27 Nisan 2015 Pazartesi

Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü


Nevzat Evrim Önal ile "Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü" üzerine konuştuk...

Merhaba. Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü başlıklı kitabınızda, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden günümüze Anadolu’nun tarımsal dönüşümünü ele alıyorsunuz. Tarım, akademik alanda rağbet gören bir konu başlığı değil. Neden bu başlıkta çalışmayı seçtiniz?

Merhaba. Gerçekten de, ortada finans sektörünün muhtelif yönlerine dair bu denli popüler çalışma alanları varken, tarım ekonomisi üzerine çalıştığınızda meslektaşlarınız tarafından aklınızdan zorunuz olduğu düşünülüyor. Açıkça ifade edelim, kendi burjuva çerçevelerinden haklılar. Finans uzmanı iktisatçı akademisyenler bankalara, şirketlere raporlar hazırlıyor, danışmanlık yapıyor ve ciddi miktarda para kazanıyorlar. Tarım çalıştığınızda böyle bir olanağınız yok.

Bu aslında emperyalist ekonomi politiğin doğal bir sonucu. Emperyalizmin özü ihraç edilebilir, yani finansal formda bulunan mali sermaye olduğu için, bu formdaki sermaye yapıları emperyalist hiyerarşi içerisinde ticarete ve üretime yönelik yapıları hem kontrol eder durumda hem de onların üzerinde bulunduğu için ana akım iktisat daha çok bu alanla ilgileniyor ve bu alanda yapılan akademik çalışmalar da hem daha “pazarlanabilir” hem de daha “yayınlanabilir” oluyor. Tarım ise üretken sektörler içerisinde dahi hem daha düşük kâr oranlarına sahip, hem de mevsimsel riskler barındırıyor. Dolayısıyla bu alan, toplumsal açıdan ne denli önemli olursa olsun, sermayenin doğrudan yatırım yapmak istediği bir alan olmuyor.

Ben tarım üzerine çalışmayı birkaç sebepten dolayı seçtim. Birincisi; sektörün toplumun büyük çoğunluğu açısından önemi. Tüm insanlık tarım sektöründen sağlanan ürünler ile ya da o ürünlerin işlenmiş haliyle besleniyor. İkincisi; bu sektör kırsal nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan köylülüğün başlıca geçim kaynağını oluşturuyor. Sektör daraldıkça ve kapitalistleştikçe, köylülük de giderek topraktan kopuyor ve göç, kitlesel işsizlik gibi pek çok toplumsal sorun bu kopuştan ürüyor. Son olarak; kırsal alandaki sınıfsal ilişkilerin kıra özgün yapısı ve köylülüğün emeğiyle geçinen bir sınıf olarak devrimci potansiyeli, soldaki en temel tartışma başlıklarından biri olageldi. Bu konunun yeniden gündeme gelmesi, köylülüğün çözülmekte olduğu günümüz Türkiyesi’nde özel bir önem taşıyor.

Yani kitabın amacı bu mu? Tarım sektörünün önemini, köylülüğün güncel sorunlarını ve devrimci potansiyelini tekrar tartışmaya açmak?

Tam olarak değil. Benim Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü’nü yazarken iki temel amacım vardı. Bunlardan birincisi Marksist-Leninist teori ve ideolojinin tarıma yönelik tezlerinin Türkiye özelinde bir kez daha ve güncel olarak yeniden üretilmesi, ikincisi ise, tarım kesiminin sorunlarını ve bunlara yönelik ekonomik ve siyasi tartışmaları ülkenin olmasa da sol siyasetin gündemine bir kez daha sokmaktı.


Kitabın şu ana kadar aldığı tepkilere daha sonra geleceğiz. Öncelikle bize çalışmanızın bulgu ve sonuçlarını özetleyebilir misiniz?

Herhangi bir olguyu, bu çalışma özelinde Anadolu tarımını, uzun bir tarihsel dönem boyunca incelemek, söz konusu olgunun bu dönem boyunca değişmeyen bir özelliği olduğu varsayımına dayanmalıdır. Aksi takdirde neden birden fazla bağımsız dönemsel çalışma yerine tek bir dönemsel çalışma yapıldığı açıklanamaz hale gelir.

Ben, kitapta ele aldığım 150 yıllık dönemin (1858-2008), Anadolu tarımının kapitalistleşmesi açısından güçlü bir süreklilik barındırdığını düşünüyorum. Dahası, Türkiye’nin burjuva sınıfının kökenlerinin, büyük ölçüde bu süreçte zenginleşen ağa/eşraf sıfatlı toprak sahiplerine dayandığını, bu sınıfın üzerinde yükseldiği ilkel birikimin de 19. Yüzyıl itibariyle biriktirilmeye başladığını düşünüyorum. Dolayısıyla 150 yıllık öykü, bir kapitalistleşme öyküsü.

Bu yüzden çalışmayı toprakta özel mülkiyetin Osmanlı’da artık yasal hale geldiği 1858 Tarihli Arazi Kanunnamesi ile çalışmayı başlattım. Bahsettiğim ilkel birikim, bu tarihten itibaren, kavuştuğu yasal dayanakların da desteğiyle iyice ete kemiğe bürünmeye; büyük toprak sahipleri de, giderek kendi müstakil sınıf çıkarlarını savunan bir sınıfsal yapıya dönüşmeye başladı. Bu kesim, Kemalist burjuva devriminin maddi arka planını oluşturdu ve cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ülke yönetiminde ciddi bir söz sahibi oldu. Bu dönemeçten itibaren Anadolu’da kapitalist üretim biçimi geliştikçe, büyük toprak sahibi de burjuvalaşmaya ve üzerinden zenginleştiği üretim aracı olan toprağa yabancılaşmaya başladı.

Bu burjuvalaşma süreci, 1960’da toprak ağalarının partisi olan Demokrat Parti’nin iktidardan indirilmesiyle özel bir dönemeç aldı ve 20. Yüzyılın son çeyreğinde tamamlanmış diyebileceğimiz bir noktaya ulaştı. 12 Eylül darbesinin ardından uygulamaya konulan neoliberal ekonomi politik, önce ticareti, ardından bankacılığı teşvik ederken büyük sermaye tarımdan çekildi. Bugün sektörde yaşanmakta olan yıkımın öncüsü olan 1998 IMF programı ve onun ardılları (Kemal Derviş’in Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ve AKP’nin varlığı dahi şüpheli olan tarım politikası), bu yapı üzerinde yükseldiler.

Öte yandan Anadolu tarımının kapitalistleşmesi kesinlikle “bitmiş” bir süreç değil.

Tam burada araya girip bir soru sormak istiyorum. Sürecin bitmediğini söylüyorsunuz. Diğer yandan çalışmanız bir iktisat tarihi çalışmasını andırıyor. Burada bir tezat yok mu?

Hayır, zira dediğim gibi, süreklilik ve kopuşlarla birlikte yürüyen, ancak henüz bitmemiş, kapitalist üretim biçimi Anadolu’da hâkim olduğu müddetçe de bitmeyecek bir süreç söz konusu. Ben tarihe idealist değil, materyalist bakıyorum. Bence en büyük kopuşların içinde dahi bir süreklilik; bu süreklilik ile yaşanan kopuşlar arasında da diyalektik ilişki vardır.
Dolayısıyla tarihsel süreçler asla devamı olmayan bir takım sonal zirvelere, ideallere ulaşmaz, ancak bazı önemli eşikler atlar, dönemeçlerden geçerler. Bu dönemeçler kitabın ele aldığı tarihsel dönemin alt dönemlerinin milat noktalarını oluşturuyorlar. Böylelikle ortaya hem önemli kırılma noktalarını vurgulayan, hem de bu noktaların arasındaki alt dönemlerin iç sürekliliklerindeki başat belirleyenleri öne çıkartarak inceleyen bir bütün çıkıyor.

Bu aynı zamanda, daha önce başka bir söyleşide ve kimi şifahi eleştirilerde dile getirilen “150 yıl 200 sayfaya nasıl sığıyor?” sorusuna da yanıt teşkil ediyor. Tarihe baktığınızda, eğer net bir çerçeveyle ve bir amaç dâhilinde bakmıyor, “tarım tarihi” gibi genel bir konuda olgular bütününe bakmaya çalışıyorsanız, bulacağınız olgu sayısı sonsuza yakındır. İstediğiniz kadar kendinizi dönemsel veya coğrafi olarak sınırlayın, tarihçi Edward Halett Carr’ın “olgular denizi” diye ifade ettiği bu sorundan kurtulamazsınız veya elinizde bilimsel açıdan güncel geçerliği ve ülkeye faydası çok kuşkulu bir çerçeve kalır. Dolayısıyla bana göre bir ekonomi politik çalışması kendisini, herhangi bir tarihsel veya coğrafi sınırlamadan önce, olgulara dair “tayin edicilik” testiyle sınırlamalıdır; zira herhangi bir dönem ve coğrafyada, ele alınan meseleyi etkileyen sayısız faktör, olay ve süreç olabilir. Ne var ki, bunların içinde başat ve belirleyici olanların sayısı sınırsız değil, aksine çoğunlukla gayet sınırlıdır.

Dolayısıyla, söz konusu mesele Anadolu tarımının kapitalistleşmesi ise, dönemlendirme bu meseleyi etkileyen ana kırılmalar, dönemler ise yine bu olguyu etkileyen başat faktörler doğrultusunda ele alınmalıdır. Bu şekilde çalışıldığında, kanımca 200 sayfa yeterli oldu. Aksi takdirde, bir önem hiyerarşisi gözetmeden bulabildiğim tüm olguları bir bağlama sığdırmaya çalışsaydım, ortada bağlam falan kalmaz, 200 değil 20 bin sayfa dahi yetmezdi. Olgular arasında hiyerarşi değil eşitlik olduğu ve her şeyin “karşılıklı bağımlı” olduğuna dair postmodern tezin, bilimi belirleyici tahlil ve müdahaleler yapmaktan alıkoyan, gerici bir tez olduğunu; bu gericilikle şiddetle mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

O halde kitabınızın güncele dair sonuçları da bulunuyor. Biraz da bunlardan bahseder misiniz?

Böyle sonuçları olmasaydı, en azından bence hayli faydasız bir çalışma olurdu.

Şöyle özetlemek mümkün: Anadolu tarımı uzun süredir “kapitalist” bir nitelikte yapılıyor; ancak bu üretim biçiminin tarım sektöründeki doğal sonuçları olan köylülüğün topraktan kopması, toprak mülkiyetinin merkezileşmesi ve yalnızca tarımsal ürünlerin değil, başat tarımsal üretim aracı olan toprağın da metalaşması gibi dönüşümler bilhassa 1998’den bu yana hız kazandı. Tarımsal destek sistemi tasfiye edildi, tarım sektörüne yönelik kamu kuruluşları özelleştirildi ya da kapitalist şirketler gibi davranan, “kârlı” işletmelere dönüştürüldü. Kooperatiflerden devlet desteği çekildi, Ziraat Bankası kredi verirken iyice seçici, büyük mülk sahiplerine yönelik bir politika uygulamaya başladı vs.

Bunun ilk ve çarpıcı sonucu tarım sektörünün yarattığı istihdamın çözülmesi oldu. 1998 yılında yaklaşık 9 milyon civarında olan tarım sektörü istihdamı, 4,5 milyona dek geriledi. Ayrıca uygulanan politikalar, küçük üreticiyi üretemez hale getirdi ve önemli miktarda küçük mülk kullanılmamaya; köyler yaşlı insanların emekli maaşları ve kentteki çocuklarının yardımlarıyla yaşadıkları yerlere dönüşmeye başladı.

Bu süreç, AKP’nin tarım politikaları tarafından daha da derinleştirildi. Bu politikalar, başka pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da devleti vatandaşa hizmet eden değil, kuluna sadaka veren bir konuma getirdi. Bugün köylerde kalan insanlar, yüksek kalite fındık, ihracata yönelik yaş sebze ve meyve gibi kimi ayrıcalıklı ürünleri üretecek olanaklara sahip değillerse, eskisine göre çok daha düşük, ama üretimi teşvik etmeyen destekler alıyor ve bu destekler sayesinde kitlesel olarak topraktan kopmuyor. Ne var ki bu sürecin de geçici olması beklenmeli. Kullanılmayan topraklar nihayetinde değerlendirilmeyen bir üretim aracıdır ve uzun süre boyunca değerlendirilmeyen bir üretim aracı kendisi değersizleşerek el değiştirir. Ben bu çerçevede en geç bir kuşak sonra, Türkiye’nin köy nüfusunun bugünkünden daha da ciddi biçimde azalmış olacağını düşünüyorum.

Diğer yandan, son on yılda tarımsal ürünlerin, bilhassa da tahılların petrol fiyatlarına paralel olarak gösterdikleri istikrarsızlık, bu alanda ciddi spekülasyon fırsatları doğurdu. Bu çerçevede emperyalist sermaye gruplarının azgelişmiş ülkelerde büyük miktarda tarım arazisi satın alıyor ya da uzun süreliğine kiralayarak tasarruf hakkını ele geçiriyor olduğunu görüyoruz. AKP’nin politikaları bu sermaye gruplarına hizmet ediyor. Şu anda Türkiye’de Polatlı, Konya ve Harran ovaları gibi önemli tarım havzalarında ne kadar toprağın yabancıların kontrolüne geçtiğini bilmiyoruz; zira topraklar genelde doğrudan satılmıyor, 49 yıllığına kiralanıyor ve bir özel mülk sahibinin mülkünü bir başkasına kiralaması “ticari” bir bilgi, kamuoyunun da bu bilgiye serbestçe ulaşma hakkı yok.

Bu iki dinamiğin bileşkesi, tarımın giderek daha fazla işçi emeğiyle ve giderek daha fazla yabancı şirketler eliyle yapılması manasına gelecektir. Ben bu tablodan Türkiye sosyalist hareketi için tarım sorununa müdahale etme açısından önemli fırsatlar, dolayısıyla yurtseverlere ve sosyalistlere önemli görevler çıkacağını düşünüyorum.

Yani mevcut durum sosyalistleri çağırıyor…

Kesinlikle, ve 1970’lerden bu yana hiç olmadığı kadar. Ne var ki artık Türkiye sosyalist hareketinin tarıma bakışının bilimsel ve gerçekçi hale getirilmesi gerekiyor. Tarım sektörünün büyük sermaye tarafından ele geçirilmesi ve köylülüğün topraksızlaşarak işçileşmesi kapitalist üretim biçiminin gelişmesinin doğal bir sonucudur. Sosyalist devrimcilik, kapitalist üretim biçiminin gelişme eğilimlerini tersine döndürmeye değil, o eğilimlere içkin çelişkilerin emekçi sınıflarda yarattığı gerilimini, devrimci bir kopuşa doğru örgütleme ve yönlendirme faaliyetidir. Bugün köylünün işçileşmesi de, yabancılara toprak satışı da, tarım işçilerinin insanlık dışı çalışma koşulları da bu çerçevede ele alınmalıdır; zira tüm bu başlıklar, bütünlüklü bir devrimci programın parçası haline getirildiğinde anlam kazanır. Bu sebeple kitabın son kısmında “nasıl bir tarım programı?” sorusunu ele almaya çalıştım.

Kitabınız yayınlanalı 5 aydan fazla bir süre oldu. Bu süre zarfında ne gibi tepkiler/eleştiriler aldınız?

Kitaba dair şu ana dek yapılan sözlü ve yazılı tepkiler genelde olumlu. Bunlar dışında yazılı olarak şu ana dek Hasan Cengiz Yazar bir eleştiri kaleme aldı; ayrıca katıldığım panellerde yöneltilen eleştiriler oldu. Genelde eleştiriler, bekleneceği üzere köylülüğe yönelik çalışmaların devrimci potansiyeliyle ilgiliydi. Köylülüğe yönelik çalışmaların ancak sosyalist devrimci merkezi bir faaliyetin bir parçası olarak anlam taşıyacağını söylediğinizde, yanlış bir özne tayin ediyor ve köylülüğü küçümsüyor olduğunuza dair, çeşitli sertlikteki eleştirilere yanıt vermek durumunda kalıyorsunuz.

Ben bunun, köylülüğe dair çalışmaların çoğunlukla salt köylülüğün ekonomik çıkarlarına yönelik ve çoğunlukla bizzat bu toplumsal yapıya mensup kişiler tarafından yapılıyor olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Eğer devrimci mücadele içerisinde köylülüğe yönelik çalışmaların “kaypak bir zeminde” yürütülmek zorunda olduğuna yönelik tespitinize “bana kaypak dedi” şeklinde yanıt verilebiliyorsa, burada akıl değil duygular konuşuyor demektir ve bu olsa olsa, yanıtı veren kişinin kendisini, üzerinde çalıştığı zeminle özdeşleştirmiş olmasından kaynaklanır.

Ne var ki, mülkiyete dayalı toplumsal ilişkiler, beğenilse de beğenilmese de kendilerini dayatırlar. Herhangi bir iktisadi alanda (bizim örneğimizde tarım ve kırsal kesimde) mücadele yürütecekseniz, sosyalist devrimci bir çerçevenin önceliği bu alandaki mülksüz işçilerdir. Küçük mülk sahibi muhtelif yapılar bundan sonra gelir, zira sınıfsal kimliği mülkiyet sahipliği oluşturur. Zeminin kaypaklık sebebi mülkiyettir, çünkü sosyalizm hedefi açısından özel mülkiyet bir zehirdir. Bir panelde dehşetle gördüm ki, benim bu vurgumu eleştirmek ve asli öznenin küçük mülk sahibi köylülük olduğunu ispatlayabilmek için Türkiye’de mevsimlik işçiliğin önemsiz bir küçük kesim olduğu dahi iddia edilebiliyor.

Türkiye’de Leninizm-Maoizm ayrımı gölgesinde ve Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışmasının önemli bir bileşeni olarak yürüyen tarım sorunu tartışması bence bitmiş bir tartışma değildi. Tepkilerin bilhassa bu başlıktan gelmesi de tartışmanın bitmemiş olduğunu gösteriyor. Ne var ki, tarafların teorik pozisyonları bugün değişmiş durumda. Görünen o ki Türkiye’nin sosyalist devrimcileri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını zor da olsa göğüsledi ve bu acı yıkımın altından kalktı. Ancak aynı metaneti Çin Halk Cumhuriyeti’nin yaşadığı burjuvalaşma süreci karşısında milli demokratik devrimcilerin gösterebildiğini söylemek zor, zira ciddi bir teorik-ideolojik deformasyon göze çarpıyor. Başka türlü kitaba getirilen tek yazılı eleştiride, “günümüzde solda, sosyal hareketler siyasi partiler[den] bağımsız olmalı” gibi bir küçük burjuva tezin alıntılanmasını açıklayamayız. Devrimci siyaset devrimci parti ile yapılır ve tarih partisiz “hareket”lerin er ya da geç bir çeşit küçük burjuva sapmaya yöneldiklerini göstermiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder