22 Mayıs 2021 Cumartesi

Akbulut Köyü’nde Bir Ak Güvercin

 

"konsun yine pervazlara güvercinler
hû hû lara karışsın âminler
mübarek akşamdır
gelin; ey fatihâlar, yâsinler."
 
 
Köyümüzde güvercin yoktu. Zaman zaman Devret civarındaki köy ormanlarında görülürdü. Bunlar da “yaban güvercini” dediğimiz kaya güvercinleri idi. İkişer üçerli gruplar halinde bir görünürler, avlamak için yaklaşmak da mümkün olmazdı. Çok ürkek hayvanlar idi. Ama haklıydılar. Yerde biz avcı insanlar gökte doğan, şahin ve atmaca gibi alıcı kuşlar hep bu güvercinin lezzetli eti peşindeydik.
 
Günümüz şehirlerinde cami civarlarında yoğunlaşan bu kaya güvercinleri insanlar tarafından sürekli beslendikleri için yabani dediğimiz kardeşlerine göre etine buduna epey semirmişlerdir. İbadethane civarlarını mesken tuttukları için bir yerde kendilerine dini bir ruhaniyet atfedilen bu şehir güvercinleri, eti çok lezzetli olmasına karşın dağda yaşayan kardeşleri gibi avlanmaktan yırtmış durumdadırlar. Neredeyse evcilleşmiş gibidirler ama yine de “fiziki mesafeye” özen göstermektedirler.
 
Bu kaya güvercinlerinden başka yine bu güvercingiller ailesinden olan, telaşlı uçuşlarından dolayı köyümüzde adına “even, acele eden” manasına “evelek” dediğimiz “üveyik”ler gelirdi buğday hasadı zamanlarında. Güvercin yuvasına hiç rast gelmedim ama bu üveyik yuvalarına çok rastlardık “Hasbinin Dağı”nda. Üç beş dal parçasından müteşekkil derme-çatma basit bir yuva yapma teknikleri vardı. En fazla iki yumurtaları olurdu. Kısa sürede büyüyen yavrular daha tüylenmeden annelerinin iki katı büyüklüğe ulaşırlardı. Pek güvenli olmayan bu yuvalardan bir an önce uçup gitmek için sabırsızlanırlardı. Bilirsiniz, kuşlar yuvayı sadece üreme için yaparlar. Onların yaşam tarzı “nerde akşam orda sabah” şeklinde olup “tünek”lerde yaşarlar. Akşam olunca buldukları bir ağaç, çatı arası, salaç, çalılık vb. her yer tünemeleri için uygun yerlerdir.
 
Bir ara Hasbinin Alison bu evelek yavrularını annelerinin gözü önünde yuvalarından alıp yine göstere göstere evine getirip bir kafese koymuş, kafesi de annelerinin ulaşabileceği yere koymuş ki anne yavrularını beslemeye devam etsin. Düşündüğü gibi de olmuş yavruların annesi hatta babası sürekli gelip gidip bu yavrularını doyurmuşlar. Alison’a alışan yavrular uçma çağına geldiklerinde onları salmasına (serbest bırakmasına) rağmen bu yavru üveyikler Alison’u bırakıp gitmemişler adeta evcil hayvan gibi uçarak gidip dolaşıyorlar tekrar yuvalarına dönüyorlardı. Taki bir atmacaya yem olana kadar.
 
 
GÜVERCİN ADININ ETİMOLOJİSİ
 
Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-i Lugati't-Türk” adlı eserinde “kögürçgǖn; al
Ebu Hayyan’ın  “Kitabu'l-İdrak” adlı eserinde “kögerçin” olarak geçen güvercin adı Hızır Paşa’nın “Müntehab-ı Şifa” adlı eserinde “gögercin yumurdası” olarak tanımlara girmiştir.
 
 
SİMGE OLARAK GÜVERCİN
 
Bilindiği üzere insanlar tarafından ilk evcilleştirilen kuş türü güvercindir.
 
Nuh Tufanında Hz. Nuh(as)’un gemisinden suların çekilip çekilmediğini anlamak için salınıp, ağzında zeytin dalıyla dönen güvercin barışın simgesi sayılmıştır. 1949 yılında Paris'te toplanan Dünya Barış Kongresi için Pablo Picasso'nun yaptığı kongre afişi de güvercin simgelidir.
 
Yahudi ve Hıristiyan inancında da günahsız ruhun simgesi güvercindir. Melekler hep güvercin olarak tasavvur edilir.
 
Mevlana'ya göre Veli'leri temsil eden kuş güvercindir. Anadolu ermişlerinin güvercin donuna (kılığına) girmeleri yaygın yeteneklerindendir. Hacı Bektaş-ı Veli de doğduğu topraklar olan Horasan’dan Anadolu’ya gelmek için güvercin donuna girmiştir. İslam inancına göre güvercin Hz. Muhammed(sav)’in saklandığı mağaranın aranmamasına aracı olduğu gibi, kabe'ye güvercin konmadığı, hatta üstüne geldiği zaman derhal yönünü değiştirdiği inancı da bu kuşa atfedilen dindarlığın göstergesidir.
 
 
GÜVERCİNLERİN ÖZELLİKLERİ
 
Güvercini diğer kuşlardan ayıran bazı önemli özellikleri vardır. Bunların başında, su içme şekilleri ve yavru besleme özellikleri gelmektedir.
 
 
Su İçerken Kafa Dikme
 
Diğer kuşlar, bir yudum su alıp kafalarını yukarı doğru kaldırarak suyu öyle yutarlar. Kuşlarda burun delikleri ile gagaları arasını kapatabilecek bir yapı bulunmaz. Bu nedenle kuşlar, vakum oluşturup suyu emerek, yudum yudum içemezler. Suyu gırtlaklarına iletebilmek için kafalarını yukarı kaldırma gereksinimi duyarlar. Ancak güvercingiller, burun deliklerini de suya daldırırlar ve yemek borusundaki kasların yardımı ile vakum oluşturarak aynı memelilerde olduğu gibi suyu emerek içerler. Bu özellik sadece güvercingiller familyasına ait kuşlarda bulunmaktadır. Bu özellikleri nedeni ile güvercinlerin içecekleri su kaynaklarının ya da su kaplarının gaga ve burun deliklerini daldırabilecekleri derinlikte olmaları gerekir.
 
 
Kuş Sütü
 
Güvercinler yavrularını kursaklarında ürettikleri özel bir sütle besler. Bu besin yağ ve protein yönünden çok zengindir. Hem anne hem de baba güvercin tarafından üretilir. Güvercinin beynin altında bulunan hipofiz bezinin salgıladığı “prolaktin” adı verilen bir hormon, bu salgı mekanizmasını harekete geçirmektedir. Kursak çeperinden salgılanan bu besleyici maddenin bileşimi memelilerdeki süte oldukça yakındır. Halk arasında “kuş sütü” olarak bilinen bu salgı, güvercinlerde sadece kuluçka dönemi sonuna doğru yaklaşık bir hafta süre ile salgılanan bir maddedir.
 
 
MİTOLOJİDE GÜVERCİN
 
Güvercin, aynı zamanda mitolojik sıfatları olan bir kuş türüdür. Eski Yunan'da Afrodit'in simgesi sayılırken Hıristiyanlık zamanında daha ulvi bir anlam kazanarak insanın ölürken gövdesinden ayrılan ruhu simgelemeye başlamıştır.
 
Rüyada görüldüğünde, temiz, iyi haber olarak yorumlanan; uçarak yaklaşan güvercin tez haber; bir gül ağacına veya çiçeklerin arasına konarsa sevgiliyle ilgili haber olarak yorumlanır.
 
Aynı zamanda akıllı bir kuş türüdür, evini unutmaz, düşünemeyeceğiniz kadar uzaklara gitse bile gene de evini bulabileceği rivayet edilir. Beyinlerinde bulunan dünyanın manyetik alanını algılayabilen pusula benzeri bir yapı sayesinde yönlerini bulabilmekte olup bu nedenle eski zamanlarda “posta” işlerinde de kullanılmışlardır.
 
Temizliğe önem verirler. Bir şadırvanda, fıskiyede, göl ve dere gibi su kenarlarında banyo yapmaları, nasıl temizlendiklerini görmek büyük hayret uyandırır.
 
 
SİYASETTE GÜVERCİN
 
Türk siyasetinin unutulmaz simalarından biri olan Mustafa Bülent ECEVİT’in siyasi lâkabı “karaoğlan,” daha sonra kurduğu partinin amblemi de “akgüvercin” idi. Köyümüzde bir ağırlığı olan Türkiye’de adı “dürüstlük” ile anılan tek siyasetçisi Bülent Ecevit, 1988 yılında “Güvercin”  adlı bir dergi çıkarmış. Daha sonra parti amblemi de “ak güvercin” olarak seçilirken; 1991 yılında yazdığı “Ak Güvercin” şiiri partisinin seçim şarkısı olmuştu.
 
Barış, özgürlük, kardeşlik mesajını görsel olarak taçlandırmak isteyen kişi veya kurumların bu hayvanı uzun süre tutsak edip gösteriş yapma uğruna kullanmasını çok aşağılayıcı bulmuşumdur. Özgür bırakacaksan neden tutuklarsın. Hem bir de salarken zavallı hayvanı niye boşluğa doğru fırlatıp atarsın. Avuçlarınızı açsanız zaten hayvancağız kaçıp kurtulacak sizden.
 
 
DİĞER ÜÇ KONU
 
Güvercin bir kuştur. Kuşlar öttüğüne göre güvercinlerin de ötmesi gerekir ama güvercinler ötmezler, “kuğurur”lar. Kuğurmak, güvercinlerin kubarmasından esinlenerek güvercin ötüşüne verilen isimdir. Kubarmak ise bazı kuş türlerinin eşlerine “kur” olarak yaptıkları kabarmak, şımarmak, artistlenmek, şişinmek, dayılanmak, erkeklik taslamak vb. hareketlerdir.
 
Güvercinin insanın üstüne pislemesi uğur işareti sayılmış, piyango bileti almanın zamanı kabul edilmiştir. Piyango idaresinin simgesi de güvercindir. Hep “Ya çıkarsa!..” denmiştir ama hiç “Ya çıkmazsa!..” diyen çıkmamıştır.
 
Ekonomideki Finans literatüründe “gevşek politikaları” savunanlara “güvercin” denildiği gibi Politikada ise savaştan kaçınıp “diplomatik çözüm” aramakta ısrar edenlere de “güvercinler” denilmektedir. Savaşmak isteyenlere de “şahinler” denir.
 
***
 
 
ANNEMİN AK GÜVERCİNİ
 
Salondaki küçük pencerenin kenarında tavana asılı küçük silindir biçimindeki bir sepet içinde tutuyordu beyaz güvercinini. Kaçıp gitmesin diye sepetin üzerini bir tülbent ile örtmüş uçlarını da bir ip ile bağlamıştı. Sepetin örgü aralarındaki boşluklardan kar beyaz renkli tüylerini görürdüm.
 
Tarla dönüşü bin hevesle sepeti astığı yerden alıp indirir kuşu eline alıp kursak ve sırt kısımlarını sıvazlayarak sever, ürkek başından öper, kırmızı çubuklu renkleri olan melamin çay tabağıyla su verir, cücüg yivgülerinin (civciv yemi) küçük olanlarından yedirir tekrar kafes niyetine kullandığı elma sepetine koyar yerine asardı.
 
Bize ellettirmez, sadece kendi elinde tutarken sırtını okşamamıza izin verirdi. “Ama niye?” diyerek yaptığımız sızlanmalarımıza cevap olarak, “siz küçüksünüz, o da küçük ve çok narin, tutayım derken canını acıtır, kanadını incitirsiniz.” der idi. Bir de “niçin salonda duruyor? odamıza alalım.” önerimize “o dışarı hayvanı, kapalı yerlerde sıkılır, açık havada yaşar, sepeti pencere kenarına asıyorum ki hem hava alsın hem de dışarıyı seyretsin.” der idi. O sepetin asıldığı, pencere dediğim yer camsız, bir insan kafası sığacak büyüklükte penek gibi bir yer idi.
 
***
 
Köyümüzü ziyaret eden bu ak güvercini ilk fark edip gören komşumuz Nermin Şen halam idi. Evlerinin oradaki salaç ve samanlık gibi yapıların çatı ve sundurmaları arasında uçuşup duruyor Nermin halam da ürkütmeden ona yaklaşma yollarını arıyordu. En son hırmandaki eski samanlığın boğasasına konan güvercinin peşi sıra koşmaktan yorulan Nermin halam çaresin annem Güllü ingesinden (yenge) yardım istemişti.
 
Çağrıyı duyan annem elinde bir avuç zahra ile iki katlı eski evimizden aşağı inip geldi. Önce Nermin halam ile biz çocukları olay mahallinden uzaklaştırdı; Bu ev güvercini sizden ürkmüş, siz gidin görünmeyecek şekilde bir yere saklanın dedi. Biz hemen yeni samanlığımıza girip gısuruglardan (kısırık, çantı tekniğiyle örülen duvarın açıklıkları) güvercini dehlemeye (gözetlemeye) başladık. Annem fazla yaklaşmadan avucundaki zahrayı bir elinden öbür eline göstere göstere aktarmaya başladı. Zaman zaman bir kaç tanesini de güvercinden yana atarak hayvanın yeme gelmesini durduğu yerde bekleyip durdu uzun süre. Nihayet bu çağrıya daha fazla direnemeyen hayvan önce gelip annemin yakınında bir yere kondu. Bu sefer annem de yere oturdu ve avucundaki yemleri güvercine uzatıp beklemeye başladı. Yine uzunca bir süre annemi süzüp duran hayvan en sonunda annemin eline konup yemleri yemeye başlamıştı.
 
Annem bir kuşçu değildi. Evcil kümes hayvanlarımız dışında kuş bilmezdi. Köyümüze nereden geldiği bilinmeyen bu evcil güvercinle kurduğu bu irtibatı bende hep bir ulviyet uyandırmıştı; Annem köyümüze gelin gelmişti, buralı değildi. Ana-babası ve akrabaları uzak diyarlarda idi. Acaba bu güvercini onlar mı göndermişti “git kızımıza bir bak, ne yapıyor bir başına oralarda!...” diye düşünürdüm.
 
***
 
Bir kaç gün sonra bir gün annem eve geldiğinde sepeti boş buldu. Güvercinimiz kanadını açıvermiş, uçup gitmişti uzak diyarlara.
 
/Çetin KOŞAR
23 Mayıs 2021

13 Mayıs 2021 Perşembe

Akbulut Köyü’nde Meslekler; ÇERÇİLİK


 
Sosyal Medya gezilerim esnasında sevgili İsa AKIN kardeşimizin sayfasında rastladığım kadim dostum Kadir AKIN’a ait bir fotoğraf beni bu konuya sevk etti. O günlerde Çetirlik mahallemizde iki yaşıtım / kanka’m vardı. Bunlardan biri Nurinin Hüseyin diğeri de Hatiplerden Ahmetin Kadir idi. Aynı zamanda ilkokul arkadaşım olan bu iki genç adeta tüccar zihniyetli idi. Nurinin Hüseyin, okul zamanı okulda, bizim köyde nadir bulunan kış armudu (cörtük) satarken Kadir ise işi biraz daha ileri götürüp yani tüccar gibi alım-satım yapar; çarşıdan aldığı şeker, sakız, ayna-tarak, oyuncak vb. şeylerin satışını yapardı, düğünlerde bayramlarda.
 
Alaçam’da bakkal dükkanı açan Muhtar Ali Rıza BAKİOĞLU’ nu saymazsak köyümüzde “bakkal” şeklinde çalışan tek kişi Celalin Ahmet idi. ( Bkz: http://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/bakkal-ahmet-daynn-ardndan.html ) Bunun dışında evinin bir köşesinde sigara, sakız, iğne iplik türü gıldır-gıcık şeyler satanlar da vardı. Küçüklüğümden aklımda kalan ilk satıcı Mendünün Orhan AY idi. Sakız satardı. Bir tavuk yumurtası ya da mevsimine göre topladığımız “cagala”lar karşılığında. (O sakızlar ki “ece” markasında kare şeklinde olup içinden ayrıca vesikalık boyutunda renkli “artist” fotoğrafları çıkar, bir hevesle biz de onları biriktirirdik. O fotoğraflardan birini -ki o Türkan Şoray idi- cüzdanımda kalmış. Hani adettir, insan cüzdanında nüfus cüzdanı, para, aile ve arkadaş fotoğrafları taşırlar ya!... İşte bunun gibi o fotoğraf, ortaokulda bir arama esnasında  öğretmenin eline geçmiş, fotoğraf yırtılmakla kalmamış hoca “ne lan bu, annenin fotoğrafı yerine bunu mu saklıyorsun” diyerek, elleri dert görmesin iki de tokat aşk etmişti suratıma. O günden sonra cebimde cüzdan taşımaya tövbe etmişimdir.)
 
Bir bakkal gibi geniş ürün yelpazesine sahip olmasalar da köylünün ufak tefek ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde satış yapanlarımızdan bazıları, geçirdiği kaza sonrası sakatlanan Raif Yılmaz, Haspinin Alison… Konu açılmışken çarşıda sergi açıp alım-satım yapanlarımızdan da bahsedecek olursak benim aklımda kalan Nadirin Yılmaz YAPRAK idi. Tuhafiye üzerine çalışırdı zannederim. Muhtar Sunay’ın oğlunun da festivallerde sergi açtığını biliyoruz.
 
Paranın icadından evvel insanlar, takas / değiş-tokuş / trampa yani mal ile mübadele / değişim sistemini kullanıyorlardı. Önceleri köye gelen bir satıcı sattığı ürünün karşılığında para yerine arpa, buğday, mısır gibi tarım ürünleri alırdı. Mesela, sahil kesiminde oturan köylüler köyümüze karpuz getirirler karşılığında onlarda bulunmayan incir meyvesi alırlardı. Dağ köylerinden at sırtında tenekelerle kiraz satanlar gelirdi köyümüze. O gün köyümüzde nadir yetişen kiraz bizim için lüks bir meyve idi. Şimdi dalında kuruyup - kurtlanıyor da yiyeni bulunmuyor.
 
Çerçiliğin ortaya çıkış sebeplerinden en önemlisi ulaşımın zor olduğu, alışveriş yapmanın kolay olmadığı yerlerde yaşayanların ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Neticede köyümüze satış için gelenler düzensiz satıcılar idi. Çünkü köyümüz şehir merkezine o kadar da uzak değildi. 8-10 km’lik yolu yürüyerek de olsa çiğner gider, ihtiyaçlarımızı alır gelirdik.
***
Dünyaca ünlü Kırgız edebiyatçısı Cengiz AYTMATOV, “Ak Gemi” adlı romanında bahseder bu seyyar satıcılar / çercilerden. Ön okumalarımda aklımda kalan “Maşin-Mağaza” adı hep beynimi kurcalayıp durmuştu. Geçenlerde oturup (daha doğrusu yatarak) yeni baştan okudum “Beyaz Gemi”yi. Maşin’i meşin olarak algılayıp arkası “meşin brandalı satış arabası” olarak okuduğum romanın sonunda maşin’in Kırıgızca’da “motor” olduğunu öğrendim. Yani “motor mağaza.” Romanda anlatılan hikâye zaten bizim hikâyemizdi. Isık Göl’den başlayan ve Karavul dağının eteklerinden geçip sarp kayalık ve dar geçitleri aşarak ulaşılan Santaş köyünde seyyar satıcı (çerçi) ile yapılan pazarlıklar ve yaşananları okurken eskiden köyümüze gelen seyyar satıcılarla köylümüzün yaşadıkları geldi gözümün önüne. Örneğin bize bohçacılar gelirdi, bir minibüs dolusu ve köy içine dalarlardı birer ikişer. Kadınlarımız bu rengârenk kumaş-basma-pazenler karşısında kendilerini tutamaz hepsini açtırıp bakarlar, parasızlıktan alamayıp öylece bakakalırlardı. Hatta bir keresinde Suriye ve Lübnan’dan bile taksiyle gelip satış yapanlar vardı. Dışarıdan gelenlerin kumaşları daha bir canlı renkliydi ve yaldır yaldır parlıyor, göz alıyorlardı. Pahalı kumaşlardı ki köylü güç yetirip alamaz, nasıl oluyorsa, mesela, elli liradan açılan fiyat ine ine beş on liraya kadar düşerdi de bu defa da köylü “neden bu kadar çok ucuz veriyor, bir kusuru mu var” diye düşünerek almaktan vazgeçerdi.
 
***
 
Köyümüzde kullanılan bir “çer-çöp” ifadesi vardır. Çöpü biliyoruz da bu “çer” neyin nesi ola ki? (Eskiden “Neyin nesi” ifadesini “Ne innesi” diye telaffuz ederdik.) Aynı zamanda “döküntü, süprüntü” diyebileceğimiz bu “çer çöp” ifadesindeki “çer” çöp olmayıp işe yarar şey anlamındadır. Tarımsal üretim yapılan yerlerde döküntüler süpürülüp bir yere biriktirilir ve içinden işe yarar olanlar (çerler) seçilip ayıklanır ve geriye kalan işimize yaramaz olanlar (çöpler) çöplüğe atılırdı.
 
Türkçe sözlükte Çerçi; “Köy, Pazar gibi yerlerde ufak tefek eşyalar ve tuhafiye eşyaları satan kişi.” şeklinde tanımlanmaktadır. Buna göre “öteberi ya da kalabalık yapan eşya” anlamına gelen çer çöp deyimi de buradan gelmektedir.
 
Bir diğer benzer tanımda da Çerçi; “boncuk, iğne, lastik, makas gibi tuhafiye eşyaları yanında akla gelebilecek birçok eşyayı köy, pazar ve benzeri yerlerde dolaşarak satan gezginci esnaf” olarak tanımlanmaktadır.
 
Çerçi kelimesinin etimolojisi üzerinde bilimsel çalışmalar yapılmakta ve özetle Çerçi kelimesinin “sergici ve yaymacı” kelimelerinden türetildiği kabul edilmektedir. Satacağı ürünleri, tezgah niyetine yere serdiği bez üzerine dizip, serip, yayıp” sergileyerek/göstererek satan kişi.
 
Aslı çer olup bu işi yapana da -cı meslek ekiyle “çerçi” demek kafi iken dilbilgisi konusundaki çıkmazlarımız (cahilliğimiz) nedeniyle bir -ci meslek eki daha vererek bu mesleği yapanları “çerçici” olarak isimlendiriyoruz. Kök kelime olarak “çer”i değil de “çerçi”yi dikkate alanların düştükleri hata ise bu mesleği “bakkal, kasap, manav vb.” takısız meslek olarak algılamalarıdır. Dil yâremiz işte. Şâkinin çoğulu eşkiya olup, biz bu çoğul kelimeye bir -lar çoğul eki daha ekleyerek eşkiyalar dediğimizde söylediğimiz söz “şakilerler” gibi gülünç bir ifade olmaktadır. Tıpkı çocukların bakkal amcalarına “bakkalcı” demeleri gibi…
 
Kelime, Farsçada “carcı” yani "haberci, münadi" ve Moğolcada “çertçi” yani "parça, kırıntı" anlamlarına gelmektedir. Bu tanımlamayla da anlaşılıyor ki Çerçilerin ufak tefek şeyler satmalarının yanında toplum içinde üstlendikleri bir başka fonksiyonları da “ulakçılık” yani haber ulaştırmadır. Bir köyden bir köye giderken gördüğü, duyduğu şeyleri gittiği yerdekilere hikâye ederken ister istemez köyler arası haber taşımış olmaktadır. Çerçilik mesleğinin ortaya çıkış nedenlerinden biri olarak saydığımız “ulaşımın zor olduğu, alışveriş yapmanın kolay olmadığı yerlerde yaşayanların ihtiyaçlarının karşılanması”na bu haber ulaştırma işini de ekleyebiliriz. Günümüzde çerçiliğin halen yaşadığı bölgeler netice itibariyle ulaşımın zor olduğu yerlerdir. Hatta bu isimde yerleşim yerlerimiz bile vardır. Örneğin, ilçemiz Alaçam ile Sinop ili Durağan arasında bulunan, Durağan’ın “Çerçiler” köyü gibi.
 
Sebebi ne olursa olsun Çerçilik, Eski çağlardan beri yapılan bir iş koluydu. Ulaşım araçlarının gidemediği yerlere at, eşek ya da katır ile tüketicinin ayağına giden bu satıcılar her türlü zor doğa ve iklim şartlarına direnerek işlerini yaparlardı.
 
Yeni ortaya çıkan Çerçilik türleri ve günümüzdeki uzantılarına artık günümüzde şehirlerde de rastlıyoruz. Halk arasında Nayloncu olarak anılan plastik eşya satıcıları ile eskicilerden halen takas sistemi ile çalışanlar bile var. Evde kullanılmayan bir eşyayı verip çamaşır mandalı almak gibi. Yani seyyar satıcılık ile bugünün eskicilik gibi mesleklerin fikri çıkış noktası çerçiliktir. Yine şehirlerde ortaya çıkan “bir milyoncu” esnafı çerçilikten zuhur eden bir meslektir. Bu işin zirve yaptığı son nokta ise AVM ve AVYM denen büyük alış veriş ve yaşam merkezleridir. Mikro boyuttaki çerçi heybesinden makro boyuttaki market kültürü arasında hacim dışında bir fark yoktur. İşleyiş aynıdır.
 
Çerçilik, bir süpermarket gibi her çeşit ürün bulundurma gayreti içindeyken bunun da zamanla uzmanlık alanları doğmuştur. Bohçacılar, tespihçiler, esanscılar çerçilik çeşitlerine birer örnektir.
 
Çerçilik, bu toprakların samimi ve sıcak kültürü içinde yetişen esnaflığın çıkış noktasıdır. Çerçilik, kaybolan meslekler arasında sayılsa da günümüzde değişim geçirerek, modern yapılanmalarla yeni ticari alanlarda tüm hızıyla sürmektedir. Çerçilik, tıpkı nalbant, bakırcı, semerci, kalaycı ve saraç vb. meslekler gibi yeni kuşaklar için yabancı bir deyim özelliğine bürünecektir.
İşte, köyümüzde bu kadim geleneği sürdürme gayreti içinde ola Hatibin Ahmetin Kadir bu yönüyle kayda değer bir köylümüzdür. O, diğer meslektaşları gibi at, eşek, katır ve arabayla köy köy gezmez, omzunda heybe taşımaz ama koluna taktığı “kolçağa” ve elindeki torbaya doldurduğu şeker, çiklet, şişürtme (balon), düdük, mantar tabancası, çatapat, torpil ya da kız kaçıran, ayna, tarak, saç tokası, küçük naylon top, araba ve daha birçok küçük bakkaliye ve iğne iplik gibi tuhafiyelerle düğün bayram gibi nedenlerle oluşan “cemiyet” içinde yer alarak toplumsallığın gereği olan bir boşluğu doldurup, “evsük” tamamlayarak ihtiyaçlarını giderdiği aileleri ve oyuncaklarla çocukları sevindirir, özellikle çocuklar bu sayede ikinci bir bayram yaşarlardı.
 
13 Mayıs 2021
/Çetin KOŞAR

Malaggi mi Yoksa Mal Hakkı mı?




Köyümüzde Nisan-Mayıs gibi Bahar aylarında tarlalarda ekim dikim işleri olduğu için hayvanlarımızı Kömürlük ve Eskiköy ormanlarına götürür oralarda günübirlik otlatırdık. Çobanlık yaparken de ihtiyacımız olan suyu çok soğuk olduğu için “Malakkı’nın Puvarı” dediğimiz bir “çöylen”den karşılardık. Ercan Yılmaz kardeşimizin paylaştığı fotoğrafta görüldüğü gibi burası bizim köyde kullandığımız manasıyla bir puvar / su kuyusu değil adeta küçük bir çağlayan yani çöylendi. Sözlükte çöylen, “suyu ağaç oluktan akan ilkel çeşme” olarak geçse de bizim bazı kelimelere yöreye has manalar yüklediğimiz de ayrı bir gerçektir. Mesela, bölgede var olan diğer su kaynaklarımızdan biri de “kuş çöyleni” dediğimiz yerdir. Bunun gibi “peynir puvarı” dediğimiz yerde de elbette bir su kuyusu yoktu.
Benim burada değinmek istediğim söz konusu su kaynağının ismidir. Köydeki söyleyiş tarzımız “malakkının puvarı” şeklinde olan bu isimlendirmenin aslı ne olabilir? Bizim anladığımız manada buranın isim babası mal lakaplı bir Hakkı mıdır? Yoksa söyleyiş tarzımızdaki fonetiği izleyerek Rumca “Malaggi” ismine ulaşabilir miyiz? Bu Hakkı ya da Malaggi kimdir?
Malum olduğu üzere bu bölgede, zamanında Malatya civarından gelen Ortodoks Rumlar oturuyormuş. Önceden Gelemet Köylü sayılan Sordan köyümüz daha sonra bu Çetirlik Rumlarıyla bir köy sayılmış, iki ayrı muhtarlık olarak yönetilmiştir. Lozan Mübadele Sözleşmesiyle, bir gecede çekip giden bu Rum komşularımızla ilgili geriye hiç bir hikaye kalmamıştır.
Ninem Hanife Koşar, köye sık sık gelen Anastas isminde birinden bahsederdi ama “nereden geldiğini” sorduğumda “bilmiyorum” cevabını alırdım. Tarihi kayıtlarda bu Anastas’ın Pergeli Papazı’nın oğlu olduğu anlaşılıyor. Çetirlik Rumlarının çetecilik faaliyetlerine karıştığı vaki olmamış ama bu Anastas denen kişinin, hali vakti yerinde olan Çetirlik Rumlarını haraca bağladığı kesindi. Rahmetli Rıza Yılmaz’ın ifadesine göre “biz Türkler açlıktan kırılırken bu Rumlar gayet müreffeh bir hayat sürüyordu. Çünkü onlar hem tarım ile uğraşıyor hem de erkekleri köy dışına çıkıp gurbetlerde ticaret ile uğraşıyorlardı. Ne zaman bir ihtiyacımız olsa bizi boş çevirmezlerdi.” Derdi.
Evet bu komşularımız ninemin deyimiyle bir gecede köyü terk edip gitmişlerdi. Nereye gittikleri konusunda elimizde doğrulanmış bir bilgi yok ama Boyabat üzerinden ilk geldikleri yer olan Malatya’ya gönderildikleri söylense de nihayetinde sözleşme gereği Yunanistan’a gittikleri ve varlıklı olanların da buradan Avrupa ve Amerika’ya kadar gittikleri kesin. Çünkü, yıllar önce 2008’de dedesinin yaşadığı memleket olan Çetirlik’i soran bir Amerikalı Rum ile irtibatımız olmuştu.
Mevzu geniş olunca konu dağılıyor. Soruya dönecek olursak, Eskiköy çayındaki bu “puvar/pınar/çöylen” artık cinsi neyse de buna adını veren kişi Türk “Hakkı” mı? Yoksa Rum “Malaggi” mi?
Ben de soruyu öyle bir zamanda soruyorum ki, sanki o günleri yaşamış olan büyüklerimizden hâlâ yaşayanlar varmış gibi. Anlayacağınız çok geç sorulmuş bir soru. Ancak, olur ya birinin kulağında bir “rivayet / söylenti” kalmış olabilir. Sormak lazım, belki bir hatırlayan çıkar.
Siz onca yıl birlikte yaşayın, ancak bu komşularınızdan birinin adını dahi aktarmayın. Ama kim aktaracak? Savaşlar yüzünden köyde aklı başında insan mı kalmıştı? Sorular, sorular, sorular…
Fotoğraflar: Ercan Yılmaz


YORUMLAR

Şaban Koşar
İyi bayramlar. 
Arkadaşlar, öncelikle bu "Malhakkı Puarı"yla ilgili o kadar uzaklara gitmeye gerek yok Puarın karşısındaki tarla Kapaklı Köyü'nden Hakkı diye birine ait olduğundan lakabı da Malhakkı olduğu için MALHAKKININ puarı diyorlardı. Biz öyle biliyoruz. 

Herkese selamlar

  • Çetin Koşar
    Merhaba Şaban ağabeyim. Konu açıklığa kavuşmuştur. Teşekkür ederim.
    Beni "Mal Hakkı" isminden alıp "Malaggi" ismi için uzaklara sürükleyen sebep ise Eski köy'e inen yolun kenarlarına yakın yerlerdeki harman yerleri idi. Çocukluk yıllarımızda gözlemlenen bu düzlüklerin "gavurlara ait hırman yeri" olduğu söylenirdi.
    Bir yere isim verirken ilk akla gelen o yere ismini veren kişinin o yere yaptığı katkı, verdiği emek düşünülür. Ben de bu yer hakkında hep düşünürdüm bu malhakkı bu "puvar / pınar " için ne yapmış. Aslında burası doğal bir kaynak suyu tabi. Bu durumda bu isimlendirme "iyelik/sahiplik" olarak değil "mevkii" ifadesiyle yapılmış. "Malhakkı'nın yerindeki/yakınındaki su" diyebiliriz.
    Tekrar teşekkürler.

 

4 Mayıs 2021 Salı

Serender



 

Her yerleşim yerinin kendine özgü yapısı gereği değişik türde mimarı yapıları vardır. Genelde insanoğlu “başımı sokacak bir yerim olsun başka bir şey istemem” der ama nefsin bitmek tükenmek bilmez arzuları karşısında dünyanın hepsi ona verilse doymaz öteki dünyayı da sahiplenmek ister.
Köyümüzün adı bugün resmi kayıtlarda köy değil de mahalle olarak geçiyor olsa da isminden başka değişen bir şey yoktur. Kırsal kesimdir ve yarı dağ köyüdür. Karadeniz bölgesinde olmakla beraber Karadeniz’in o hırçın iklimine pek rastlanmaz. Kent merkezlerine yakınlığı nedeniyle de ulaşım olanaklarından yoksul yerleşim yerlerine özgü barınak ve korunaklara da ihtiyacı yoktur.
Eskiden, kendi ailesi ve hayvanlarının başını sokacağı altı tam/ahır, üstü konut olan yapılar ile bir samanlık ve bir salaçtan mütevellit eklentileri yeterliyken şimdilerde bu eklentiler çeşitlenmiş ve çoğalmıştır. Ev ve ev eklentileri hanede yaşayanların ve o bölgedeki insanların ekonomik faaliyetinin ne olduğu ile ilgilidir. Büyükbaş hayvancılıkla uğraşılıyor ise tam/ahır; küçükbaş hayvancılıkla uğraşılıyorsa ağıl/saya ve bu hayvanların yiyeceklerinin konulduğu samanlık gibi eklentiler mevcut iken; tarım ile uğraşılıyor ise ambar ve serender gibi eklentiler bulunmaktadır. Köylümüz, kendi ihtiyacı kadar hem hayvancılık ve hem de tarım ile uğraştığı için bu eklentilerin hepsine sahiptir. Ancak, konutlar da dahil bunların hepsi “özensiz” yapılardır.
Konumuz olan serenderler köyümüzde yaygın olmamakla birlikte yer yer bazı ailelerde iğreti olarak inşa edilmiş olsa da mevcuttur. En az dört ya da altı direk üstüne tek oda olarak inşa edilen ve asıl işlevi, köylünün tahılını, yiyeceğini sakladığı, kuruttuğu, altına kışlık odununu depoladığı yer olan serenderler aynı zamanda altında çocukların yağmurdan ve güneşten korunarak oyunlarını oynadıkları yerlerdi. Evlerin yakınına inşa edilen bu yapıların altı zaman zaman bazen köpek bağlandığı bazen yağmurlu havalarda çamaşır kurutma yeri olurdu. Karlı kış günlerinde serenderin altı kuşlar için sığınak olur üstten dökülen mısır ve buğday gibi tahıl taneleriyle beslenirlerdi. Ev ve çevresini kendine mekan edinen tavuk ve horoz gibi kümes hayvanlarının eşinme ve tozlanma yeridir.
Yerden yüksek yapılmasının temel nedeni saklanan ürünlerin haşerelerden korunması içindi.
Günümüz konut mimarisinde kullanılan betonarme binalar, belli bir ekonomik güce ulaşmış olmanın getirdiği rahatlıkla iki oda bir salon yerine daha çok odalı ve bir kaç katlı yapıldığı için tahıllarımız da konut içine yapılan “hambar ve unluk” gibi depolama yerlerinde muhafaza edilmektedir.
NOT: Bir Suha Arın Belgeseli “Sisler Dağılırken” de Karadeniz Serenderleri...
/Çetin KOŞAR
4 Mayıs 2021
FOTO_01: Hacı Osman ŞEN’in Serenderleri. (Fotoğrafta yer alanlar ilaz Ahmet Şen oğlu Merhum Terzi Ekrem ve eşi Rabia Şen)
FOTO_02: Çetirlikten Mutaflıların Serenderleri.
FOTO_03: Sefercüğün Salih’in Mısır Serenderi.

3 Mayıs 2021 Pazartesi

GARA FURUN / TAŞ FIRIN

 


Eskiden köylerde ekmeklerimiz ocakta pişirilirdi. Gerek saç üstünde yapılan yufka, yağlı, cızlak, patıl ve mısır ekmekleri olsun, gerekse kızgın yağda pişirilen "bişi" olsun ve gerekse tava ve külde pişirilen çörekler olsun tek ocak olmasına rağmen köylümüz bundan çeşitli yöntemlerle çeşitli ekmek üretmesini bilmiştir.
Zamanla değişen teknoloji sayesinde köylerimiz soba ve kuzinelerle tanıştı. Özellikle Rize ili Pazar ilçesinden gelen "İLAZ GÜZİNELERİ" ni anmadan geçmeyelim. Yetmedi, elektrikli fırınlar (davul, turbo ve mikrodalga) hayatımıza girip, evlerimizin bir köşesine kuruldular.
Tüm bu teknolojik imkanlara rağmen dışarıda kalan ve gözümüzü ondan bir türlü alamadığımız "Gara Furun" dediğimiz taş fırınlarımız vardı.
Bugün, köylümüz ve kentlimiz, fırıncı esnafı (hatta unlu gıda sanayii) sayesinde "ekmek etme" sorununu halletmiş görünsede aslında yeni teknolojiler bu konuda bize çözüm değil sorun üretmiş durumdalar. Çamaşırlarda aranan beyazlık ekmekte de aranmış daha düne kadar yediğimiz siyah ama lezzetli ekmeklerin yerini beyaz ama içi - dışı boşaltılmış (ruşeymi - kepeği alınmış) ekmekler aldı. Artık beslenmiyor adeta semirtilen kurbanlıklar gibi şişiriliyoruz. (Obezite!). İşin garibi, köyde üretilen buğdaylarımız hasat ile birlikte un fabrikalarına rehnediliyor, bize de ihtiyacımız olan un "fabrikasyon un"lardan veriliyor. Yetmedi, fırıncılar, köylere her gün ekmek servisi yapıyor.
Dönelim köyümüze....
Köyümüzde eskiden fırın kültürü yaygındı. Her ailede olmasa da bu işe hevesli ailelerin avlusundaki mimari eserlerden birisi de bu taş fırınlardı. (Diğerleri ev-tam, samanlık, salaç, serender, pin...)
Ekmek pişirmek gibi asıl işlevi yanında çeşitli mahsül (mısır, fasülye, meyve kurusu vb.) kurutma işinde de kullanılan bu fırınlar adeta köyün ortak mülküymüş gibi kulkanılırdı. Küçüklüğümde hatırladığım Fikrücüğün [Fikri YILMAZ(1905-1984)] fırını vardı Yukarıköyde. Analarımız, Ninelerimiz önceden anlaşırlar hamurlar mayalanır, odunlar taşınır ve erkenden fırın yakılıp tavlanır, o gün herkes sırayla sabahtan akşama kadar gün boyu "ekmek eder"ler, selelere, çuvallara doldurulan bu somunlar ekşiyip bayatlamadan, bozulmadan günlerce dayanırdı. Tabi bu esnada, etrafa yayılan o mis gibi ekmek kokusunu alan bizlere de sanki oradan tesadüfen geçiyormuş gibi yapıp o somunlardan koparıp "ıscak ıscak" yemek düşerdi.
***
KÖR KUYULARA FIRIN YAPMAK
Kimin fikriydi bilmiyorum ama Rahmetli Hikmet USTAOĞLU(1929-1975) dayımların eviyle bizim evin arasında, eskiden tütün dikmelerinde kullanılmak üzere kazılan bir su kuyusu vardı. Su kuyusu dedimse bildiğimiz puvar değil tabi, obruk gibi geniş bir şeydi. Yağmur sularının biriktirildiği bir göl. İçi toprakla dolsa da bugün bile hâlâ duruyor. Zemini ak toprak (kireçli) olduğu için aslında su da tutmazdı. Hatırlıyorum da Rahmetli Hanife USTAOĞLU (1929-2011) halamla birlikte ninem Hanife KOŞAR(1910-2008) bu kör kuyunun bir duvarına oyulmuş Fırını kullanmak için ateş yakmışlar fakat baca sistemi olmadığı için kuyu içinde duman dumana kimse kimseyi göremez olmuş, gerekli yanma sağlanamadığı ve ısıtılamadığı için bir daha kullanmamışlardı.
Kullanılmaya kullanılmaya körelen bu kuyunun içinde şimdi bir incir ağacı büyümüştür. Kökleri kuyu dibinin derinliğinde olduğundan olsa gerek bu ak incir yapraklarını dökse de kış ortasına kadar uzun süre meyve vermeye devam etmektedir.
***
KIZGIN FIRINDA BİR KIZ ÇOCUĞU
Bu fırınlarda yapılan bir diğer önemli iş ise "fırınlanmış mısır unu" elde etmekti. Bu işlemde fırınlanan un değil mısırın bizzat kendisidir. Henüz koçanından ayrılmamış mısırlar koçanıyla birlikte fırınlanır / kurutulur / kavrulur ondan sonra çitlenip değirmende öğütülerek fırınlanmış mısır unu elde edilirdi. Tabi bu undan gerek saçta ve gerekse tavada yapılan ekmeklerimiz de tadından yenmezdi. Fırında mısır kurutmayla ilgili bir anımı da paylaşayım.
Merhum Raif YILMAZ(1902-1984)'ın da fırını vardı. Bir gün bu fırında biz de mısır kurutuyorduk. Fırın sıcaklığı tam ayarlanamamış galiba biraz yüksekti ki mısırlar yanmaya dönmüşken hemen çıkarmamız icabetti. Aceleyle "çek çek" dediğimiz kürekvâri alet kırılmasın mı? Çaresiz, Rahmetli Gülbahar YILMAZ (1928-2010) abam, kızı Birsen'e o kızgın fırının içine girip içerİdeki mısırları eliyle fırının ağzına ittirmesini istemişti. Daha sonra ailemize gelin olarak gelecek olan Birsen abamın fırının içindeki o yüzü gözü kıpkırmızı olmuş halini hiç unutamıyorum. Ayak tabanları ne haldeydi bilmiyorum ama kızgın somakları eliyle fırının ağzına doğru atarken bir yandan da yanan parmaklarını o kızgın fırının içinde üfleyerek soğutmaya çalışıyordu.
Ve bu insanlar, başkaları için katlandıkları onca zahmet ve meşakkatten asla yüksünmediler adeta hiç bir şey olmamış gibi davrandılar. Merhametli olmak ve iyilik etmek insanımızın ruhuna işlemiş olduğu o günler işte bu yüzden çok güzeldi.
3 Mayıs 2021
Çetin KOŞAR
Fotoğraf: İsa Akın
Çetirlik'ten Hatiplerin Fırını.

Bir Örtü, İki Fotoğraf


Köy evlerinde önceden elbise koymak için "Gardroup" denilen eşya yoktu. İç giysiler "çamaşır sepetine" ya da bir bohçaya konur, dış giysiler de odanın duvarlarına ya da kapı arkalarına çakılan "askılık"lara asılırdı. Tabi bu giysilerimiz "gündelik-yabanlık" ayrımına tâbi tutulur, gündelikler yerine göre, eve girmeden dış kapıda çıkarılıp oraya bırakılır, normal giysiler de salon ya da odalardaki askılıklara asılırdı. Oturulan odada "gündelik"ler, yatak ya da misafir odalarında ise "yabanlık" olanlar asılı olurdu.
Şimdi gelelim asıl konuya. Köyümüzdeki şu inceliğe bakınız ki, asılan bu elbiseler görenleri rahatsız etmesin ya da tozlanmasın diye ayrıca bir örtü ile kapatılırdı. Ve bu örtüler de öyle sıradan bir bez parçası değil "el işlemeleriyle" bezenmiş, sanatsal değeri olan şeylerdi.
Aşağıdaki iki fotoğraf, farklı zamanlarda çekilmiş olsa da aynı yerde çekilmiştir.
Her iki fotoğrafın ortak özelliği, Şahide ŞEN annemizin gelinlik çeyizinden olduğu şüphe götürmez ASKILIK ÖRTÜSÜ'nün önünde çekilmiş olmasıdır. Fotoğrafçının inceliği mi desek ya da fotoğraf çekinenlerin tercihi mi desek bilemiyorum ama düz bir duvar yerine özellikle bu “el emeği göz nuru” örtünün önünde fotoğraf çekinmenin çekiciliği bu çeyizimizin güzelliğinden / değerli oluşundan geliyor olmalı.
Tabi eskiden çeyizler, şimdi olduğu gibi çarşıdan alınmıyor, genç kızlarımız kuracakları yuvanın hayaliyle, onca işin gücün arasında fırsat bulup gece gündüz demeyip bunları bizzat el emeği harcayıp, göz nuru dökerek yapmaktaydılar.
Ne güzel günlerdi o günler!...
Fotoğrafı bizimle paylaşan Hasan Şen öğretmenimize teşekkür ederiz.