Yağışlı bir Sonbahar akşamı yağmur altında çamurlu sokaklarda, ellerinde çantalar, bavullar ve valizler; omuzlarında sarıp sarmalanmış yatak, yorgan, yastık ve battaniyeler olan üç kişi ilerliyordu. Sokak lambaları tek tük yanıyorsa da pek bir faydası yoktu onlara. Yer yer su gölcükleri oluşmuş bozuk caddede gelip geçen taşıtların göz alan far ışıkları ve sıçrattıkları çamurlu sulardan sakınarak yuvalarından yüzlerce kilometre uzaklıkta onca yükün altında ilerleyen bu üç kişiye üstten yağan yağmurun ve alttan kirleten çamurun şimdilik bir merhameti yoktu.
İkisi Baba-Oğul diğeri de oğlun okul arkadaşı idi bu üç kişi. Baba ile arkadaşı biraz önden gidiyordu. Oğul da hemen onların arkalarından henüz kestiremedikleri bir yoldan yatılı okulun bulunduğu istikamete doğru ilerliyorlardı.
Babanın omzunda oğlunun sarmalanmış yatak, yorgan, yastık ve battaniyeden oluşan “yük”ü ve elinde büyücek bir bavul, oğul ve arkadaşının ellerinde ise çantalar ve valizler vardı. Yağmur altında, 1977 yılının Ordu’sundaki çamurlu sokaklarda aydınlatması yetersiz sönük sokak lambalarının ışığıyla yer yer oluşmuş su gölcüklerine dikkat ederek ilerliyorlardı bir akşam karanlığında.
…..
Oğul yatağını yetkililerin kendisine gösterdiği ranzaya kurarken Babası da caddenin bir köşesinde bulduğu küçük bir dükkândan yarım ekmek ve biraz da zeytin alıp gelmişti.
- “Al bunları ye oğlum. Başka bir şey yoktu. İdare ediver” dedi. Oğlunun iyice yerleştiğini görünce;
- “ Ben şehir merkezine inip kendime bir yer bulayım. Bakarsın oteller dolar, yer bulunmaz. Ben sabah erkenden gelirim. Yurdun önünde beklersin beni” diye ekledi. Sonra kapıya kadar gidip geriye dönüp odayı ve oğlunu dalgın gözlerle süzdü ve hızlı bir hareketle çıkıp gitti.
Dışarıda yağan yağmur hızını kesmeden hâlâ devam ediyor, bir türlü dinmek bilmiyordu. Yağmurun sesi ve içeride yeni gelen diğer öğrencilerin ve velilerinin yer yer telaşlı zaman zaman sakin konuşmaları, kapanan kapı sesleri ve koridorlarda dolaşanların ayakkabılarının çıkardığı sesler ve diğer gürültüler bir birine karışarak, köyünden uzak buralarda beyninin derinliklerinde uğuldayıp duruyordu.
Babacığının getirdiği gazete kâğıdına sarılı zeytin ve ekmekten müteşekkil akşam yemeğini yemeye başladı. Babasını düşünde bir an. “Yağmur ve çamur altında gece vakti bu yabancı şehirde acaba şimdi ne yapıyordu tek başına?” İçi burkuldu. Kendisi şu an rahattı ama ya babası? İki ya da üç lokma yemiş yememişti ki, yedikleri boğazından geçmedi. Tıkanır gibi oldu. Yemekten vazgeçti. Yatağının üstüne açtığı sofrasını toplayıp yanındaki küçük poşete koydu.
Odayı şöyle yan gözle bir süzdü. Ranzalar çift kişilikti. Yani iki katlı idi. On ranza saydı. Bu bir oda da yirmi kişi kalacakları demekti. Şu an yirmi kişilik bu odada herkes bir birine yabancı idi. Kimse kimseyi tanımıyordu birkaç kişinin dışında. Kimileri uyuyor, kimileri yeni geliyor ve bir yandan yerleşiyor, kimileri de yatmaya hazırlanıyordu kendisi gibi. Ara sıra odaya giren çıkanlar, yerlerini arayıp soranlar oluyordu. Gözü köşedeki ranzada yatan bir arkadaşına ilişti. Onun babası hâlâ yanında idi. Neşeli neşeli havadan sudan konuşuyorlardı. Babası “iki hafta sonra tekrar geleceğini” söyleyince çocuk “anamda gelsin emi baba” deyince birden köyünü ve anasını hatırladı. Aslında unutmuş, aklımdan çıkarmış da değildi ama bunca meşguliyet onu bir an köyünü düşünmekten alıkoymuştu besbelli. Bir ara ağlayacak gibi oldu. Boğazındaki düğümlerden kurtulmak için yutkundu durdu.
Cefakâr Anacığının akşamleyin yorgun argın haliyle “öteberi” lerini hazırlayışı geldi gözlerinin önüne. “Oğlum çoraplarını şuraya koyuyorum. Al bu kazağıda koyalım yanına. Önümüz kış. El ocağı soğuk olur. Biz abine yenisini alırız…. “ diye sürüp giden sözleri ve sabah yolcu ederken verdiği öğütleri, ettiği duaları bir bir hatırladı.
“Derslerine iyi çalış yavrum. Arkadaşlarınla iyi geçin. Hocalarının gözüne gir! Rabbim sana zihin açıklığı versin. Yolun ve bahtın açık olsun oğul. Güle güle git. Sen bizi merak etme. Sık sık mektup yaz ki bizi de merakta koma… “
Bunları düşünürken soyunup yatağa girmişti bile. Hıçkırıklarını tutabildiyse de başına kadar çektiği yorganının altında yanaklarını ıslatan gözyaşlarına hâkim olamamıştı.
Bir ara sinema filmlerinde gördüğü “eline bavulunu alıp uzaklara giden ve uzun yıllar okuyup büyük bir adam olarak geri dönenleri düşündü. “Ben de onlar gibi biri değil miyim ki!” diyerek kendini teselli edip toparlamaya çalıştı.
Okul öncesi günlerini hatırlamaya çalıştı. Tarla işlerini, hayvanları, ekim ve hasat mevsimlerindeki iş-güçleri. Bir teravih namazı öncesinde Atıf kardeşinin “Alaçam’a yeni açılan bir okula öğrenci arandığını” anlatması ve ertesi gün ailesinden habersiz gidip gizlice bu okula kaydını yaptırmasını. Okulun ilk yılında gösterdiği okul birinciliği başarısını. Okul idaresinin babasına gönderdiği takdir ve teşekkür mektuplarını. Devlet Parasız Yatılı okulunu kazanmasını… Daha sonrasını düşünmek istemedi. Bu defa gelecekten hayal kurmaya çalıştı. Okul ve öğretmenden çok korkan biri olarak köy yerinde bir çoban iken onu okuyup adam olmaya iten sebepleri. Gelecekten beklediklerini, umutlarını hayal etti birer birer…
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Dışarıda yağan yağmur bütün şiddetiyle aralıksız sürüyordu. İçerideki gürültüler ise birkaç kişinin fısıltılı konuşmalarının dışında kesilmişti. Yurdun önündeki Ordu Sivas karayolundan geçen araçların motor gürültüleri ve sağanak halinde yağan yağmurun sesi altında yeni bir gün ve yeni bir hayata başlamak üzere çoktan deliksiz bir uykuya dalıp gitmişti.
Çetin KOŞAR
Ordu, 1979
YOL BOYU, Hikaye, Öykü, deneme ve Anılar, Trabzon, Temmuz 1981
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder