmi kilometre kadar kat ederek, bugün bile her birinin ağırlığı 20.000 tona ulaşan sürülerle Tuna Deltasını geçer, Romanya ve Bulgaristan açıklarından doğuya yönelir ve Anadolu kıyılarına ulaşırlar. Kası başlarında sürü İstanbul’la Sinop arasında, bir kaç yüz kilometre daha doğudadır. Balık ağırlaşmıştır ve daha yoğun guruplar halinde daha yavaş hareket ederek Trabzon’un balıkçılık sahasına girer. Sonunda, Yeni Yıl da, hamsi, Karadeniz’in güney doğu köşesine, Batum çevresine ulaşır. Burada ikiye ayrılırlar: Bir bölümü Gürcistan, Abhazya kıyılarından kuzeye yönelip ayrılma noktalarında bir daire çizer: ötekiler Sinop’a dönüp Karadeniz’i kısa yoldan geçerek tekrar Odessa Körfezi’ne gelirler. 1980’lerde balık türlerinin canına okuyan aşırı avlanma döneminden önce yapılan bir tahmine göre, her yıl bu hac ziyaretini yapan hamsi varlığı bir milyon tona ulaşmaktaydı.

Karadeniz’i tarihe sokan balıktır. Elbette başka etkenlerde vardır: Başka mükemmel yiyecek ve zenginlik kaynakları. Pontus stepleri adı verilen Güney Rusya ovaları örneği, Volga ırmağından batıda Karpat Dağları’nın eteklerine kadar 1300 kilometre uzanan, deniz kıyısından kuzeyin ormanlık arazisi arasında 320 kilometre genişliğe varan, enin bir çayırlıktır. Pontus steplerinin çayırları bütün bir göçebe ulusun at ve sığırlarını besleyebilmiş, daha sonra verimli toprağı, Kuzey Amerika’da tarım başlamadan önce, dünyanın en iyi buğdayının yetiştirildiği bölge olmuştur. Karlı zirveleri açık denizden görülebilen Kafkas Dağlarında kereste ve altın vardır. Irmak deltaları arasında, göç ederken göğü karartan yenebilir kuşlar yaşar. Ama bütün bu sonsuz görünen doğal yaşam zenginlikleri içinde en önemlisi balık olmuştur.

Argo’nun seyehati Tunç Çağı efsanesidir. İason Karadeniz’i aştığında, teknesini Kolkhis’ teki (bugünkü Gürcistan’da bir bölge) Phasis ırmağına yönlendirdi ve kıyıdan sarkan ağaçlara bağladı. Büyülü bir hazinenin peşindeydi- Kolhis’in altın postu. Ama altın kahramanlara özgüdür. Bütün Karadeniz kıyısında toprak taranan çalışmalarda, deniz yatağından ortası delikli büyük taşlar çıkmaktadır. Bunlar Miken gemilerinin çapalarıdır. Tunç Çağı’nın gerçek maceracılarını bu gemiler taşıdılar. Boyalı çanak ve süslü kılıç gibi Ege’nin lüks ticaret mallarını onlar yanlarında getirdiler, ama geri eve götürecekleri bir şey arıyorlardı. Ve anlaşılan en çok götürdükleri şey balıktı: Güneşte ve Dinyeper ve Dinyester ırmaklarının tuzlu haliçlerinde kurutulmuş balık. Miken krallıklarının devri geçip yerlerini Yunanistan ve İonya burunlarında kurulmuş küçük, açşehir devletleri aldığında gemiler Karadeniz’e aynı iş için gittiler. Bu iş, şehir devletleri daha kalabalıklaştıkça ve tarım alanları fazla ekimden verimliliğini yitirmeye başlayınca, daha ciddi hale gelmeye başladı. İÖ yedinci yüzyıla gelindiğinde, İonyalı Yunanlılar bütün Karadeniz çevresinde koloniler kurmaya başladılar. Bu toplulukların ilk işleri balık tuzaklamak, paketlemek ve ihraç etmekti.
Bu basit ihtiyacı karşılamak, beklenmedik biçimde insanlık tarihinin gelişimiyle ilgili önemli bir an olmuştur. Durum yalnız yerleşik, okur yazar bir halkın pastoral göçebelerle karşılaşmış olmasından dolayı önem kazanmıyor. Bu daha öncede olmuştur ve gene olabilir. Buradaki gelişme önemlidir çünkü yerleşikler bu gelişme üzerine düşünmüş ve- Avrupa deneyimindeki ilk ‘kolonyal’ karşılama olarak bize kadar gelen bir dizi sorgulayıcı söylem üretmişlerdir.

Söylemlerden biri ‘uygarlık’ ve ‘barbarlıkla’ ilgilidir. Bir ikincisi kültürel kimlik hakkındadır ve ayrım ve sınır çizgisinin nerden geçebileceği konu edinir. Üçüncüsü, teknik ve topumsal incelemenin yalnız kazanım değil kayıplarda – bilinç ve akılcı davranışın, doğal ve kendiliğinden olandan kopuşu- getirdiğini içeren köklü bir özeleştiridir.

Karadeniz’deki karşılaşmanın tahrik ettiği bu üç tema, klasik dünyada tartışılmıştır. Batı Roma İmparatorluğunun İS altıncı ve yedinci yüzyıllarda çöküşünden sonra bu tartışmalar terk edildi. Ama modern çağların başında, Amerikalar, Afrika ve Asya’yla karşı karşıya gelince ve daha sonra ulusçuluk ideolojisinin gelişmesiyle, çok daha belirleyici bir acillikle Avrupa vicdanında gene sorgulanır oldular. Karadeniz’in kendisinde ise bu konular yaşandığı kadar tartışılmadı. Balık kurutma kafesleri ve tütsüleme yerlerinin çevresindeki etnik ve toplumsal karışımın tipik örüntüleri halen tamamıyla tarih olmuş değil.

Ünlü kitabı Güney Rusya’da İranlılar ve Yunanlılar’ın girişinde Rus Mihail Rostovzeff şunları yazar: “Çıkış noktam olarak Güney Rusya adını verdiğimiz bölgenin oluşturduğu birliği alıyorum: Bu geniş ülkede çeşitli etkilerin kesişmesini – Doğu ve güneyden Kafkasya ve Karadeniz yollarıyla gelen Yunan etksi; ve sonuçta, karma uygarlıkların yarattığı, zaman zaman ve çok garip bir oluşum.”

Bu “çok garip ve çok ilginç” toplulukların ortaya çıktığı tek bölge Karadeniz’in kuzey yöreleri değil ve ya bu yalnız klasik çağlara özgü de değil. Sonradan Konstantinapolis ve nihayet İstanbul olan Bizantion şehri, ortaçağlar boyunca ve yirminci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu sona erene kadar, böyle bir topluluktu. Ortaçağda Karadeniz’in güney sahilinde, Trabzon’daki Büyük Komnenos İmparatorluğu, Tuna deltası yanındaki on dokuzuncu yüzyıl Constanta’sı [Köstence] ve 1794’de Ukrayna sahilinde kurulan Odessa da öyle. Daha küçük ölçekte, bir zamanlar Kolkhis olan sahilde Yunan kolonileri olarak tarihleri başlayan ve Sovyet döneminin sonuna kadar çok farklı dil, din, adet ve soyun bir arada yaşadığı Sohumkale, Poti ve Batum gibi şehirler de.

Bu şehirler ‘garipti’ çünkü buralarda iktidar yoğunlaşmış değildi. Tersine, Deniz’in sıcak üst tabakalarında buharlaşan oksijen gibi bir çok topluluk arasında dağılmıştı.Yüce yönetici ünvanı, aile kökleri Türkik, İranlı veya Moğol olan pastoral bozkır göçebelerinden bir erkek veya kadıa verilmiş olabilirdi. Yerel yönetim ve ekonomik işleyiş Yunanlı, Yahudi, İtalyan veya Ermeni tüccarların eline bırakılmış olabilirdi. Genellikle kiralık olan askerler İskit veya Sarmat, Kafkasyalı veya Gotik, Viking veya Anglo- Sakson, Fransız veya Germen olabilirdi. Genellikle Yunanca’yı ve Yunan geleneklerini benimsemiş olan yerel halktan zanaatkârlar kendi haklarına sahipti. Yalnızca köleler – çünkü bu şehirler var oldukları zamanın çoğunda köle kullandılar ve köle ticareti yaptılar- hiç bir zaman iktidar sahibi değildi.

Kırım sahilindeki Sudak şehri önce Yunan, sonra Bizans ve sonunda Ceneviz kolonisi oldu. Şimdi Meganom Burnu’nun batısındaki kayalıkların üstünde eğilmiş, ortaçağ İtalyan duvar ve kuleleriyle çevrili bir alandan başka bir şey yok. Burada bana, Bizans temelleri arasına kazılmış bir mezar gösterdiler; içinde bir Hazar soylusunun gövdesi varmış.

Hicabi AY Göndermiş. Teşekkür ederiz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder