Sahi, güzel miydi eski günler?
Güzel olmaz olur mu hiç.
Elbette güzeldi.
Çünkü, "eski"ler hep güzeldir. Eskiye özlem hep vardır. Yaşanmışlıklar olunca, gözden ırak olsa da gönülden ırak olamıyorlar, aranıyorlar. İyi de olsalar kötü de olsalar farketmiyor.
Şöyle düşündüm de birer birer.
Sevdiklerimden ayrı kalışıma mı yanayım, yoksa, tatlı anılara mı kanayım.
Geri getirebilir miyim onları çocuklar gibi ağlasam, yansam.
Ama, nafile.
“Gidenler dönmez!...”
En iyisi mi, ben yanayım halime.
***
Eski günler güzel günlerdi.
Tabi çocukluk çağındaki bizler için.
Gözlerimizin feri kaçmadığından olsa gerek güneş bile daha bir parlak, daha bir sıcaktı.
1960’lı 1970’li yıllar...
Köylüydük.
Hep köydeydik, birkaçımız dışında.
Nine-dede, anne-baba, abi-emmi-dayı-inge, aba-hala-teyze-enişte ve tüm çocuklar, hep bütün köy bir aile işte…
Şimdilerde geniş aile diyorlar ya!..
İlle de bir evde olmamız gerekmiyordu,
Köylük yerde.
Herkes birbirinin hısmı, akrabası
Şimdi, “nerden çıktı bunlar?”
Derseniz durduk yerde.
Depreşti dertlerim, inlerim.
Hane hane, tane tane gideyim.
Kalanlara sağlık sıhhat,
Merhum ve Merhumelerimize
Rahmet dileyelim.
***
Köyde hep bir aradaydık dedim de.
Hasretini çektiklerimiz yok muydu?
Vardı elbet, meselâ;
Ömer emmim vardı, uzaklarda.
Yanımızda olmayan,
O bizsiz, biz onsuz yaşadık yıllarca.
Çocukluğu mektep-medreselerde geçmiş, okuyup, köyün tek hafızı olarak kendini bu ilme adamış.
Hacıdır, hocadır. Aynı zamanda Akbulut Köyüne ilk "Velospit/Bisiklet" getirendir. Teknolojik ruhludur.
Sonra da İstanbul’da tekele işçi olmuştu.
Kızları saymıyoruz, zaten
Onlar doğdukları gün terkederdi ailelerini,
Kuş gibi uçup, yuva kuracaklarından
Yüksek yüksek tepelerine
Aşrı aşrı memleketlerin...
Ayşe halamdı biri, İstanbul Adalar’a “gelin” giden.
Damat Harputlu, gelin Alaçamlı.
Elaziz nere, Sordanköy nere?
Kader ağlarını örmüştü bir kere.
Deniz Kuvvetlerinden genç bir Subay
Kapmıştı gönlünü ada sahilinde, bir çay bahçesinde, “Adalardan bir yar gelir bizlere…” şarkısını mırıldanarak...
Muşta’da iki kardeş…
Habik ile Fadime halalarım.
Bayramlarda gelirlerdi, el öpmeye günübirlik.
Ha, bir de köyümüzde Muştalı bir imam vardı, henüz imam kadrosu verilmediği için köylünün parayla tuttuğu "özel imam."
Ramis emmim Sancar’dan kasap Salih’in kızı Gülfe ile evlenmiş, baba ocağından ayrılmış.
Yani, “ev-bark” sahibi olmuş.
Oğlu Recep, düşmüş yollara olmak için hoca. Oldu da. Taşkelik köyü Şabanoğlu mahallesinde uzun süre imamlık yaptı.
Kırmızı bir “motorlusu” vardı. Kontak kapatarak Celalin Kemalin oradan bir salardı motoru, biz ilk gürültünün geldiği yeri ararken o, arkasında bir toz bulutu bırakarak, jet gibi gider, gözden kaybolurdu.
Sancar deyince, köyümüzün ebesi “Hatime Teyze”yi de analım rahmetle.
***
Eskiden insanlarımız yaz işlerini kolaylayıp İstanbul’a çalışmaya giderlerdi güze kadar, bir kaç aylığına.
Gurbete gidipte dönmeyenler de vardı.
Ninem Hanife’nin kız kardeşi Safinaz teyze ile Zeki Şen’in “Pıt dedesi” Fikrücüğün oğulları gibi.
Önce Salih gitmiş Bafra’ya,
Ardından Salim gitmiş İstanbul’a
Kardeş Cıslık Mustafa durur mu hiç,
bir minibüsle köylük yerde.
Köyün ilk şoförü.
Samsak köprüsü yıkılınca selden
Tahtaların üstünde yürüterek çıkarmıştı köylü, köyden minibüsünü.
-Fatih’in Gemileri yürütmesi gibi-
Evlenince dayısının kızı Sevim’le
Ver elini İstanbul demiş, gitmiş.
Gidiş o gidiş.
Çok şaşırmıştık,
Yıllar sonra "302 Mercedes Benz" ile köye dönünce ve
köyün daracık yollarına, koca otobüsle girince. Nasıl bir manevra kabiliyeti vardı ve en önemlisi bu nasıl bir cesaretti, kendinden büyük koca arabayı küçücük boyuyla kontrol ediyor, onu parmağında oynatıyordu.
Bir kendisine, bir de kocaman otobüsüne bakar,
Hayret ederdik.
İLAZ SELATİN…
Gurbet yollarını gözlediğimiz, komşumuz,
Bir Kenan abimiz vardı,
Okumak için gitmişti Manisa Akhisar’a.
Amcaları vardı Ekrem ve Sami orada.
Yaz tatillerinde köye geldiğinde
Maket uçaklar yapardı.
Hatta bir tane "kurmalı" uçağı vardı ki
Türkiye'nin ilk "Teknofest"ini yapmıştı
Akbulut Köyünde.
Geniş alan yoktu, her yer ekili tarla.
Bir “salaç yolu” vardı boşluk. Orada uçurur, o da meyve ağaçlarına takılır, düşer arızalanırdı.
Uzaktan bakar, seyrederdik, çoluk çocuk, yaşlı genç. Hep de Anşa halamgilin tarafına doğru giderdi kerata uçak nedense!...
Annesi ilaz Osman kızı Fadime,
Babası ise ilaz Ahmet oğlu Selahattin.
Fadime halama göre “Kenanın Bubası.”
Hani, kadınlar kocalarına ismiyle hitap etmezler ya, o töre...
İkizler Nermin ile Kemal’in de babaları tabi.
Bir de, gözünde gözlüğü, elinde tesbihi, hep “çıkma”da oturan “Güllü Deze.” vardı. Kenan geldi ya da gelecek diye müjde verirdi bize.
***
SORDANKÖYLÜ BİR HEKİMOĞLU…
Hikmet dayı vardı, ninemin üvey kardeşi.
Fatsalı babasından almıştı kalender karakterini.
Tıpkı "Ünye-Fatsa arasına Ordu kurduran Hekimoğlu İbrahim" gibi.
Hediye ninenin son eşi "Doktor İzzet”ten olma,
Ninem ona baba demez hep “toktur” derdi, üvey babası olduğu için her halde, her halükarda, haralda!...
Garanug dere’den Abdülün Hanife ile evliydi Hikmet dayımız.
Konak gibi bir ev yaptırmıştı hem de cumbalı…
Misafirleriyle otururdu cumbada...
Erkenden, elli yaşında ayrıldı aramızdan, bir ameliyat esnasında.
İstanbul’dan gelmişti nâşı.
Minibüsün içinde gitmiş fakat dediği çıkmış, dönüşü minibüsün üstünde olmuştu, kızı Ayşe can havliyle tırmansa da minibüsün üstüne babası için nafileydi, bedeni gelse de o artık bir daha dönmeyecekti….
Torun İzzet de uzun süre görünmeyenlerdendi göze, köyde.
Okuyup adam olmak için giden gurbetlere. Okuyup Ziraat Mühendisi olarak dönmüş, avlularının bir kenarına zeytin gibi köyde olmayan meyvelerden oluşan bir meyvelik yapmıştı.
Sadece bu mu?
Bir de köye zirai fındık fidesi getirerek deneme üretimi yaptırarak, köyün ekonomisine katkıda bulunuyordu.
***
Aslında köyde geniş aile tanımına uyan, tek aile vardı, o da Hacı Osman’dı. Köylü “ilaz” derdi “Laz”lara.
Abisinin kızı Hatice ile evli küçük oğlu Hamdi ve iğneci kızı Havva ile otururdu yeni evinde.
Bizim evler altı tam, üstü hane iki katlıyken.
Onun eski evi üç katlıydı.
Oğulları Nedim ile Sadık, çoluk çocuk ailecek, bir sofa ve bir sofrada otururlardı.
Zeki ile ikimiz ders çalışırken evin cumbasında.
Sadık dayı, o koskoca adam, çocuk gibi kitap okurdu, sobanın başında.
Hayret ederdim. Köyde başkasında görmedim ki kitap okuyanı.
Nedim dayı ise köye muhtar olmak için kulis yapardı, dünür olacağı köy muhtarıyla.
Köyümüzdeki ilk hacılardan idi hacı Habib Meral’dan başka.
Kışı şiddetli geçen bir Şubat ayında,
Jip ile çıkmıştı köye, Hicaz’dan dönerken.
Dimitin Ürfetin kız kardeşi Minik (Emine) ile evliydi. O minik nine ki, aslında o yönetirdi bu İlaz Osman Malikanesini...
Bir de apartmanı vardı Alaçam’da.
Hep yürüyerek gider Alaçam’a
Yürüyerek gelirdi Alaçam’dan.
Hafta günleri tek başına.
Arabaya binmezdi. Hızlı hızlı yürürdü.
Omuzunda “Air France” yazan askılı meşin bir çanta taşırdı.
Tabi gençliğinde at sırtında gezip tozarlarmış dedem Sefercük ile birlikte.
***
Zülfiye abamız böyle hitap ederdi hep,
“Gocagaşug” derdi köy ağzıyla.
Artık, ne demekse “Koca Kaşık.”
Gayet medeni biriydi Ali Osman dayı.
Bizimkiler daha ilkokula göndermezken çocuklarını,
O kızını okuturdu Alaçam’da ortaokullarda, Liselerde.
Bunun için hafta içi her gün, kızı
Kadriye ablayı götürüp getirirdi Alaçam’a
Üşenmez, giyerdi paltosunu, düşerdi önüne, yayan giderlerdi, Irıza dayının hallusundan kestirme olarak.
Biz de o yoldan kestirme gitmeye kalksak, Kuru Kazımın köpeği keserdi önümüzü.
O Kadriye abla ki, köyümüzün ilk vekil öğretmeniydi de.
Sonra PTT’ ye memur oldu, köylüye önder oldu.
Peşi sıra birçokları da PTT memuru oldu, Şaban ve Ertan Koşar gibi…
İlginçtir…
Alaçamlı biri PTT Genel Müdürü olunca,
Alaçam’a OMÜ’ye bağlı PTT-MYO bile açıldı.
-Devam Edecek-
/Çetin KOŞAR
8 Aralık 2020