Merhaba. Anadolu Tarımının 150 Yıllık
Öyküsü başlıklı kitabınızda, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden günümüze
Anadolu’nun tarımsal dönüşümünü ele alıyorsunuz. Tarım, akademik alanda rağbet
gören bir konu başlığı değil. Neden bu başlıkta çalışmayı seçtiniz?
Merhaba. Gerçekten de, ortada finans
sektörünün muhtelif yönlerine dair bu denli popüler çalışma alanları varken,
tarım ekonomisi üzerine çalıştığınızda meslektaşlarınız tarafından aklınızdan
zorunuz olduğu düşünülüyor. Açıkça ifade edelim, kendi burjuva çerçevelerinden
haklılar. Finans uzmanı iktisatçı akademisyenler bankalara, şirketlere raporlar
hazırlıyor, danışmanlık yapıyor ve ciddi miktarda para kazanıyorlar. Tarım
çalıştığınızda böyle bir olanağınız yok.
Bu aslında emperyalist ekonomi
politiğin doğal bir sonucu. Emperyalizmin özü ihraç edilebilir, yani finansal
formda bulunan mali sermaye olduğu için, bu formdaki sermaye yapıları
emperyalist hiyerarşi içerisinde ticarete ve üretime yönelik yapıları hem
kontrol eder durumda hem de onların üzerinde bulunduğu için ana akım iktisat
daha çok bu alanla ilgileniyor ve bu alanda yapılan akademik çalışmalar da hem
daha “pazarlanabilir” hem de daha “yayınlanabilir” oluyor. Tarım ise üretken
sektörler içerisinde dahi hem daha düşük kâr oranlarına sahip, hem de mevsimsel
riskler barındırıyor. Dolayısıyla bu alan, toplumsal açıdan ne denli önemli
olursa olsun, sermayenin doğrudan yatırım yapmak istediği bir alan olmuyor.
Ben tarım üzerine çalışmayı birkaç
sebepten dolayı seçtim. Birincisi; sektörün toplumun büyük çoğunluğu açısından
önemi. Tüm insanlık tarım sektöründen sağlanan ürünler ile ya da o ürünlerin
işlenmiş haliyle besleniyor. İkincisi; bu sektör kırsal nüfusun büyük bir
bölümünü oluşturan köylülüğün başlıca geçim kaynağını oluşturuyor. Sektör
daraldıkça ve kapitalistleştikçe, köylülük de giderek topraktan kopuyor ve göç,
kitlesel işsizlik gibi pek çok toplumsal sorun bu kopuştan ürüyor. Son olarak;
kırsal alandaki sınıfsal ilişkilerin kıra özgün yapısı ve köylülüğün emeğiyle
geçinen bir sınıf olarak devrimci potansiyeli, soldaki en temel tartışma
başlıklarından biri olageldi. Bu konunun yeniden gündeme gelmesi, köylülüğün
çözülmekte olduğu günümüz Türkiyesi’nde özel bir önem taşıyor.
Yani kitabın amacı bu mu? Tarım
sektörünün önemini, köylülüğün güncel sorunlarını ve devrimci potansiyelini
tekrar tartışmaya açmak?
Tam olarak değil. Benim Anadolu
Tarımının 150 Yıllık Öyküsü’nü yazarken iki temel amacım vardı. Bunlardan
birincisi Marksist-Leninist teori ve ideolojinin tarıma yönelik tezlerinin
Türkiye özelinde bir kez daha ve güncel olarak yeniden üretilmesi, ikincisi
ise, tarım kesiminin sorunlarını ve bunlara yönelik ekonomik ve siyasi
tartışmaları ülkenin olmasa da sol siyasetin gündemine bir kez daha sokmaktı.
Kitabın şu ana kadar aldığı tepkilere
daha sonra geleceğiz. Öncelikle bize çalışmanızın bulgu ve sonuçlarını
özetleyebilir misiniz?
Herhangi bir olguyu, bu çalışma
özelinde Anadolu tarımını, uzun bir tarihsel dönem boyunca incelemek, söz
konusu olgunun bu dönem boyunca değişmeyen bir özelliği olduğu varsayımına
dayanmalıdır. Aksi takdirde neden birden fazla bağımsız dönemsel çalışma yerine
tek bir dönemsel çalışma yapıldığı açıklanamaz hale gelir.
Ben, kitapta ele aldığım 150 yıllık
dönemin (1858-2008), Anadolu tarımının kapitalistleşmesi açısından güçlü bir
süreklilik barındırdığını düşünüyorum. Dahası, Türkiye’nin burjuva sınıfının
kökenlerinin, büyük ölçüde bu süreçte zenginleşen ağa/eşraf sıfatlı toprak
sahiplerine dayandığını, bu sınıfın üzerinde yükseldiği ilkel birikimin de 19.
Yüzyıl itibariyle biriktirilmeye başladığını düşünüyorum. Dolayısıyla 150
yıllık öykü, bir kapitalistleşme öyküsü.
Bu yüzden çalışmayı toprakta özel
mülkiyetin Osmanlı’da artık yasal hale geldiği 1858 Tarihli Arazi Kanunnamesi
ile çalışmayı başlattım. Bahsettiğim ilkel birikim, bu tarihten itibaren,
kavuştuğu yasal dayanakların da desteğiyle iyice ete kemiğe bürünmeye; büyük
toprak sahipleri de, giderek kendi müstakil sınıf çıkarlarını savunan bir
sınıfsal yapıya dönüşmeye başladı. Bu kesim, Kemalist burjuva devriminin maddi
arka planını oluşturdu ve cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ülke yönetiminde
ciddi bir söz sahibi oldu. Bu dönemeçten itibaren Anadolu’da kapitalist üretim
biçimi geliştikçe, büyük toprak sahibi de burjuvalaşmaya ve üzerinden
zenginleştiği üretim aracı olan toprağa yabancılaşmaya başladı.
Bu burjuvalaşma süreci, 1960’da toprak
ağalarının partisi olan Demokrat Parti’nin iktidardan indirilmesiyle özel bir
dönemeç aldı ve 20. Yüzyılın son çeyreğinde tamamlanmış diyebileceğimiz bir
noktaya ulaştı. 12 Eylül darbesinin ardından uygulamaya konulan neoliberal
ekonomi politik, önce ticareti, ardından bankacılığı teşvik ederken büyük
sermaye tarımdan çekildi. Bugün sektörde yaşanmakta olan yıkımın öncüsü olan
1998 IMF programı ve onun ardılları (Kemal Derviş’in Güçlü Ekonomiye Geçiş
Programı ve AKP’nin varlığı dahi şüpheli olan tarım politikası), bu yapı
üzerinde yükseldiler.
Öte yandan Anadolu tarımının kapitalistleşmesi
kesinlikle “bitmiş” bir süreç değil.
Tam burada araya girip bir soru sormak
istiyorum. Sürecin bitmediğini söylüyorsunuz. Diğer yandan çalışmanız bir
iktisat tarihi çalışmasını andırıyor. Burada bir tezat yok mu?
Hayır, zira dediğim gibi, süreklilik
ve kopuşlarla birlikte yürüyen, ancak henüz bitmemiş, kapitalist üretim biçimi
Anadolu’da hâkim olduğu müddetçe de bitmeyecek bir süreç söz konusu. Ben tarihe
idealist değil, materyalist bakıyorum. Bence en büyük kopuşların içinde dahi
bir süreklilik; bu süreklilik ile yaşanan kopuşlar arasında da diyalektik
ilişki vardır.
Dolayısıyla tarihsel süreçler asla
devamı olmayan bir takım sonal zirvelere, ideallere ulaşmaz, ancak bazı önemli
eşikler atlar, dönemeçlerden geçerler. Bu dönemeçler kitabın ele aldığı
tarihsel dönemin alt dönemlerinin milat noktalarını oluşturuyorlar. Böylelikle
ortaya hem önemli kırılma noktalarını vurgulayan, hem de bu noktaların
arasındaki alt dönemlerin iç sürekliliklerindeki başat belirleyenleri öne
çıkartarak inceleyen bir bütün çıkıyor.
Bu aynı zamanda, daha önce başka bir
söyleşide ve kimi şifahi eleştirilerde dile getirilen “150 yıl 200 sayfaya
nasıl sığıyor?” sorusuna da yanıt teşkil ediyor. Tarihe baktığınızda, eğer net
bir çerçeveyle ve bir amaç dâhilinde bakmıyor, “tarım tarihi” gibi genel bir
konuda olgular bütününe bakmaya çalışıyorsanız, bulacağınız olgu sayısı sonsuza
yakındır. İstediğiniz kadar kendinizi dönemsel veya coğrafi olarak sınırlayın,
tarihçi Edward Halett Carr’ın “olgular denizi” diye ifade ettiği bu sorundan
kurtulamazsınız veya elinizde bilimsel açıdan güncel geçerliği ve ülkeye
faydası çok kuşkulu bir çerçeve kalır. Dolayısıyla bana göre bir ekonomi
politik çalışması kendisini, herhangi bir tarihsel veya coğrafi sınırlamadan
önce, olgulara dair “tayin edicilik” testiyle sınırlamalıdır; zira herhangi bir
dönem ve coğrafyada, ele alınan meseleyi etkileyen sayısız faktör, olay ve
süreç olabilir. Ne var ki, bunların içinde başat ve belirleyici olanların
sayısı sınırsız değil, aksine çoğunlukla gayet sınırlıdır.
Dolayısıyla, söz konusu mesele Anadolu
tarımının kapitalistleşmesi ise, dönemlendirme bu meseleyi etkileyen ana
kırılmalar, dönemler ise yine bu olguyu etkileyen başat faktörler doğrultusunda
ele alınmalıdır. Bu şekilde çalışıldığında, kanımca 200 sayfa yeterli oldu.
Aksi takdirde, bir önem hiyerarşisi gözetmeden bulabildiğim tüm olguları bir
bağlama sığdırmaya çalışsaydım, ortada bağlam falan kalmaz, 200 değil 20 bin
sayfa dahi yetmezdi. Olgular arasında hiyerarşi değil eşitlik olduğu ve her
şeyin “karşılıklı bağımlı” olduğuna dair postmodern tezin, bilimi belirleyici
tahlil ve müdahaleler yapmaktan alıkoyan, gerici bir tez olduğunu; bu
gericilikle şiddetle mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
O halde kitabınızın güncele dair
sonuçları da bulunuyor. Biraz da bunlardan bahseder misiniz?
Böyle sonuçları olmasaydı, en azından
bence hayli faydasız bir çalışma olurdu.
Şöyle özetlemek mümkün: Anadolu tarımı
uzun süredir “kapitalist” bir nitelikte yapılıyor; ancak bu üretim biçiminin
tarım sektöründeki doğal sonuçları olan köylülüğün topraktan kopması, toprak
mülkiyetinin merkezileşmesi ve yalnızca tarımsal ürünlerin değil, başat
tarımsal üretim aracı olan toprağın da metalaşması gibi dönüşümler bilhassa
1998’den bu yana hız kazandı. Tarımsal destek sistemi tasfiye edildi, tarım
sektörüne yönelik kamu kuruluşları özelleştirildi ya da kapitalist şirketler
gibi davranan, “kârlı” işletmelere dönüştürüldü. Kooperatiflerden devlet
desteği çekildi, Ziraat Bankası kredi verirken iyice seçici, büyük mülk sahiplerine
yönelik bir politika uygulamaya başladı vs.
Bunun ilk ve çarpıcı sonucu tarım
sektörünün yarattığı istihdamın çözülmesi oldu. 1998 yılında yaklaşık 9 milyon
civarında olan tarım sektörü istihdamı, 4,5 milyona dek geriledi. Ayrıca
uygulanan politikalar, küçük üreticiyi üretemez hale getirdi ve önemli miktarda
küçük mülk kullanılmamaya; köyler yaşlı insanların emekli maaşları ve kentteki
çocuklarının yardımlarıyla yaşadıkları yerlere dönüşmeye başladı.
Bu süreç, AKP’nin tarım politikaları
tarafından daha da derinleştirildi. Bu politikalar, başka pek çok alanda olduğu
gibi bu alanda da devleti vatandaşa hizmet eden değil, kuluna sadaka veren bir
konuma getirdi. Bugün köylerde kalan insanlar, yüksek kalite fındık, ihracata
yönelik yaş sebze ve meyve gibi kimi ayrıcalıklı ürünleri üretecek olanaklara
sahip değillerse, eskisine göre çok daha düşük, ama üretimi teşvik etmeyen
destekler alıyor ve bu destekler sayesinde kitlesel olarak topraktan kopmuyor.
Ne var ki bu sürecin de geçici olması beklenmeli. Kullanılmayan topraklar
nihayetinde değerlendirilmeyen bir üretim aracıdır ve uzun süre boyunca
değerlendirilmeyen bir üretim aracı kendisi değersizleşerek el değiştirir. Ben
bu çerçevede en geç bir kuşak sonra, Türkiye’nin köy nüfusunun bugünkünden daha
da ciddi biçimde azalmış olacağını düşünüyorum.
Diğer yandan, son on yılda tarımsal
ürünlerin, bilhassa da tahılların petrol fiyatlarına paralel olarak
gösterdikleri istikrarsızlık, bu alanda ciddi spekülasyon fırsatları doğurdu.
Bu çerçevede emperyalist sermaye gruplarının azgelişmiş ülkelerde büyük
miktarda tarım arazisi satın alıyor ya da uzun süreliğine kiralayarak tasarruf
hakkını ele geçiriyor olduğunu görüyoruz. AKP’nin politikaları bu sermaye
gruplarına hizmet ediyor. Şu anda Türkiye’de Polatlı, Konya ve Harran ovaları
gibi önemli tarım havzalarında ne kadar toprağın yabancıların kontrolüne
geçtiğini bilmiyoruz; zira topraklar genelde doğrudan satılmıyor, 49 yıllığına
kiralanıyor ve bir özel mülk sahibinin mülkünü bir başkasına kiralaması
“ticari” bir bilgi, kamuoyunun da bu bilgiye serbestçe ulaşma hakkı yok.
Bu iki dinamiğin bileşkesi, tarımın
giderek daha fazla işçi emeğiyle ve giderek daha fazla yabancı şirketler eliyle
yapılması manasına gelecektir. Ben bu tablodan Türkiye sosyalist hareketi için
tarım sorununa müdahale etme açısından önemli fırsatlar, dolayısıyla
yurtseverlere ve sosyalistlere önemli görevler çıkacağını düşünüyorum.
Yani mevcut durum sosyalistleri
çağırıyor…
Kesinlikle, ve 1970’lerden bu yana hiç
olmadığı kadar. Ne var ki artık Türkiye sosyalist hareketinin tarıma bakışının
bilimsel ve gerçekçi hale getirilmesi gerekiyor. Tarım sektörünün büyük sermaye
tarafından ele geçirilmesi ve köylülüğün topraksızlaşarak işçileşmesi
kapitalist üretim biçiminin gelişmesinin doğal bir sonucudur. Sosyalist
devrimcilik, kapitalist üretim biçiminin gelişme eğilimlerini tersine
döndürmeye değil, o eğilimlere içkin çelişkilerin emekçi sınıflarda yarattığı
gerilimini, devrimci bir kopuşa doğru örgütleme ve yönlendirme faaliyetidir.
Bugün köylünün işçileşmesi de, yabancılara toprak satışı da, tarım işçilerinin insanlık
dışı çalışma koşulları da bu çerçevede ele alınmalıdır; zira tüm bu başlıklar,
bütünlüklü bir devrimci programın parçası haline getirildiğinde anlam kazanır.
Bu sebeple kitabın son kısmında “nasıl bir tarım programı?” sorusunu ele almaya
çalıştım.
Kitabınız yayınlanalı 5 aydan fazla
bir süre oldu. Bu süre zarfında ne gibi tepkiler/eleştiriler aldınız?
Kitaba dair şu ana dek yapılan sözlü
ve yazılı tepkiler genelde olumlu. Bunlar dışında yazılı olarak şu ana dek
Hasan Cengiz Yazar bir eleştiri kaleme aldı; ayrıca katıldığım panellerde
yöneltilen eleştiriler oldu. Genelde eleştiriler, bekleneceği üzere köylülüğe
yönelik çalışmaların devrimci potansiyeliyle ilgiliydi. Köylülüğe yönelik
çalışmaların ancak sosyalist devrimci merkezi bir faaliyetin bir parçası olarak
anlam taşıyacağını söylediğinizde, yanlış bir özne tayin ediyor ve köylülüğü
küçümsüyor olduğunuza dair, çeşitli sertlikteki eleştirilere yanıt vermek
durumunda kalıyorsunuz.
Ben bunun, köylülüğe dair çalışmaların
çoğunlukla salt köylülüğün ekonomik çıkarlarına yönelik ve çoğunlukla bizzat bu
toplumsal yapıya mensup kişiler tarafından yapılıyor olmasından kaynaklandığını
düşünüyorum. Eğer devrimci mücadele içerisinde köylülüğe yönelik çalışmaların
“kaypak bir zeminde” yürütülmek zorunda olduğuna yönelik tespitinize “bana
kaypak dedi” şeklinde yanıt verilebiliyorsa, burada akıl değil duygular
konuşuyor demektir ve bu olsa olsa, yanıtı veren kişinin kendisini, üzerinde
çalıştığı zeminle özdeşleştirmiş olmasından kaynaklanır.
Ne var ki, mülkiyete dayalı toplumsal
ilişkiler, beğenilse de beğenilmese de kendilerini dayatırlar. Herhangi bir
iktisadi alanda (bizim örneğimizde tarım ve kırsal kesimde) mücadele
yürütecekseniz, sosyalist devrimci bir çerçevenin önceliği bu alandaki mülksüz
işçilerdir. Küçük mülk sahibi muhtelif yapılar bundan sonra gelir, zira
sınıfsal kimliği mülkiyet sahipliği oluşturur. Zeminin kaypaklık sebebi
mülkiyettir, çünkü sosyalizm hedefi açısından özel mülkiyet bir zehirdir. Bir
panelde dehşetle gördüm ki, benim bu vurgumu eleştirmek ve asli öznenin küçük
mülk sahibi köylülük olduğunu ispatlayabilmek için Türkiye’de mevsimlik
işçiliğin önemsiz bir küçük kesim olduğu dahi iddia edilebiliyor.
Türkiye’de Leninizm-Maoizm ayrımı
gölgesinde ve Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışmasının önemli bir
bileşeni olarak yürüyen tarım sorunu tartışması bence bitmiş bir tartışma
değildi. Tepkilerin bilhassa bu başlıktan gelmesi de tartışmanın bitmemiş
olduğunu gösteriyor. Ne var ki, tarafların teorik pozisyonları bugün değişmiş durumda.
Görünen o ki Türkiye’nin sosyalist devrimcileri, Sovyetler Birliği’nin
dağılmasını zor da olsa göğüsledi ve bu acı yıkımın altından kalktı. Ancak aynı
metaneti Çin Halk Cumhuriyeti’nin yaşadığı burjuvalaşma süreci karşısında milli
demokratik devrimcilerin gösterebildiğini söylemek zor, zira ciddi bir
teorik-ideolojik deformasyon göze çarpıyor. Başka türlü kitaba getirilen tek
yazılı eleştiride, “günümüzde solda, sosyal hareketler siyasi partiler[den]
bağımsız olmalı” gibi bir küçük burjuva tezin alıntılanmasını açıklayamayız.
Devrimci siyaset devrimci parti ile yapılır ve tarih partisiz “hareket”lerin er
ya da geç bir çeşit küçük burjuva sapmaya yöneldiklerini göstermiştir.