“Ay gidi Garadenuz, doldu da daşamadu,
Yapmayalum
sevdaluk, yapanlar yaşamadu.”
Karadeniz Halk Şarkısı
Bu yazımızın konusu, bazısı bize hiçte
yabancı olmayan köyümüzün geçmiş, çok eski dönemleriyle, daha ziyade iklim ve
coğrafi olaylarla ilgili, kaynağını dini inançlardan alan anlatımlardır. Geçmiş
dönem denince elbette aklımıza tarih gelmektedir. Bu doğru bir algılamadır.
Ancak, yazımızın başlığında “tarih”
geçmesine rağmen burada anlatacaklarımız, köyümüzün siyasi ve kültürel tarihi
değil, bir yerde “söylence tarihi”dir.
Çünkü işin içinde “mit”ler vardır;
Deniz dalgalarının caminin oradan birbiya geçmesi, Gemirlik mevkiindeki gemi
bağlama kazıkları, ağaç kovukları, sırtına postunu sarma vb. Konuyu kaçırmamak
için anlatacaklarımızdan önce “tarih”
ve “mit” nedir bunların izahını
yapacağız. Sonra anlatacağımız hikâyeleri delillendirmeye çalışacağız.
Tarih
Tarih kavramını bilmeyenimiz yoktur. Tarih,
insanlığın siyasal ve sosyal konularda doğru karar vermesini sağlar. Tarih, bir
geçmiştir. Tarih, ders/ibret almayanlar
için tekerrür/tekrar eder. İnsan ömrü, hayatı kavrayıp anlamaya yetecek
kadar uzun değildir. Bunun için geçmişimizi/tarihimizi okuyarak günümüzle
birleştirir, yarınımıza ışık tutar, yönümüzü tayin ederiz. Üç boyutlu hayatın (Dün- Bugün- Yarın) bir boyutunu temsil
eder. Bu yönüyle tarih faydalı bir bilimdir.
Türk Dil Kurumu Sözlüğüne göre tarih
şöyle tanımlanmaktadır: “Toplumları,
milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan olayları, zaman ve yer
göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki
olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu
medeniyeti inceleyen bilimdir.” Bu konuda Prof. Fuat Köprülü’nün tanımını
da vermeden geçmek olmaz; Tarih “geçmiş zaman hayatını, mümkün olduğu kadar
hakikate uygun olarak yeniden ihya etmektir.”
Mitoloji
“Mitoloji Sözlüğü” yazarı Azra Erhat
bir yazısında şöyle der; ”İlkin Söz vardı, der Kitap. Bunu Platon duysa, “söz mü, hangi söz?”, diye sorar. Çünkü
eski Yunan dilinde söz kavramını vermek için bir değil, üç sözcük vardır: Biri
"mythos", öbürü "epos", üçüncüsü "logos". Mythos söylenen veya
duyulan sözdür, masal, öykü, efsane anlamına gelir. Ama mythos'a pek güven
olmaz, çünkü insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken birçok yalanlarla
süslerler.
Mitoloji, kâinatın yaratılış
öyküsüdür. Tarih, gerçeği araştıran bilimdir. Araştırmasını yaparken
karşılaştığı gerçekle örtüşmeyen, “uyduruk-kaydırık”
konulara “mit” adını verdi; söylence
dedi. Taa ki, 19.yy başına kadar. 1920’lerden sonra tarihçiler mitlerin
yaşadığı kültürlere, alanlara gittiler. Gördüler ki buralardaki mitler, en
kutsal, en gerçek anlatılardı.
Milletler, yeryüzünde kendilerini
dilleriyle idrak eder, düşünür ve böylece dış dünyasını tanzim eder. Bu açıdan
mitler, bilimin en ilkel halidir. Prof. Dr. Fuzuli Bayat’a göre “Her milletin, milli tefekkürünün, milli
psikolojisinin, kendine has özelliklerinin ilk kaynağı mitolojidir. Geniş
manada mitoloji dünyayı algılama sistemi olup bu algılamayı modelleştiren, dünya
görüşüdür.”
Uluslar
Ve Mitleri
Mitler,
ulus olma bilincinin oluşmasında çok etkilidir. Türk
Mitolojik malzemeleri Çin Denizi’nden Akdeniz’e kadar geniş bir coğrafi alanda
dağınık olarak bulunmaktadır. Bu konunun bilincinde olan Gazi Mustafa Kemal
Atatürk, sağlığında bu konulara önem vermiş. Türk Mitolojisini canlı tutmak
için önemli adımlar atmıştır. Güneş Dil Teorisiyle başlayan çalışmalar, Bozkurt
heykeli ve kâğıt paralarımızın üstünde Bozkurt resimlerinin yer alması bu
bilincin kazanılması konusunda yapılan girişimlerdi. Ancak, vefatından sonra “Türk Mitolojisi” terkedilmiş yerine “Yunan ve Latin Mitolojisi”ne
yönelinmiştir. Türklerin, Bozkurt sayesinde “Ergenekon’dan Çıkış Mit”i yerine bizlere Romalıların “Doğuş Miti” olan Kurt sütü emen “Remus ve Romulus” miti öğretilmiştir. Amerika
Birleşik Devletlerinde, NASA’nın toplam 16 denemelik uzay projesinine bile “ışık,
sanat ve kehanet tanrısı” manasına gelen Yunan Mitolojik Tanrısı “Apollo” adını vermiştir. (Bugün biz de
başladık mitolojik kurgularımızı bilimsel ve teknolojik eserlerimize vermeye;
Göktürk, Anka, Kartal…)
Roma Doğuş Miti
Türk Doğuş Miti
Tarih eğitiminin, tüm dünyada olduğu
gibi Türkiye’de de “iktidar”ın
“meşruiyet” araçlarından biri olarak tanımlandığı görülmüştür. Bırakın
mitolojik tarihimizin öğretilmesini, daha yüzyıl öncesinin tarihi bile “sövüle sövüle” öğretilmiştir/karalanmıştır.
“Geçen Yüzyılda Türkiye’de Tarih Dersleri” adlı araştırmasında Doç. Dr. Ahmet
Şimşek; “Cumhuriyetle birlikte “Türk
Tarih Tezi”ne oturan tarih eğitimi, 1940’lı yıllarda Hümanistik bir yaklaşımın
benimsenmesiyle Eski Yunan ve Roma vurgulu bir hal arz etmiştir. 1960’lardan
sonra ise anlayış, adım adım evrilerek 1980 sonrasında “Türk-İslam Sentezi”
yörüngesine girmiş, içerik olarak Türk tarihinin program ve ders kitaplarındaki
yoğunluğu gitgide artmıştır.” der.
Akbulut
Köyünün Mitik Tarihi
Tarih nedir? Mit nedir? Bunları
tanımlayıp, bizim için, bir millet için ne anlama geldiği konusuna değindikten
sonra Akbulut Köyü’ne gelebiliriz. Konumuz köyümüzün “Mitik Tarihi.” Elimizde yazılı bir kaynak yok. Olamaz da zaten. Bir
kere köy yerinde tarih deftere değil doğaya; toprağa, taşa, ağaca, havaya, suya
yazılır. Onu okuyabilmek için o havayı solumak, taşa toprağa dokunmak gerekir.
Kaçımız bunu becerebiliriz bilemem.
İnsanlar duyduklarını, gördüklerini
içinde tutamaz, saklayamaz; tutar önüne gelene anlatır. Kim dinler? Kim anlar?
Kim ibret alır? Oysa bir insanın, özellikle yaşı kemale ermiş bir insanın
konuşması O’nu dinleyenler için bir nimettir. İnsan boş konuşmaz. Hani derler
ya; “Biliyorsan bir şey söyle ibret
alsınlar, bilmiyorsan sus da insan sansınlar.” Ama her şeyin en iyisini, en
doğrusunu biz kendimiz bildiğimiz için başkalarının ne konuştuğunu pek kaale
almayız yani “kargadan başka kuş
tanımayız.” Hele bu konuşan kişi bir “köylü”
ise hiç aldırış bile etmeyiz. Ama kaybeden hep biz oluruz.
Köy işleri daha ziyade beden gücüne
dayandığı için insanımız iş yaparken/çalışırken sürekli konuşma/sohbet etme (laflama) ihtiyacı duyar. Günlük
gereksinimlerin karşılanması için yapılan konuşmaların dışında ayrıca
incelenmesi gereken bu “Laflama, Lafetme”ler
aslında “köy Bilgeliği”nin nesilden
nesile aktarma işleminden başka bir şey değildir. Gerek iş esnasında ve gerekse
boş zamanlarda yapılan bu “iki lafın
belini kırma” faaliyetleri, konuşan iki kişi dışında orada olup da “kulak misafiri” olanlar için de ayrı
bir “kültürel etkileşim/aktarım”
faaliyetidir. Köy işlerinin yoğun olduğu İlkbahar, Yaz ve Sonbahar aylarında “İmece ve keşikleme”lemelerde yoğun
olarak sürdürülen bu muhabbetler işlerin durgun olduğu Kış aylarında karşılıklı
“oturma”larda tüm hızıyla sürmekteydi.
İletişimin yalnız konuşma dilinden oluştuğu bu dönemler, telefon, radyo ve
televizyonun hayatımıza girmesiyle son bulmuştur.
Konumuz “mitoloji” yani “söylence”
olunca, işte bu konuşmalar önem kazanıyor.
Akbulut
Köyü Bir Adacık Mıydı?
Tütün dizmeleri esnasında duymuştum bu
sözü ninemin ağzından. Aynen şöyle diyordu: ”Deniz gabarduğu zamannarda dalgalar caminin urdan bir biya geçiyemüş.”
Ben bu sözüne kulak kabarttım ve cümlede muğlak olarak geçen “Cami”nin Gelemet Camisi mi? yoksa bizim
köyün Camisi mi? hangisi olduğunu öğrenmek için sorduğumda ninemin ifadesi “Bizim köyün camisi” oldu ve ekledi: “Heliminen, Hetemgilin havlusunun urdan.”
demişti. Az buçuk okumuş biri olarak bu söz, o gün bende fazla bir heyecan
uyandırmamıştı tabi. “Mişli Geçmiş Zaman”
kipiyle söylenen bu sözde, Ninem, “gören
ve anlatan” değil de “duyan ve
anlatan” olarak masumdu. Hani denir ya söylencelerin gerçeklik payı
bilinemez, başka kaynaklardan da teyit edilemediği için, söyleyenin insafına
kalmıştır. Ancak, ninemin bu ifadelerini teyit edici başka bir söylence de –ki
köyde herkesin malumudur- “Gemirlik
Mevkindeki Gemi Bağlama Kazıkları”ydı.
Ninem Merhume Hanife KOŞAR(1910-2008)
bir ümmi idi. Okur-yazar değildi. Yalan konuşacak durumu da yoktu. O halde bu
bilgiyi nereden edindi? Elbette ki sözlü kültür sayesinde. Bu söylenceye göre
Akbulut Köyü’nün Yukarköy denen kısmı bir zamanlar küçük bir adacıktı. Bu
bölgede zaman zaman ortaya çıkan “kapak
taşlı mezar” kalıntıları, eski zaman denizcilerinin ölen arkadaşlarını
ıssız adaların yükseklerine defnetme işiyle benzerlik göstermektedir. Zamanla
sular çekildikçe köyümüz dört tarafı sularla çevrili “ada” olmaktan çıkıp, üç tarafı sularla çevrili “yarımada” halini almış, kolonist
denizci kavimler de gemilerini güvenli liman olarak gelip “GEMİRLİK” e demirliyorlardı.
Bizim “gemirlik miti”mize benzer bir söylence de Alaçam ilçemizin “Sivri Tepe” höyüğüyle ilgili olarak
anlatılmaktadır. 1978 senesinde lise coğrafya dersi ödevimin konusu bu höyük
olup bölgede yaptığım çalışmada, civardaki köylerden Kadıköy’de ikamet eden
Halis TABAN amca “Buranın “Cenoğuz”lardan kalma olduğunu, geçen
yıllara kadar kale duvarlarında gemileri bağlamaya yarayan “KANCA” ların olduğunu” söylemişti.
(Burada ifade edilen Cenoğuz elbette Cenevizlilerdi. Halk dilinde “Ceneviz”in,
Cineviz ve Cenoğuz gibi değişik söyleniş şekilleri vardır. Antiparantez
belirtelim ki buralarda Cenevizlilerden evvel Oğuzlu atalarımız da vardı. Ancak
O’nlar denizci değildi. Bu söyleyiş, belki de bu iki kavmin adları
karıştırılıyor da olabilir.
Bu söylencelerin elbette bir alt
yapısı vardı ve kaynağı “NUH TUFANI”na
dayanıyordu. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi diğer inançlarda da
yer alan Nuh Tufanı neydi? Bizim yaşadığımız zamanın dışında meydana gelmiş bir
olayın bizim için birincil kaynağı kutsal kitabımızdır. Kur’an-ı Kerim’de Yüce
Allah(cc) Ankebut Suresi 14. Ayette şöyle buyuruyor: “Andolsun, biz, Nûh’u
kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların
arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini
yakalayıverdi.” Biliyor ve inanıyoruz ki Nuh Nebi (as) kavmini azgınlıktan
vazgeçiremedi ve Rabbine sığındı. Cenab-ı Allah da onlara gazap olarak bir
tufan gönderdi ve onları helak etti.
Bu tufanın özelliği, tüm dünyanın
geçici bir süre sular altında kalması ve Peygambere inanıp “Nuh’un Gemisi”ne binenler hariç, o gün
var olan tüm insanların helak olmasıydı. Konumuz, Nuh Tufanı olunca, Karadeniz
nasıl oldu da bizim köye kadar yükseldi bunun bilimsel kaynaklarına bakmamızda
fayda var.
Teori şöyle; “Karadeniz önceleri ortasında küçük bir gölü olan düz bir ova idi.
Zamanla nehir sularıyla dolarak bir iç deniz oldu ama yine de Akdeniz ile bir bağlantısı
yoktu.”
İki Amerikalı bilim adamı Walter
C.Pitman ve William B.F.Ryan’ın ekibi, Karadeniz'in kuzeyinde Azar denizi
kıyılarında çalışmışlar ve örnekler toplamışlardı. Elde ettikleri sonucu 1997
yılında yazdıkları 350 sayfalık “NUH
TUFANI” adlı kitapta yayınlarlar. Bu teoriye göre “Yedi bin (7.000) yıl önce dünya ikliminde büyük bir ısınma olmuş
kutuplardaki buzullar erimiş, global olarak dünyanın deniz düzeyi yükselmişti.
Çoğalan sular okyanuslar vasıtası ile Akdeniz'i doldurmuş sonra o zamanlar kara
olan Ege'yi istila etmiş, (belki de mitolojide konu edilen batık Atlantis
kıtası) Marmara’dan geçerek İstanbul Boğazı üzerinden Karadeniz'e ulaşmıştır. O
zamanlar İstanbul Boğazı'nda bir bariyer yani bir eşik bulunuyordu. Tariflerine
göre o kadar fazla miktarda su geldi ki Niyagara Şelalelerinden birkaç kat
büyüklükte bir şelale oluştu ve küçük kapalı bir göl olan Karadeniz'i doldurdu.”
Daha sonra Karadeniz'e gelen Ballard
ve ekibi ise (2001)'de su seviyesi farkının 140 metre olduğunu hesapladılar. Köyümüzün
râkımı(deniz seviyesinden yüksekliği) da zaten 150 metre civarındadır.
İstanbul Rumeli Üniversitesi’nden Prof.
Dr Erdal KEREY “İstanbul Boğazının
Oluşumu” adlı yazısında şöyle der.
“Bu teoriyi ortaya atan Ryan ve
Pitman'un ise fazla bir delili yoktu. 1997 yılının sonlarında İstanbul
Boğazı'nın, Tarabya ile Beykoz arasında yapılan sondajlar buna ışık tutmuştu.(…)
İstanbul Boğazı ne zaman ve nasıl
oluştu? Kuşdili çayırında bulunan 7 bin
yıldan daha yaşlı insan kemikleri, buralarda o zamanlar yaşayan insanların Nuh
Tufanı olarak tanımlanabilecek bu felakete tanıklık etmişler miydi? İstanbul Boğazı ile ilgili ilk teori Rus
bilim adamı Androhsov tarafından 19. yüzyılın sonunda ortaya atılmıştı. Buna göre İstanbul Boğazı'nın yerinde o
yıllarda bir nehir akıyordu, zamanla sular yükseldi ve boğaz oluştu. Daha
sonraları Jeomorfologlar bunun böyle basitçe açıklanamayacağını, Boğazın ortasında bir yükselti olduğunu, bu
yükseltinin, kuzeyinde kalan derelerin kuzeye, güneyindekilerin ise güneye
aktıklarını, diğer bir deyimle bir su bölümü çizgisi olduğunu açıkladılar.
Bu durum Topoğrafya haritalarında da açıkça görülüyordu. Son yıllarda bu konuda
yapılan en ciddi araştırma ise İstanbul
Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü'nden Erkan Gökaşan (1997) tarafından
gerçekleştirildi. Boğazdaki Jeofizik profilleri yorumlayan Gökaşan ve
arkadaşları Boğazın oluşumunu, Tektonik olaylara (faylara vs.) bağlamışlardı,
ancak Akdeniz ile Karadeniz'in sularının ne zaman karıştığına bir açıklık
getirememişlerdi. Bu nedenle bizim yaptığımız kapsamlı araştırma bu konuya ışık
tuttu. (…)
Tarabya-Beykoz arasında boğaz
Sedimanlarında yaptığımız çalışma tam bir ekip çalışması idi. 65 metrelik su
derinliğinden sonra taşlaşmamış sedimanlardan metre metre örmekler alındı.
Temel kayaya kadar 39.50 metrelik bir sediman kesilmişti. Alttaki 19.50 m.'lik
sediman incelediğimde bunların plaj çökelleri olduğunu bir nehir çökeli
olmadığını bilimsel verilerle saptadım.(…) 19.50 metreden sonra Sedimanların
özellikleri birden bire değişti. Yeşil renkli killer, iri fosiller gibi
veriler, bilimsel gözle incelendi, tek tek ayıklandı, çeşitli analizler
yapıldı. Sonuç oldukça enteresandı. Fosillerin içerisine Akdeniz türü fauna'da
katılmıştı. Jeokimyasal olarak çift yönlü boğaz akıntılarının oluştuğu
Sedimanlar üzerinde açıkça görülüyordu. Üste doğru, doğal olarak, yaş konağı
gençleşiyordu. 3.500 yıl önceki Sedimanlara geldiğimizde gene enteresan bir
buluş ile karşılaştık. Bu düzeydeki Sedimanlarda Buzul etkilerini görüyorduk.
Bu belki de dünya ikliminin soğuduğunun son buzullaşma periyodunu gösteriyordu,
pek emin değildik. (…)
Sonuç olarak, geriye doğru
gittiğimizde, İstanbul Boğazı'nın kuzeyinde Tarabya-Beykoz arası güzergahta
26.000 yıldan daha yaşlı Sediman bulamadık. Hâlbuki güneyinde yapılan sondajlı
çalışmalarda pekişmemiş yani taşlaşmamış örneklerde 800.000 yıla kadar giden
bir sediman istifi bulunmuştu. Ayrıca Akdeniz-Karadeniz bağlantısı daha yaşlı
örneklerde vardı. Bu bağlantı başka yolla oluşmuştu. Bizim bulgularımız ise
yaklaşık 7.000 yıl kadar önce global olarak buzulların erimesi sonucunda
yükselen sular, sırayla, Akdeniz'i, Ege'yi, Marmara'yı istila ederek, Boğaz
eşiğini atladığını ve Karadeniz'i doldurduğunu destekliyordu. Belki de Ryan ve
Pitman'ın Nuh Tufanı olarak yorumladıkları bir hadisenin zamanlaması da
yapılmış oluyordu. (…)”
Sözün özü, bütün bilimsel tanım,
teknik terimler bir yana, burada anlatılmak, ispatlanmak istenen konu, dini
kaynaklarda anlatılan Tufan Olayının bundan yaklaşık yedi bin yıl önce
gerçekleştiği, bunun da bilimsel olarak o gün dünyada meydana gelen ısınmayla
kutuplardaki buzulların erimesiyle yeryüzünü su bastığını, bu baskının
kimilerine göre tüm dünyayı sardığı kimine göreyse yüksek tepelerin suya
gömülmeyip açıkta kaldığı şeklindedir. Aşağıda değineceğimiz bir Rize
söylencesinde de olduğu gibi sular yükseldikçe insanlar yükseklere çıkarak su
baskınlarından kurtulmaya çalışırmış.
Bölgemizdeki
Diğer Tufan Söylenceleri
Türk eğitmen, araştırmacı-yazar Mahiye
Morgül, “Antik Karadenizde Fonetik
Yolculuk” adlı çalışmasında tufan ile ilgili olarak Doğu Karadeniz
bölgesinden şu iki örneği vermektedir.
1.Öykü
Rize’den.
Çocuklar, “Su yükselirse nereye kaçarsın?”
diyerek kendine yüksek tepe seçerler. (Bu söylencenin kaynağı, Rizeli 65
yaşında Nurol Banabak, kendine üzerinde kestane ağacı olan bir tepeyi
seçermiş!)
2.Öykü
Askoroz deresine 900 metre yüksekteki Malakamboz, Baleva sırtından.
Bayırda ineğini otlatan bir kadına
diğer bir kadın yaklaşmış, sormuş, “O
kadar sular seller oldu, sen niye buradasın?” Diğeri cevap vermiş, (bu
sırada ineğin ayak kemiğini göstermiş) “İneğumun haburasına kadar su geldi,
başka bir şey görmedim.”
Denizden yaklaşık 900 metre yüksekte,
kıssadan hisse, tipik Karadenizli anlatımı olan bir anlatımdır. Suyun buraya
kadar çıkmış olabileceğini, yani tufanda suların yükseldiğini çağrıştıran
öyküdür.
Karadeniz’in dolup taşması şarkılara
da konu olmuştur. Yazımızın başında sunduğumuz şu sözler
“Ay gidi Garadenuz, doldu da daşamadu,
Yapmayalum sevdaluk, yapanlar yaşamadu.”
Yörede yapılan “ilk ağız” derlemesi olup daha sonra sanatçılar tarafında stilize
edilmiştir.
HEY
GİDİ KARADENİZ
Hey gidi Karadeniz
Doldi da taşamadi
Etmiyelum sevdaluk
Edenler yaşamadi
E verane raüani - Ey verane tepe
Guri üoxomiüani - Yüreğimi oynattın
Megaşkva vigzalare - Bırakıp gideceğim
(ama)
Eüemire ûiüani - Sırtımda sepet
gibisin(sensiz gidemiyorum)
Söz:
Anonim (xalkuri birapa)
ANDER
SEVDALUK
Ha bu akan dereler denizlere dolacak
Söylesene güzelim sonumuz ne olacak?
Ah duman karaduman sardı dört yanımızı
Ander kalsın sevdaluk oy alacak
canımızı
Dere akar taş ile gözüm doldu yaş ile
Nerelere gideyim ha bu garip baş ile
Oy gidi Karadeniz sardı dört yanımızı
Ander kalsın sevdaluk oy alacak
canımızı.
Söz:
Uğur Sönmez -Ziynet Sönmez
-devam
edecek-
/Çetin
KOŞAR
27 Şubat 2019