Ekin Ektim Çöllere
Yoldurmadım Ellere
Onüçünde yar sevdim
Ondan düştüm dillere
(Kadir ÜSTÜNDAĞ / Lâdik)
Mevsim yaz. Aylardan Temmuz; sarı sıcakların tabiatı pişirip hamlıktan olgunluğa yollandırdığı bolluk ve bereket mevsimi. Çiftçilikle meşgul köylünün yüzünde tatlı bir tebessümün başladığı mevsim. Neden olmasın? On aydır yolunu gözlediği rızkına kavuşmak üzeredir. Ekim ayında tane tane toprağa serptiği buğdayları şimdi başak başak derme zamanıdır. Niçin sevinmesin? Niçin gülmesin?
Düşünüyorum da aslında biz çok şanslıydık şimdiki çocuklardan. Şimdiki çocukların yedikleri önündeyken yemedikleri peşi sıra koşmaktadır. En güzel şekerlemeler, envai çikolatalar, İnternet, son teknoloji bilgisayar oyunları, Bin bir çeşitli kanal kanal Televizyon, CD, VCD, DVD... Ne mevcutsa hepsi onların emrinde. Ama onlar kuş sesini ancak haporlerlerden duyabiliyorlar. Doğayı filmlerden izliyorlar. Çiçeği saksıda, gökyüzünü evlerinin balkonundan görebiliyorlar. Ama biz böyle mi idik? Biz hayatın içindeydik. Hayat bizim yakamızda biz hayatın koynundaydık.
Siz Hiç Dövene Bindiniz mi?
Türkülere konu olmuştur samanlıklarımız. “Samanlıktan kaldıramadım samanı da Zühtü”, “Halime’yi samanlıkta bastılar” gibi. Deyimlerimiz vardır; “iki gönül bir olunca samanlık seyran olur”. “Samanlıkta iğne aramak” " saman altından su yürütmek" vb. daha niceleri.
Bugün bu samanlıkları hâlâ kullanıyoruz. Harman yeri ve Samanlıklar bir medeniyetin, bir tarım kültürünün iki öğesiydi. “HIRMAN” derdik biz buna. Köyümüzde harman yeri kalmadı artık. Yaşayan bir mevkii adı “Tokmak Hırmanı” var. Oysa yaz gelip buğday başaklarının sararmaya yüz tutup ardından da açık sarıya döndüğü zamanda her evin yakınında bulunan harman yerleri buğday hasadına hazırlanırdı. Genellikle buralar samanlığın önündeki düzlükler idi. Harmanda buğday taneleri sapından ayrılır, saplar saman olarak samanlığa, başaklar da buğday tanesi olarak “HAMBAR”lara doldurulurdu.
Harman mevsimi geldiğinde harman yerinin otları kazmalarla düz bir şekilde kesilerek temizlenir. Ardından “SİTİL” ile hafifce sulanır ve üzerinde içi su dolu “FUCU” bağlı öküz arabası ile dolanılır, zeminin sıkılaşması sağlanırdı. Ardından adım adım her alanı ayaklarla çiğnenerek, yerine göre ağır bir kütük ile dövülerek şimdiki betonsu bir zemin elde edilirdi. Buğday bağları, gemleri çözülüp başak kısımları içe dönük, harmanın merkezine bakacak şekilde harmana serilirdi. Bir çift öküzün çektiği Keskin uçlu çakmak taşları çakılı, kızağı andıran “DÜVEN” lerle gün boyu bu serili ekin sapları öğütülürdü. İlk başlarda belli bir oranda sıkılaşması sağlandıktan sonra dişlilerin daha iyi kesmesi için düvene ağırlık koyma ihtiyacı doğardı. İşte biz çocukların bir yıl boyunca beklediği an gelmiş oluyordu; “Düvene binmek”. Hava sıcak, güneş tepede “potlak kavururken” düvene binmek öyle büyük bir mutluluk verirdi ki bizlere. İşin bittiğine inanmayıp inmek istemediğimizde “öküzler yoruldu” sözüyle o hayvanlara acıdığımız için hemen inerdik düvenden.
“Harman yeri sürseler. Yerine Gül dikseler. Oy Sanem”. Bu bir gelin türküsüdür. “Aman ne zorumuş Burçak tarlasında burçak yolması” gibi daha nice türkülere konu olan harman zamanı elbette köylünün en meşakkatli zamanlarında birisiydi. Ne iyi olurdu değil mi harman yerinin sürülüp yerine gül dikilmesi? Ve duaları kabul olundu demek ki nice Sanem’lerin. Ne harmanlar kaldı, ne harman yerleri; ne dövenler kaldı, ne dövenleri çeken öküzler. Ki çocuklar düvene binip, onun altından kayıp giden bir dünyayı seyredebilsinler. Artık mümkünatı yok bunların. Daha kırk yıl öncesinde bütün köylünün, harmanlarının sürüldüğü köylerin harman yerleri vardı. Üç veya dört hafta bir şölen gibi devam eden harman zamanları vardı. İşte siz şimdiye kadar hiç düvene binmedinizse unutun gitsin. Bundan sonra asla binemeyeceksiniz! Ne acı bir şey değil mi? Bir baba olamamak gibi. Bir daha asla düvene binememek.
İçinizde Som Savurmayan Var mı?
Elbette kırk yaşın altındakiler parmak kaldıracaklardır. Üzülerek söyleyelim onlarda bu kültürü yaşayamayacaklar gerçek alanında. Belki ileride köyümüzde festivaller falan düzenler ve bu terk etmek zorunda kaldığımız tarımsal kültür örneklerini sahne ortamında anlık yaşatma ve yaşama fırsatını buluruz.
Som, Özbekistan, Kırgızıstan ve Somali’nin para birimidir. Ayrıca, katışıksız, saf manasına gelen 24 ayar altını ifade etmede kullanılır; som altın gibi. Ancak, harman dövmesinin ardından buğday tanelerinin arasında ince sap saman ve toz toprağın ayrıştırılması için “Yaba” ile havaya savrulması işlemine de “Som Savurma” deniyordu. Som savurabilmek için de ılgıt ılgıt değil çok olmasa da esen bir rüzgâra ihtiyaç duyulur. Bazı zamanlar olurdu ki günlerce rüzgar esmesi beklenirdi. Hatta yağmurlar yağar, mahsül harmanda çürüme riski yaşardı.
Uygun yönden esen rüzgâra karşı yaba ile saman yukarı atılır, rüzgâr samanı uzağa atar, buğdaylar olduğu yere düşerdi. Yel çıkınca bir sevinç kaplardı içimizi. Fakat arada bir rüzgarın yönü değişince havaya savurduğunuz samanın tozlarını tepeden tırnağa üstümüze çökerdi. Ensemizden boynunuzdan giren saman tozları terlerle bedenimizi sarınca, uyuz itler gibi kaşınır dururduk. Öfkelenseniz öfkelenemezsiniz, kızsanız kızamazsınız… Can da tatlı ürün de… Hani derler ya “Canım burnumun ucunda!..” diye. İşte o anda burnunuzun ucundan damlayan terler, birbiri ardına damlamaya başlayınca rençberliğin, üretmenin, buğdayın, ekmeğin, suyun değerini, nimet oluşunu öyle bir anlardık ki… Yere düşen bir lokma ekmeği alıp öpüp başımıza, yüzümüze, gözünüze sürüp yerdik. Şimdi bir bütün ekmeği bile çöpe atabiliyoruz rahat rahat.
Harman işi bitince buğdaylar "TOHUMLUK" "KEŞKEKLİK" "BULGURLUK" "EKMEKLİK" adlarında kısımlara ayrılır ardında derelere inip “Ekin Yıkama” işleri başlardı. Buğday taneleri akarsu da özel teknikle bir güzel yıkanırdı. Keçi kılından yapılmış kilimlere serilip güneşte kurutulup ambarlara doldurulan buğdayların bir de değirmen yolculukları olurdu. Değirmende öğütülen buğdaylar “UN”a dönüşür, Elde “Yoğun Elek” ya da “İnce Elek”ten geçirilen bu unlardan analarımız neler neler “EDER” lerdi bir bir anlatacağız ileride inşallah. Yâlu, Hamursuz, Somun, Patıl gibi Ekmekler; Un Çorbası, kaypak, cimcik, lokma gibi yemekler…
“Orak Biçerim Orak. Ellikleri Furarak”
Artık ne “Orak” kaldı ne de “Ellik”. Bitti hepsi. Önce harman sürme işi “POTOZ”lara devredildi. Ardından “DÖVER BİÇER” adını verdiğimiz “Biçer Döverler” köyün en yaka arazilerinde bile yuvarlanmadan çalıştırılır oldular. Bu nedenle artık “orak biçme” merasimleri de yapılamaz oldu köylerimizde.
Oysa ne güzeldi o orak biçerken söylenen türküler. Özellikle Yetişkinler girerdi türküye önce. Ardından diğerleri iştirak eder hep birlikte koro halinde hem biçer hem söylerdik dertli derli. Öyle her türkü değil, özel “gazel” niteliğinde olan türkülerdi. Cami imamlarının olmadığı dönemlerde Hacı Habib dayıdan sonra camimizde fahri olarak en çok Ezan-ı Muhammedî’yi okuyan bir kişi olarak “Hakkicük” (Hakkı KOŞAR) emmimin sesini hep duyar gibi oluyorum. Çünkü onun üstüne yoktu acıklı bir orak biçme türküsü söyleyen. (Rabbimiz Cümlesine Mağfiret Eylesin. Amin)
Orağı bilmeyenimiz yoktur. Bir zamanların dünyanın bir kutbu olan Sovyetlerin bayrağındaki orak çekiçin orağı gibi. Ellik ise ekinleri biçerken hem parmaklarımızı oraktan korumak hem de özellikle kolda bir ekin “DESTE” oluşturmak için Sol elin parmaklarına takılan, tahtadan yapılmış “protez parmaklık” ya da “Cadı tırnağı” diyebileceğimiz bir aletti.
Buğdaylar biçilir kısım kısım yere bırakılır. Akşam ya da sabah serinliğinde hafif çiğ düştüğünde bunlar “GEM” ler ile bağlanıp “BAĞ” yapılır. Bu bağlardan önce “CUĞUL” yapılır. Çisesi kuruyunca da ya tarlaya ya da Harman kenarına “YIĞIN” yapılırdı.
Sıcak temmuz güneşi altında öküz arabalarının “MAZU”sunu ne kadar yağlarsak yağlayalım o meşhur özel melodisiyle kağnı sesleri köy içine sığmaz diğer köyleri bile aşardı. Arabalara dağ gibi yüksek yığılan buğday bağları köyün daracık yollarından geçerken ağaçlara ve çalılara takılır. Bazı başaklı ekin sapları bu ağaçlarda çalılarda asılı kalırdı. Eğer arabanın üstündeysek, yeni olgunlaşmaya başlayan karaca eriklerin dallarına uzanarak yakalayabildiklerimizi yer içimizi serinletirdik. Öte yandan tarladan ekin kaldırıldıktan sonra başaklama yapmak gibi bir işimiz daha olurdu. “Başak Toplama” dediğimiz bu işlem ile tarlada kalan tek tük saplı sapsız buğday başakları isteyen herkes tarafından toplanabiliyordu.
Netice itibariyle, tüm bu yapılan işler hep “İMECİ” ya da “KEŞİKLEME” dediğimiz usullerle yapılırdı. Bu işlerin yürütüldüğü esnada geç kızlar ve delikanlılar da çaktırmadan saman altından su yürüterek bir birlerinin gönüllerini fethetme fırsatları yakalarlardı. Aynı zamanda bu imeci ve keşikleme zamanları çöp çatanların kurt misali sisli havaları olurdu. O güneşin altındaki sıcakta ortaya atılan “fiskos”lar insanın içini serinletirdi adeta.
(...)
Çetin KOŞAR
Köy Günlüğü’nden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder