Köyümüzde bir GEMİLİK mevki var. "Yukarköy" dörtyanı sularla çevrili bir ADA olunca ve denizin dalgaları caminin ordan Karanlıkdere tarafına geçince akla hemen "yahu kardeşim bu denizin hiç işi gücü yok da bizim gibi dağın başındaki bir köye ne işler çevirmeye gelmiş" gibi abuk bir soru geliyor. Bu mitolojik bir olgu maalesef. O zaman bize düşen görev bunu destekleyecek başka vakalar bulmaktı. Araştırmacı kişiliği ile beni peşinden sürükleyen Hicabi AY kardeşim hatırlattı. Mitoloji tarihi başlıyor. (Ç.KOŞAR)
Ryan ve Pitman ekibi Karadeniz'in kuzeyinde Azar denizi kıyılarında çalışmışlar ve örnekler toplamışlardı. Elde ettikleri sonucu 350 sayfalık Nuh Tufanı adını taşıyan kitaplarında yayınladılar. Bu teoriye göre 7000 yıl önce dünya ikliminde büyük bir ısınma olmuş kutuplardaki buzullar erimiş, dünya çapında olarak dünyanın deniz düzeyi yükselmişti. Çoğalan sular okyanuslar vasıtası ile Akdeniz'i doldurmuş sonra o zamanlar kara olan Ege'yi istila etmiş, (belki de mitolojide konu edilen batık Atlantis kıtası) Marmara’dan geçerek İstanbul Boğazı üzerinden Karadeniz'e ulaşmıştır. O zamanlar İstanbul Boğazı'nda bir bariyer yani bir eşik bulunuyordu. Tariflerine göre o kadar fazla miktarda su geldi ki Niyagara Şelalelerinden birkaç kat büyüklükte bir şelale oluştu ve küçük kapalı bir göl olan Karadeniz'i doldurdu. Daha sonra Karadeniz'e gelen Ballard ve ekibi ise (2001)'de su seviyesi farkının 140 metre olduğunu hesapladılar.
Yazı dizisinin Tamamını okumak için
Türk Boğazları ile ilgili Mitoloji
Türk Boğazlarında mitoloji, tarih ve gerçekler iç içedir. Antik çağın en eski efsanelerinde Türk Boğazları önemli yer tutar. Bunlardan bazılarına kısaca değinmek Türk Boğazları’nın mitolojik geçmişi açısından ilginç olacaktır.
İstanbul Boğazı ya da antik çağdaki adıyla Bosporus için en önemli mitolojik efsane, bizzat Bosporus adıyla ilgilidir. Bu efsaneye göre Baş Tanrı olan Zeus, Argos kenti kralı Inakhos’un mavi gözlü kızı Io’ya aşık olur. Io ile buluşmak için, Olympos dağındaki sarayından aşağıya iner. Ancak, Zeus ne kadar çapkınsa, karısı Hera da o ölçüde kıskançtır. Bu ilişkiyi fark eder ve o da kıskançlık ateşiyle Olympos’dan inerek Zeus’un peşine düşer. Ancak Zeus karısının kendisini aramak üzere yeryüzüne indiğini anlar ve Io’yu ondan gizlemek için, ineğe dönüştürür. Ancak, inek o kadar güzeldir ki, Hera, ona hayran olur ve şüphelenir. Zeus’dan ineği ister. Zeus, onun büsbütün şüphelenmesini engellemek için, ineği verir. Hera, ineği alır ve Argus’u onun başına bekçi koyar. Argus adlı çobanın özelliği, hiç uyumamasıdır. Arkasında bile gözü vardır ve ineği arkasında iken bile görür. Çünkü kafasında çelenk gibi dizilmiş gözleri vardır. Güneş battığı zaman bu gözlerden bazılarını kapayıp, onlarla uyumaktadır. Gündüzleri ineği çayırda otlatıp, geceleri de tamamen kapalı bir ahıra koyup, kapısında nöbet bekler. Ancak Zeus, her ne kadar ineği kendi vermiş olsa da, zavallı Io’nun çektiklerine dayanamaz. Oğlu ve habercisi Hermes’i çağırarak ona inek haline sokmuş olduğu Io’yu kurtarması buyruğunu verir.
Hermes, yüz gözlü çoban Argus’un elinden Io’yu kurtarmak için bir plan yapar. Yüz gözlü Argus’u uyutmak için uyku tanrısı Hypnos’dan yardım istemeyi düşünür. Hypnos, güneş ışıklarının girmediği, karanlık loş bir sarayda sessizlik içinde oturmaktadır. Yatağının üzerinde haşhaş çiçekleri bulunmaktadır. Haberci tanrı Hermes, ayağına tezdir, hızla ve sessizce saraydan içeri süzülerek, Hypnos’dan çiçeklerden vermesini ister. Hypnos, müthiş devleri bile uyutmaya yeteceğini söyleyerek, çiçeklerden bir avuç verir. Hermes, sevinçle saraydan çıkar ve ayaklarına kanatlarını takarak hızla Argus’un yakınlarına gelir, burada çoban kılığına girerek koyunlarını otlatmaya başlar. Argus’un yanına yaklaştığında ise haşhaş çiçeklerini kavalına doldurarak ona doğru üflemeye başlar. Argus, kaval sesi ve kokunun etkisiyle uyur.
“Io” korkunç bekçi Argus’dan kurtulur kurtulmasına ama, Hera yine de onun peşini bırakmaz. İneğe büyük bir sinek musallat eder ve sinek Io’yu sürekli ısırır. Canı yanan hayvan da can havliyle kaçar. Önce Yunanistan’ın batı kısmında bulunan denize doğru koşar, bu denize verilen Ion denizi adı işte buradan gelir. Daha sonra Trakya’ya geçer. “Bosporus” dan Asya’ya atlar. “Bosporus” adını buradan alır ki “sığır geçidi demektir.
Io’ya ne olduğunu sorarsanız, Anadolu yaylalarında durmadan koşar, Finike’ye varır. Buradan Mısır’a geçer. Zeus, Io’yu Nil Nehri kıyılarında yakalar, burada ona musallat olan sineği yok ederek onu yeniden mavi gözlü bir kıza yani eski haline dönüştürür.
Argus ise Hera’nın gazabına uğrar, bekçilik görevini iyi yapamadığı için. Hera, onun yüz gözünü birden oyarak onlarla tavus kuşunun kuyruğuna süs yapar.
Mitolojik öykü burada da bitmez; Io’nun “Keroessa” adlı bir kız çocuğu olur. Keroessa’nın oğlu olan Megara’kı Byzas, daha sonra şehri kurduğunda Haliç’e annesinin adından esinlenerek “Keroessa” yani “Altın Boynuz” adını koyar.
Boğazlarla ilgili bir başka mitolojik kaynak da, MÖ 3. Yüzyılda yaşamış olan Apollonius Rhodius tarafından yazılmış olan “Argonautica” adlı eserdir. Bu kitapta o zamanlar gücün ve zenginliğin sembolü olan Altın Post’u ele geçirmek üzere Yunanistan’dan bugünkü Gürcistan’a inşa ettiği gemisiyle seyahat eden Jason’un maceraları anlatılmaktadır. Bu öykü de kısaca şöyledir:
Bugünkü adıyla Yunanistan’daki Teselya, o zamanki adıyla Boiotia’ya egemen olan Orchomenos’ların kralı Athamas, Kral Aiolos’un yedi oğlundan birisidir. Athamas, Phrixus ve Hele adlı iki çocuğunun annesi olan yarı-tanrıça Nephele’nin ölmesi üzerine Ino ile evlenir. Ino, üvey çocukları Phrixus ve Helle’den hiç hoşlanmaz. Üvey anne, onları ortadan kaldırmak için bir plan hazırlar; önce sadık adamlarına gizlice ekin tarlalarında ateş yaktırarak tohumları işe yaramaz hale getirtir. O yıl ekinler filiz vermeyince de, Kral Athamas’ı bu kuraklığın tanrıların gazabı olduğuna ve kahinlere başvurmaya ikna eder. Delphi’ye bir haberci gönderilir; ancak haberci şehre geri dönerken Kraliçe Ino, habercilere rüşvet vererek gerçek kehaneti değil kendi uydurttuğu kehaneti söyletir: buna göre, Tanrıların hoşnutluğunu kazanıp ekinlerin tekrar yeşermesini sağlamak için, iki küçük çocuğun, Phrixus ve Helle’nin, Zeus’a kurban edilmeleri gerekmektedir. Athamas buna karşı çıkar; ancak halkı açlık içindedir ve mısırların tekrar büyümesi için çocuklarının kurban edilmesi gerekmektedir. Çaresiz kalan Athamas, razı olur. Üstelik çocuklarını bizzat kendisinin kurban etmesi gerekmektedir. Şafakla birlikte Kral Athamas, kızı Helle ve oğlu Phrixus’u alarak Laphystium Dağı’na çıkar. Deri kılıfındaki bıçağını koltuğunun altında saklamıştır. Çocuklarına ava gittiklerini söyler. Kızı Helle, çevresinde dolaşmakta, çiçekler koparıp kardeşine vermekte ve onlardaki bu canlılık, zavallı babanın içini kanatmaktadır. “Zeus nasıl benden böyle bir şeyi isteyebilir” diye düşünür. Öte yandan, aklına açlıktan ölmekte olan halkı gelir. Halkı ondan bir şeyler yapmasını beklemektedir. “Zeus’un emrine uymak gerekir” der kendi kendine. Önce Helle’yi kurban etmeyi düşünür. Kurban etme işlemini gerçekleştirmek için taşlardan bir tapınak oluşturmaya başlar.
Bu sırada Olympos dağında Zeus, olayı takip etmektedir. Elinde bıçakla Athamas’ı görür ve onun kendisine çocuklarını kurban etmekte olduğunu fark eder. Oğlu ve habercisi Hermes’i çağırır; aynı anda Karısı Hera ve çocukların annesi Nephele yanına gelirler. Nephele; çocuklarının durumunu bulutların üzerinden görmüş ve Hera’dan yardım istemiştir. Zeus; Hermes’e Mycenae’den Altın Koç’u alıp olay yerine gitmesini emreder. Ve tam kurban edilmek üzerelerken, altın koç gökten iner, Phrixus ve Helle’yi sırtına alıp uzaklaşır.
Burada bir not ekleyip bir benzerliğe de dikkat çekmek isterim: Tıpkı kutsal kitaplarda sözü edilen ve Gılgamış Destanında da geçen Tufan gibi, burada da kutsal kitaplarla bir benzerlik bulunur. Yahudi ve Müslüman inancına göre de, çocuğunu Tanrı’ya kurban etmek isteyen Ibrahim peygamber tam bıçağı çocuğun boğazına dayadığı an, gökten bir koç inmiş, İbrahim Peygamber’in oğlu (Yahudi inanışına göre İshak, Müslüman inanışına göre Ismail) kurtulmuştur. Antik çağların bu efsanesinde de benzer bir olayın anlatılması ilginçtir.
Tekrar efsaneye dönersek; Phrixus ve Hele, Baştanrı Zeus’un gönderdiği Altın Koç’un üzerinde gökyüzünde yükselen güneş’in ülkesi Colchis’e doğru uçmaktadırlar. Başlarda korkarlarsa da, giderek bu seyahat hoşlarına gider. Bir boğazın üzerinden uçmaktadırlar ki o esnada Helle, kayar ve Koç’un üzerinden düşer. Düştüğü yer, “Helle’nin Denizi” anlamına gelen, “Hellespont” yani Çanakkale Boğazı’dır.
Kızkardeşinin düştüğünü gören Phrixus, altın koç’a daha sıkı sarılır ve koç onu Kral Aites’in ülkesine; Colchis’e götürür; yani bugünkü Gürcistan’a. Burada Kral Aites, altın bir koç’un sırtında gelen Phrixus’un gelişinin, tanrıların kendisinin krallığını desteklediklerinin bir işareti olarak görür; koç’u kendisinin de isteğiyle Zeus’a kurban ederler ve altından postunu da her zaman uyanık bir ejderhanın bekçilik ettiği Ares ormanında bir meşe ağacına asarlar. Phrixus ise Kral Aites’in kızlarından birisiyle evlenir. Aites’in bir kızı daha vardır: ilerde Jason’la kaçmak için babasına ihanet edecek olan Medea.
Kral Aiolos’un yedi oğlu olduğunu ve bunlardan Athamas’ın Boiotia’ya egemen olduğunu belirtmiştik. Aiolos’un bir diğer oğlu Kretheus da, Teselya’da bulunan Iolkos’un kralıydı. Oğlu Aeson, Üvey Kardeşi Pelias tarafından tahttan uzaklaştırılır. Pelias, kahinler kendisinin Aiolos sülalesinden gelen tek sandaletli (monosandalos) birisi tarafından öldürüleceğini söyleyince, Aeson’u derin bir zindanda hapse attırır, çocuklarının hepsinin de kılıçtan geçirtilmesini emreder. Ancak, annesi yeni doğmuş olan Jason’u tanrıların da yardımıyla kaçırmayı başarır. Jason, gizlice kendisini dağlarda büyütecek olan yarı insan-yarı at olan (Centaur) Chiron’a emanet edilir. 18 yaşına geldiğinde Chiron, Jason’a doğumuyla ve ailesiyle ilgili sırrı açıklar. Krallığın gerçek varisi olduğunu öğrenen Jason, tahtı geri istemek üzere Pelias’ın sarayına gitmek için yola koyulur. Bu esnada Hera, Kral Pelias’ın Poseidon onuruna düzenleyeceği festivale kendisini çağırmamasına kızgındır. Pelias’a karşı mücadele etmesi için bir ölümlüye ihtiyacı vardır. Yaşlı bir kadın kılığına girerek Jason’un karşısına çıkar ve kendisini nehrin karşı kıyısına geçirmesini rica eder. Jason, yaşlı kadını kırmaz, nehrin karşısına geçirir, ancak bu esnada sandaletlerinden birisi, Hera’nın da marifetiyle, suya gider. Jason testi geçmiş, Hera’nın desteğini kazanmıştır. Tek sandaletiyle şehirde dolaşan Jason’dan daha önceden tek sandaletli birisinin kendisini öldüreceği kehanetini bilen Pelias’ın haberi olur ve kendisini saraya çağırır. Jason; Pelias’dan aslında babasına ait olan krallığı ister; Pelias, zaman kazanmak ve Jason’dan da kurtulmak için ona başarılması olanaksız bir görev verir: “Bana Colchis’den altın post’u getir, sana krallığı vereceğim” der. Şüphesiz Pelias, Colchis’e yolculuğun çok zor ve tehlikeli olduğunun ve Kral Aites’in postu vermemek için savaşacağını bilmektedir. Jason görevi kabul eder ve yolculuk için hazırlık yapmaya başlar. Usta Argos Athena’nın da yardımıyla “asla çürümeyen” bir kereste çeşidinden 55 kürekli Argo gemisini inşa eder, Athena da, Dodona tapınağından getirilen ve insan sesiyle konuşabilen bir direği geminin pruvasına yerleştirir. Gemicilere gelince; 55 gemici arasında gemiyi inşa eden usta Argos, Truva savaşlarına neden olan güzel Helene’in kardeşleri Castor ve Pollux, yarı-tanrı güçlü Hercules, ozan Orpheus, canavar Minotor’u öldürecek olan Thesus; Hermes’in oğlu Echion; bizzat kral Pelias’ın oğlu Akostos da bulunmaktadır. Gemiciler Jason’ı kaptan seçerler.
Argo yola çıkar; yol boyunca yüz engel aşmaları ve birçok çatışmaya girmeleri gerekir. Bizi burada ilgilendiren asıl husus, Argos’un İstanbul Boğazı’ndan geçişidir. Rodos’lu Apollonius’un kitabında Argo’nun Boğaz akıntılarıyla boğuşmakta nasıl güçlük çektiği de anlatılır. Dolayısıyla antik çağlarda da ticaret amacıyla kullanılmakta olduğu anlaşılan Boğazın o zamanlar aşılması çok zor bir suyolu olduğu görülür. Bugünün güçlü makinelere sahip gemileri bile Boğaz’ın hızlı ve karışık akıntılarını yenme zorluk çekerken, o zamanın kürekle yürütülen tekneleri için bu akıntıları geçmenin ne kadar yorucu bir iş olduğunu tahmin etmek güç değildir. Kürekle yürütülen geminin bu akıntılara karşı yol almasını sağlamak için, hem kürekçilere kumanda edece, hem de dümeni yönetecek usta bir kaptana ihtiyaç vardır. Rodoslu Apollonius, şöyle yazıyor:
“Bosforus’un köpüklü boğazında gemiyi Itzo yönetti. Dalgalar dağlar gibi kabarıyor, sık sık bulutların üzerine kadar çıkıyor, teknenin içini dolduracak gibi görünüyordu. Artık hiç kimse ölümden kurtulabileceğini sanmıyordu; çünkü ölüm, geldim dercesine geminin üzerinde ve bulutların içinde dolaşmaktaydı. Dalgalar bu kadar korkunç olduğu halde zeki ve deneyimli bir pilot dümene geçince çabucak uysallaşacaktı”
Zorlu yolculuk başarıyla sonuçlanır ve Argo, Colchis’e varır. Kral Aietes’ den Altın Post’u isterler; Kral vereceğini söyler ama onun da şartları vardır. Burun deliklerinden alevler çıkaran demir ayaklı boğalarla çift sürmeyi ve dev ejderhanın dişlerini sökmeyi Hera’nın isteğiyle kendisine sevdalanan Medeia sayesinde başarır Jason. Ancak Aietes verdiği sözü tutmayınca Jason; yine Medeia’nın yardımıyla Altın Post’u asılı olduğu meşe ağacından çalar; bekçilik eden ejderha Medeia tarafından uyutulmuştur çünkü. Argonoutlar; Medeia’yı ve kardeşi Apsirtos’u da yanlarına alarak gemileri Argo’ya kaçarlar; kral gemileriyle peşlerine düşer; ancak Medeia, kardeşini parça parça keserek denize atar; kral da onun parçalarını toplayıp gömmekle vakit kaybederken, Argo kaçmaya muvaffak olur. Iolkos’a dönerler; ancak bu sefer de Pelias sözünü tutmaz. Medea’nın da yardımıyla Pelias öldürülür ve Jason, Iolkos’a kral olur.
Jason’ın seyahati, tarihçi Strabon’un bahsettiği “Barbarların en büyük pazarı” Tanais (Don) ırmağı kıyılarına kadar Yunan kentlerince girişilen kolonileştirme hareketlerinden izler taşır. Daha sonradan Odysseus’un maceralarında da Jason’un seyahatinin benzeri öğelere rastlanır.
Türk Boğazları’nın Tarihçesi
Çanakkale Boğazından girerek Karadeniz’e geçmek ve buradaki ticaretten ve sömürgecilikten pay kapmak, eski Yunan kentleri için önemliydi. Bu nedenle İlkçağda Çanakkale Boğazı, İstanbul Boğazı’na göre stratejik açıdan daha büyük bir önem taşımaktaydı. Truvalıların Yunanlılarla yapmış oldukları ve MÖ 1250 yıllarına tarihlenen savaş, mitolojide her ne kadar güzel Helene’in Truvalı Paris tarafından kaçırılması nedenine bağlanırsa da, asıl ve mantıklı nedenin Batı’nın Doğu’nun zenginliklerini ele geçirmek için saldırması ve Doğu’nun yani Anadolu’nun da buna karşı direnmesidir demek, mantıklı bir yaklaşımdır. O zamanlarda Akdeniz’i kontrolü altında bulunduran antik Yunan güçleri; Karadeniz ile ticaretlerini geliştirmede Boğazların kontrolünü elinde bulunduran Priamos’un Truva’sını engel olarak görüyorlardı. Bazı araştırmacılar; Truva savaşını o devirde Boğazların kontrolünü ele geçirmek için yapılmış bir dünya savaşı olarak tarif ederler[1].Savaşta Yunan şehir devletleri nasıl birlik oluşturmuşlarsa; Anadolu devletleri de Kral Priamos’un etrafında güçlerini birleştirmişlerdi. Şüphesiz Boğazların denetim altında tutulması büyük önem taşımaktaydı ve Truva buna bir engel oluşturuyordu. O tarihlerde, Karadeniz’in doğu ucunda ticaret gelişmişti ve altın üretimi yapıldığı, bu amaçla altın aranması amacıyla koyun postunun kullanıldığı ve Altın Post efsanesinin bölgeye aslında altın avcılığına giden Yunan denizcilerinin efsanesi olduğu da söylenmektedir. Ancak Truva’nın düşmesinden sonra; Yunanlılar; Karadeniz'de kolonileşmeye muvaffak olabilmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmet
Nitekim; Truva savaşının meydana gelmesinden 27 Yüz Yıl sonra; 1462 yılında İstanbul Fatihi 2. Mehmet; Lesbos (Midilli) Adasına sefer düzenlerken; ordusuyla birlikte Çanakkale Boğazı’nı geçerek İlion’a varmış; burada sarayın tarih yazıcısı Kritobulos ile birlikte Troia bölgesinin yıkıntılarını ziyaret etmiştir. Kritobulos; burada Truva Kahramanlarının öykülerini dinlemiştir. Kritobulos; Fatih'in şöyle dediğini yazar: “Allah, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, bu şehrin ve halkının intikamını alma hakkını bana nasip eylemiştir”. Bu sözleri; bize Fatih’in kendisini Anadolu insanı ve Anadolu tarihinin ve kültürünün bir parçası saydığını göstermesi açısından ayrıca önemlidir.
Karadeniz’i kontrol etmek için güçlerin birleşmesi açısından Truva savaşından binlerce yıl sonra Çanakkale Savaşları birbirine benzerlik gösterir.
Çanakkale Boğazı, Med ve Peleponez savaşları sırasında Persler ile Atina ve Sparta arasında bir anlaşmazlık konusu oluşturmuşlardır.
M.Ö. 512 yılında Pers Kralı Darius İskitleri kovalarken İstanbul Boğazı’nın en dar yerine bir köprü kurdurarak 70.000 kişilik ordusunu Anadolu’dan Rumeli’ye geçirmiştir.
Bu köprüden tarihçi Herodotos da söz eder; ancak kesin yeri belli değildir. Bu köprü muhtemelen yan yana dizilen gemiler üzerine kalaslar döşenerek oluşturulmuştu. Herodotos şöyle anlatır: “Denizi seyreden Darius geriye dönerek Samos’lu Mondrokles’in yapmış olduğu köprüye doğru yelken açtı. Darius’un Bosporos üzerine kurdurduğu köprü; Byzantion ile Karadeniz’in ağzındaki tapınağın orta yerine düşer.”
MÖ 480 yılında Pers kralı Kserkes I de Çanakkale’de muhtemelen bugünkü Çanakkale ile Kilitbahir arasındaki bölgede 300 gemiden oluşan bir köprü yaptırmış ve 150 bin kişilik ordusunu buradan Avrupa’ya geçirmiştir. MÖ 364 Yılında da Büyük İskender’in orduları Çanakkale Boğazı’nı kullanarak Anadolu’ya geçmiştir. Daha sonra her iki boğaz da stratejik önemini yitirmiş ve bu durum Hellenistik Dönem ve Roma Döneminde devam etmiştir; çünkü stratejik önem Akdeniz’in diğer bölgelerine kaymıştır. MS 300 yıllarında Kral Konstantin’in Bizantion’u Roma İmparatorluğu’nun başkenti ilan etmesi, Batı’dan Doğu’ya ulaşımı yeniden önemli hale getirmiş ve Boğazlar stratejik önemini yeniden kazanmıştır. Ancak, yine de, Boğazların önemi Karadeniz ülkelerinin gelişmesi ile doğru orantılı olduğundan, boğazların stratejik olarak asıl önemini kazanması için 18. Yüzyılda büyük bir kara devleti haline gelmiş olan Rusya’nın Karadeniz’in kuzey kıyılarına yerleşmeye başlaması gerekecektir. Arap Orduları da; MS 670 ve daha sonra 717 Yılında Çanakkale Boğazı’nı geçerek Bizans üzerine yürümüşler ve başarısız kuşatma girişimlerinde bulunmuşlardır.
Boğazlar bölgesi; tarihi İpek Yolu’nun güzergahı üzerinde olması açısından da ticaret yolu olarak MÖ 2. Yüzyıldan itibaren önem arz etmiştir.
/Cahit İSTİKBAL
/Cahit İSTİKBAL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder