Çok deruni bir tecrübe, çok boyutlu bir hakikat olduğu için Ramazan bize
oruç ile hayat arasındaki ilişkiyi de çok iyi görmemizi sunacak bir tablo resmediyor:
Gündelik hayatta yaptığımız şey, kaçmak. Kendimizden kaçak.
Bizi kendimizden kaçıracak o kadar çok şey var ki.
İşte oruç, bize, artık kaçamazsınız kendinizden;
birazcık kendiniz olun diyerek bizi tutuyor kendimize getiriyor.
İnsanın kendine gelişi, kendini hatırlayışı, gözlerinin görmeye,
gönlünün olabildiğince açılmaya başladığı an mümkün olmaya başlıyor.
Ve insanın içi o zaman ışıyor, aydınlanıyor; gözü görmeye başlıyor,
gönlü açılıyor bütün dünyalara ve insanlara. Ramazan sevinci bu.
Yusuf KAPLAN.
Benim küçüklüğümde hatırladığım ilk Ramazan anısı, o yıllar köyümüzde cami olmadığı için babalarımızın Gelemet Camiine Teravih Namazına gitmeleriydi. Karlı bir zamanda idi Mübarek Ramazan. Üç dört yaşlarımda olmalıyım. Yani 1965-66 yılları. Biz çocuklar o zaman büyüklerimizin yanında oyun oynamayı bırakın çocuklarla kendi aramızda bile konuşmaktan çekinirdik. En mutlu ve hür anımız bu teravih namazı vakitleriydi. İftar yemeği yenir ve akşam namazı eda edilir edilmez ya babam kendisi çıkar arkadaşlarına gider ya da arkadaşları gelir onu alır teravih namazı için Gelemet Köyü Camiine giderlerdi. İşte bizim evdeki krallığımız bu dakikadan itibaren başlardı. O bir, bir buçuk saatlik dilim içinde gün boyu yapamadığımız bütün haylazlıkların hepsini yapmaya çalışırken bir yandan da Gelemet Camiinin ışıklarını gözetlemeyi sürdürürdük. Annemiz ve ninemiz bu yaramazlıklarımızdan bıkar usanır “Kurt gitti, koyun yaylaya çıktı” diyerek bizi sükûnete çağırırlardı. Ne zaman ki Teravih Namazı biter ve Caminin ışıkları söner bizim de yaramazlıklarımız hız keser bembeyaz kar örtüsünün aydınlattığı arazide köye doğru gelen karaltıları izler eve yaklaştıklarında ise bir akşamlık bu sevincimizin de sonu gelirdi. Bize sağladığı bu hürriyet ortamı nedeniyle Ramazan akşamları içimizde bir hoşluk oluştururdu.
Daha sonra ilkokul yıllarımda hatırladığım Ramazan, okulların ilk açıldığı zamanlara tekabül eder. Zannederim 1968-69 yıllarıydı. Okulumuza Amerika’dan ambalajlarında tokalaşan iki el deseni bulunan süttozu, katı yağ ve bembeyaz un ‘dan müteşekkil gıda yardımı geliyordu. Bkz: http://www.vahdet.com.tr/isdunya/dosya6/1705.html Her gün sırasıyla okulda çocuğu olan bir aileye akşamdan bu “beyaz un” (bizim unlar kepekli ve esmerdi) ve katı yağdan birer adet gönderilir. Ertesi gün öğle vaktinde “yağlı ekmekler” yapılır ve okula getirilirdi. Okulun bahçesinde büyükçe bir kazanda kaynatılan suya karıştırılan süttozundan elde edilen sütten evden getirdiğimiz süt taslarıyla süt alır yağlı ekmeklerle beraber yer içerdik. (Hiç ihtiyacımız yokken bu yardımların niçin geldiğini hâlâ anlamış değilim.)
Ramazanın ilk günüydü zannederim. Gece annemin “bişi” yaparken ekmek teknesinin çıkardığı sesten uyanmış sahurda yemek yemiş, izin vermemelerine rağmen gizlice oruç tutmaya niyetlenmiştim. Ertesi günü okulda süt ve yağlı ekmek kuyruğuna mecburen sokulmuş oruçlu olduğumu söylememe rağmen kimseyi ikna edememiş hatta abim beni “niye oruç tutuyorsun?” diye babama şikayet etmekle tehdit etmişti. Tüm ısrarlara rağmen orucumu bozmamış, ilk öğretmenim Mustafa AÇIKGÖZ’ın “Üstelemeyin. Rahat bırakın” uyarısıyla baskılardan kurtulmuş, o gün yemek saatinde okulun bahçesinde yiyip içen arkadaşlarımın arasında oturarak orucumu tutmuştum.O günlerden bir kare için bkz: http://img.blogcu.com/uploads/jeje_hasanakbulutilkokulu.jpg . Tabi burada anti parantez belirteyim; ileriki yıllarda “eşşek kadar adam” olmamıza rağmen oruç tutmayalım diye ailelerimizden izin alabilmek için kırk bin tane bahane üretirdik.
Zaman zaman biz ısrarla oruç tutmak isterken bazen de ailemiz tutmamızı önerirdi. Cuma ve özellikle Ramazanın son günü (arefe günü) “kuşun kurdun” bile oruç tuttuğu söylenir bizlerin de oruç tutması istenirdi. O günlerde ben hep bu hayvanları, kuşları izler gerçekten oruç tutup tutmadıklarını öğrenmeye çalışırdım. Daha sonraları anladım ki maksat bize bu günlerin önemini kavratmakmış.
Çocukken oruç tutardık deneme mahiyetinde. Aile ile birlikte sahura kalkar. Ertesi gün ya oruç tatardık ya da yarım gün tutar öğleyin sahurda artan “bişi”leri yiyerek soranlara “öylene gadar oruç dudtug şindi de “bişi”nin kulândan dutuyog” derdik. Sık sık oruçlu olduğumuzu unutur bol bol yer içer bir güzel karnımızı doyurduğumuz günler olurdu. Yemek yediğimizi iftar vakti gelince iştahsızlığımızdan anlardık. Bu konuda da bizlere hiçbir zorluk çıkarılmaz “Allah yedirip içirdi” denirdi.
Çocukluk yıllarımız geride kalıp artık yetişkin bir birey olduğumuz zamanların ilk yıllarında Ramazan ayı köy işlerinin en hararetli olduğu yaz dönemine rastlamaktaydı. Zihnimizde kalması gereken en tatlı anılar bu dönemde olması gerekirken şöyle bir baktığımda ne yazık ki bir Ramazan Ruhuna rastlayamıyoruz. Hep iş ve güç ön planda gelmektedir.
Mayıs ve Haziran da iki büklüm eğilip gün boyu tütün diken, tütün kazan; Temmuz güneşinin altında ellik ve orakla buğday biçen, harmanda “Patos” a “bağ” yetiştiren, samanlıkta saman çiğneyen; ormanda odun kesip, taşıyıp arabaya yükleyip kilometrelerce yol kat edip gelen oruçlunun halini bir düşününüz. Elbette en makbul ve en yüksek sevaplı oruç bunca zahmet ve meşakkatle tutulan oruçtur. Bundan şikâyetçi değiliz, aksine hatırlıyorum öyle zannedildiği gibi hiç de ağır gelmiyordu bize o zamanlar. Benim aradığım bugün kentlerde yaşanan Ramazan Günleri ile özellikle Osmanlıdan gelen geleneksel Ramazan Şenlikleri ya da Ramazan etkinliklerine benzer faaliyetlerin bir damar bulup köylere sirayet edip yerleşememesidir.
Tüm bunların yanında köyümüzde Ramazan kültürü hiç yok mudur? Elbette vardır. Her şeyden evvel Ramazan bereketi sofralarda kendini göstermekteydi. Normal zamanlarda yerine göre bir tencere çorba ile geçiştirilen akşam öğünlerimiz Ramazan vesilesiyle bir ziyafet sofrasına dönüşmektedir. Çorbanın yanında yemek pilav ya da makarna ile birlikte en azından bir mevsim salatası hoşaf ya da tatlı da sofrada yerini almakta idi. Bizimle birlikte tarladan dönen analarımız bu günlerin hürmetine bizlerden en az bir saat önce eve dönerler ve bu süreyi sofrayı zenginleştirmek için kullanırlardı.
Öte yandan tarladan geç dönenler veya uzun yoldan gelenler iftar vakti yollarda olduklarında gerek aileleri tarafından ve gerekse onları fark edenler tarafından yolda karşılanarak oruçları açtırılırdı. (Bu konuda “Züverin Memedin eşi Melek ingeyi” anmadan geçmek istemiyorum. Tam bilemiyorum ama “kamış ve kındıra” kesimi yapılan bir “Saz” dönüşü mü idi yoksa Toplu Köyünde yarıcılık yaptığımız bir tarla dönüşü mü idi neydi? İftar vakti “Cilim Mevkiinde olmuş. İyice yorulan öküzlerimiz de oldukça ağır seyrediyordu ki bizler de açlıktan bitkin bir haldeydik. Akşamın o alaca karanlığında Gecekli sapağında bize doğru gelen bir karaltı gördük. Gelen kimse adı gibi kendisi de Melek olan Melek yenge idi. Bir çanakta “eşi çalkalaması” ve bir “Patıl” ekmeğiyle birer lokma ile de olsa ayaküstü açtırdığı o oruçlarımızdan payına düşen sevabı ancak Allah bilir.)
Köyümüz gençleri için Ramazan Günlerinin belki de en keyif verici ânı İftar ile Teravih namazı arasında kalan zaman dilimi idi. Bu saatler onlar için tahsis edilmiş boş zamanlardı. Alelacele iftar yemeği yenir ardından akşam namazları da kılındıktan sonra gençler doğruca Camiye değil Caminin yanına arkadaşlarla buluşmaya iki sohbet etmek ve aralarında şakalaşmak için koşarlardı. Camiye yakın yerlerde guruplar halinde toplanılır tiryakiler ailelerinden gizlice sigaralarını tüttürür, iş güçten fırsat bulup bir türlü görüşemedikleriyle bir ay boyunca bol bol görüşme fırsatı bulurlardı.
Sadece gençler mi yapardı bu ayaküstü sohbetleri? Hayır. İhtiyar delikanlılar da bu sosyal faaliyete katılırdı. Teravih Namazına yarım saat kala başlayan Vaaz ve Nasihatlere iştirak etmek yerine dışarıda sohbet etmeyi yeğlerdi çoğunluk. Bu sohbetler o kadar koyulaşır ki konuşmaların ve gülüşmelerin volumu bazen ayar patlatır hatta Camii içersinde vaaz eden imamın sesini bile bastırırdı. Bunun için sık sık içerdeki cemaatten birileri dışarı çıkar sessiz olmaları ve hatta içeriye girmeleri için onları uyarırdı.
Bugün bile çocuk ruhunun verdiği neşe ve sevinçle Teravih Namazı kılmak için camiye giden çocukların namaz esnasında birbirlerine yaptıkları muziplikler sonucunda “kikirdeşip” “gülüşmeleri” zaman zaman büyükleri kızdırsa da bazen büyüklerin de gülüşmelerine yol açmakta idi. Onlara asla ve kat’a kızıp azarlanılmazdı. Mesul olmadıkları halde bir eyleme iştirak ederek kazanacakları Camii sevgisi, toplu hareket etme melekesi, sosyalleşme ve imanlarını kuvvetlendirme fırsatı büyüklerin onlara tanıyacağı bu hoşgörü ile kazanılacaktı. Zaten bir suç olarak görülmeyen ve insanın doğasında var olan “sınırları zorlama isteği” çocukluğumuzda da özellikle teravih namazlarında zuhur eden bu bir türlü kendini tutamayıp gülüşmeler büyüklerimiz tarafından ayıplanmaz namaz sonrası biz çocuklarla şakalaşma vesilesi olurdu.
Ramazan boyunca köyde yaşanan eğlence ve şenlikler işten güçten fırsat bulup bir araya gelemeyen insanların Teravih Namazı öncesinde bir araya gelerek görüşmeleri, konuşup eğlenmelerinden ibaretti. Namaz sonrasında hiçbir yerde oyalanılmadan evin yolu tutulur sahur ve yarının işleri için erkenden yatılırdı.
Bir sosyalleşme aracı olan Ramazan, elbette sadece bir eğlence ayı değildi. Bunun bir de manevi yönü vardı. Bu aylarda toplumsal ilişkiler bir düzene girer, insanlar bir birleriyle daha anlamlı ve manalı diyalog içinde olurdu. “Sılayı Rahim” gibi sık sık yapılması gereken fakat iş güç nedeniyle hep ertelenen “gidip-gelmeler” Ramazan vesilesiyle önem kazanır. Uzak ve yakındaki eş, dost, hısım ve akraba ziyaretleri böylece artar. Köyde hemen hemen her aile bir birlerini iftara davet eder. Böylece Ramazan ayı boyunca her gün ayrı bir bayram havası içinde geçerdi.
Ramazan ayı dışında diğer günlerde düğün, ölüm ve mevtaya okutulan “yedisi”, “kırkı” ve “elli ikisi” mevlitleri için bir araya gelen köy halkı bu ay vesilesiyle İmam Efendinin de iştirakiyle her akşam bir evde verilen iftar yemeği için bir araya gelmektedirler.
Bu davetler bir gün önce ya da aynı gün erken vakitte bire bir ziyaret edilerek yapılır. Davete icabet edebileceklerin onayı alınarak o sayıya göre hazırlık yapılırd. Davet veren hane Camiye yakın ise İmam Efendi İftar vaktinin ilanı olan Akşam Ezanını camide okur ondan sonra davet verilen eve gelir. Yok eğer, davet verilen ev Camiye uzak ise Camide Ezan okuması için bir kişi görevlendirilir imam efendi ise ezanı davet verilen evin balkon ya da bahçesinde ya kendi okur ya da yine orada bir başkasını görevlendirip ona okuturdu.
İftarla birlikte yemekler yenilir, topluca dualar edilir ardında o evde davetlilerin katılımıyla Akşam Namazı Cemaatle kılınır. Namazın ardından Kuran-ı Kerim okutulur. Bunun için imam efendiyle birlikte Kuran okuyabilen üç beş kişinin de katılımıyla davetlilere Yasin-i Şerif ve peşi sıra okunan birkaç Zamm-ı Sureler ile Kuran ziyafeti verilir. Ardından da bu okunan Kuran’ın kabul edilip sevabının ölmüşlerin ruhuna bağışlanması için topluca dua edilirdi. Daha sonra çay ikramı başlar. Varsa mevsimlik meyve vesaire ikramının ardından davet sona erer. Müteakiben, Teravih Namazı için hep beraber Camiye gidilirdi.
Kentlerde yaşadığımız sahura uyandırmak için davul çalma gibi bir âdet köyümüzde yoktur. Bunun için Camide “Sela” okunmaktadır. Ki bence doğru olan da budur. Çünkü her inancın bir çağrı şekli vardır. Örneğin, Hıristiyanlıkta “ÇAN” çalmak, Yahudilikte BORU öttürmek vardır. İslamiyet’te ise yüksek bir yere çıkıp EZAN okunur.
Hatırlarım küçüklüğümde camilerimizde hapörler (apelle) gibi ses sistemi yoktu. Bir “Oflu Hocamız” vardı. Yıl 1967. O zamanlar ezandan önce “boru” öttürülür ardından ezan okunurdu. Boru sesini duyan vaktin geldiğini anlardı. (Yeri gelmişken bir anımı da paylaşmak isterim. Allah her ikisine de rahmet eylesin. Bir defasında Sarımsak’tan Deli Şükrü’nün Bayram, (o sıra ilkokulda öğrenciyiz) İkindi vaktine yakın nereden eline geçirdiyse boruyu kapmış öttürüp duruyordu. Muşta’da mukim bu Oflu Hocamız da bunu yakalamış bir güzel “şamar”lamıştı.) Daha sonraları “BORU ÖTTÜRME” işi terk edildi. O gün hasır beton olan Camimizin Çatısına çıkılarak okunan ezanı çok uzaklardan bile duyardık. Çünkü o gün köylerde gürültü kirliliğine yol açan ne motorlu araçlar vardı ne de evlerimizde elektronik aletler.(TV, Buzdolabı, Teyp vs.) Köyde birinin “tavuğu gıdaklasa” karşı köyden duyulurdu. Hatta köyden köye insanların konuştuklarını hatırlarım. Köyümüzün yetiştirdiği ve Samsun’un ünlü ses sistemi uzmanı Paşa’nın Yavuz (Yavuz Elektronik) tarafında köyümüz camiine bağışlanan ilk “akülü apelle” ile Cami hocalarımız fırtınalı günlerde Caminin Çatısından uçma korkusundan kurtulmuşlardı. Naçizane köyde Ramazan İmamlığı yaptığım zamanlarda ben de “Züver’in Memet” Emmiyle birlikte bu “apelle” ile uzun uzun “sela” verir, yetmez ardında Kur’an-ı Kerim hatta ilahi ve kasideler okur, Sahur Yemeğinin ardından yatmayıp geceden tarlaya tütün kırmaya gideceklerin uykusunu iyice kaçırttırırdım.
İş, güç, sahur, oruç, iftar, Kadir Gecesi derken Ramazan güle güle giderdi. Biz onun gidişine üzülürken gelen Bayram bizi bir güzel teselli eder, içimize sevinç, neşe ve sürur doldururdu.
Bayramlar Bayram Ola.
Çetin KOŞAR
Köy Günlüğünden