Devamlı saçlarını düzeltmeye uğraşma öyle; Oynama onlarla. Gören de seni avare zannedecek. Hem onları boyatmışsın üstelik. Neyine gerek senin boya ki. Hasret koydun bizi saçlarının o sana has rengine. Boyaların kendiliğinden gitmesini beklemeye tahammülümüz yok. Ama katlanıyoruz zamana mecburen. İçime doluşmuş binlerce gizsin. İşte, bir zaman gelip bunları bir bir çözdürecek bana. Hakkında hep hüsn-ü zan yapmaktayım. Zannettiklerimin gerçekleşmesini, zaman gösterecek bana. Bu da sabırla olacak. Yoksa kışı bahar sanıp toprakta çatlayarak büyümeye yeltenen tohum gibi ayazda kalmak niyetinde değilim.
Seni böylece alıp götürmeliyim köyüme. Görmelisin büyüdüğüm, nefes aldığım, var olduğum o dünyaları; Evimizin yolunu, anamı, babamı, kardeşlerimi ve çevremi. Beni ben yapanları. Yani beni. Hâlâ merak ediyor musun bilmem? Hani geçen yıl sormuştun.
Bafra Alaçam Arası
Köy sapağında inelim seninle otobüsümüzden. Alaçam’a geçersek belki oradan köye taşıt bulamayız. Sapakta, yani Şehmi’nin kahvesinde inersek hem yürür hem de sohbet ederiz. Bir bir anlatırım sana çevreyi. Hem bilir misin bu yolardan gelip giden insanlar neler neler konuşmuşlardır aralarında. Yoksa bu yollar yürümekle bitmezdi. Taşların dili olsa da bize anlatsa o mazideki konuşmaları.
Çarşıya, pazara ya da eş dost ziyaretine gidip gelirken bir birlerine yol arkadaşlığı yapan insanlarımız bu esnada aslında bir tarih yazıyorlardı. Dertlerini, acılarını burada paylaşıyor, yolda karşılaştıklarından yeni yeni haberler alırken onlara da kendileri hakkında yeni haberler veriyorlardı. Şimdiki kent sokaklarında olduğu gibi insanlar bir birlerine ilgisiz değildi. Yolda karşılaşan herkes bir biriyle mutlaka selamlaşır, gelene “hoşgeldin” denir, gidene “güle güle, uğurlar ola” denir, küçük çocuklara şeker verilirdi. Yolda gidilirken insanlar bir birlerine saygı icabı büyüklerin önüne geçilmez, büyükler önden küçükler arkadan gelir, elinde yükü fazla olanların yükü taşınması için paylaşılırdı. Tabi şimdi öyle pek yürüyen kalmadı ama ben hep yürüyerek çıkmak istemişimdir bu yolları.
Yolda Geçen Ömürler
Sakın itiraz etme köy yolunda yürüyemem diye. Eskiye göre çok daha iyi şimdi. Çakıl taşlıdır, çamur yoktur. Oysa ben hastalandığımda ölümle pençeleşirken anacığım beni kucağında taşımıştı kim bilir kaç kere o çamurlu haliyle. Ölümle evet ölümle pençeleşmişim. Babam askerdeymiş.
Ben onların üçüncü çocuğuydum. Ama şimdi ikinci olarak kalabildim. En büyüğümüz ablam idi. Biricik ve sevgili ablam. Ben onu hiç göremedim. Nasip olmadı bize bir bacı kardeş. Yoksulluk ve kara kış onu bizden ayrılmaya mahkûm etmişti. Canı bedeninden ayrıldığında bile o bizden bir süre ayrılamadı. Sadık yâri kara toprağa kavuşabilmesi için bir fırsat bulamamış dinmek bilmeyen tipiden fırtınadan. Bekleşip durmuş bir süre aramızda. İşte ben de biricik ablam gibi çok pençeleşip durmuşum ölümle. O’nun acısı bana güç vermişti. Zafer benim oldu ölüme karşı şimdilik. Bir ara yenildiğimi de söylerler. Ama yenilmedim işte ve ben yaşadım, yaşıyorum. İşte bu yollar bir hiçtir bize. Yok, merak etme. Saatlerce sürecek kadar uzun değildir öyle.
Şehmi’nin Kavesi
Sapak, “bir anayoldan ayrılan yolun başlangıç noktası” olarak tanımlanır. Samsun Alaçam anayolundan çıkıp gideceğimiz köy yolumuz Gökçeboğaz köyünün içinden geçiyor. Köy sapağına hep “Şehmi’nin kavesi” diyoruz nedense. Yolun alt tarafında bir kahvehane vardır. Zannederim onun sahibi “Şehmi” adında biri olmalı ki o nedenle bu isim burada çok kullanılır olmuştur.
Oflunun Bakkalı
Kahvehaneden başka burada bir de bakkal vardır; Oflu’nun bakkalı derdik biz ona. Adı Dursun Ali’dir. Köyümüzü en yakın bakkaldı. Yaz günleri tütün dizmelerinde radyo ya da pikap (Plakçalar)’ların pili bittiğinde Çarşamba gününü beklemektense yürüyerek gelir buradan pilimizi alır köye dönerdik. Daha sonra Alaçam’da okula giderken bu bakkalın oğlu İsa ile çok yol arkadaşlığımız olmuştu.
Kereste Atölyesi
Bakkalı geçince bir ağaç biçme atölyesi vardır. Ev yaptırırken az mı gelmiştik buralara öküz arabamıza yüklediğimiz ağaçlardan tahta, lata ve çıta gibi inşaat malzemeleri yaptırmaya. Bunca yükle gelip gitmesi oldukça zordu ama atölye işi büyük kolaylıktı bizim ve çevre köyler için. Yoksa eskiden hatırlıyorum köye bir inşaat yapılacağı zaman bir tezgah kurulur. Biri altta diğeri üstte olmak üzere iki kişi tarafından kullanılan “Hızar”lar ile ağaçlar kesilip biçilerek ihtiyaç duyulan şekle sokulurdu. Nice gece ve gündüzlerimiz geçmiştir bu yollarda…
Kırıklı Sapağı / Gökçeboğaz Camii
Bu Gökçeboğaz Köyü Camisi. Çevrede köy göremezsin ama Gökçeboğaz köyü çok büyük ve dağınık bir köy olduğu için Cami çevresi boş gibidir. Mezarlıktır her iki yanı. 200 metre aşağısında bir dede kabri vardır. Kabrin yanında tuğladan yapılmış tek odalı harap bir bina daha vardır. “Mayıs yedisi” yapılır o mezarın yanı başında. Haziran ayının 20. gününe denk gelir o gün. Küçüklüğümde ben de katılmıştım o dedenin kabrinde Kuran-ı Kerim okuma merasimine. Demek ki burası çok eski bir yerleşim yeri olmalı ki böyle tarihi kültürel değerleri vardır. Hem bu köyün bir mahallesi taa bizim köye kadar uzanır. Gecekli köyü’dür. Kırıklı ve Güneşli diğer mahalleleridir.
Gökçeboğaz İlkokulu
Gökçeboğaz’ın bir de ilkokulu meşhurdur. Kırıklı sapağındadır. Tarihte bölgeye açılan ilk ilkokul olmalı ki 1940 doğumlu babacığım okumak için buralara kadar gelirmiş. Taa ki dedem onu üçüncü sınıftan alıp okulu göndermediği zamana kadar. Babam hep anlatırdı. Defter kalem alınacak. Para lazımdır, ister dedemden. Sene 1950’li yıllar. Dedem cebinden çıkardığı delikli iki buçuk kuruşu ocaklığın gözüne koyar ve “İşte benim bütün param bu. Bununla okuyabileceksen al git oku” der. Babam da çareyi, gidip karasabanın tutamağına sarılmakta bulmuş. Zannederim 1970’li yıllar idi. Yine bu Gökçeboğaz ilkokulundan almıştı diplomasını dersleri dışardan vererek. Hatta dillere sakız olmuştu müzik dersinden geçmek için okuduğu “Karakolda ayna Var” türküsüyle. Zeki Duygulu’nun diğer adı “Cevriye’m” olan bu türküsünü herhalde askerdeyken öğrenmiş olmalıydı. Çünkü daha o günlerde “meşhur” edilmemişti İbrahim TATLISES tarafından. Gerçi, Tatlıses’in meşhur ettiği “Fosforlu Cevriye” versiyonudur ama orijinal Cevriye’m türküsü şöyledir:
Karakolda ayna var
Kız kolunda damga var
Gözlerinden bellidir Cevriye'm
Sende kara sevda var
Denizlerin kumuyum
Balıkların puluyum
Kıyma bana Cevriye'm
Ben de Allah kuluyum
Köprü altı iskele
Gidiyorum askere
Üç gün değil üç ay değil Cevriye'm
Nasıl geçer üç sene
Cilim Mevkii
Buralara Cilim Mevkii denir. Yağmurlar bol yağdığı zaman Gelemet ve Sarımsak çaylarının birleştiği buralarda sık sık su taşkınları, seller olur ve arazi erozyona uğrayıp akıp gelen çamurlu topraklarla kaplandığı için bu adı almıştır. Öyle sellerin sonrasında bizim evin alt tarafındaki ovaz ağacının yanına kadar iner sel sularıyla beyaz bir çamur deryasına dönmüş olan buraları dehşet içinde seyrederdik. O sel sularıyla yukarılardan neler gelmezdi ki. Koca koca taşların yanında kökünden sökülüp sürüklenip gelmiş devasa ağaçlar vardı. Hatta sel sonrası tarlalardan bu yığıntılar toplanırken eğer kişi kendine ait bir ağacı görüp tanımışsa bulandan onu kendisine isteyip alabiliyordu. Bu sel felaketleri bizim değirmen yanı mevkiinde çayın kenarındaki bahçemizin neredeyse tamamını silip süpürmüştü. Babam oralara büyük heveslerle ziraat elmaları dikmiş, iri iri olan bu elma ağaçlarından şimdi eser bile kalmamıştır.
Duyduğum ilginç söylentilerden birisi de bu sel sularından arta kalanlar arasında bulunan hayvan parçalarıydı. Öküz bonduruğu kadar iri ya da bir dananın karnı kalınlığı kadar olan yılan parçalarının bulunduğu söylentisi bende ormanlarımızda canavar olma olasılığı gibi bir korku oluşturmuştu.
Cilimdeki Değirmenler
Şu bürüklü olan yerde bir su değirmenimiz vardı. Gerçi insanlar genellikle şu batı taraftaki “Balcı’nın Su Değirmeni”ni tercih ediyorlardı. Onun için burası körelerek kapandı. Bak az ileride de “Sarı Ahmet’in Değirmeni” var. Şimdi o da kapandı gitti. Biz ona “Ateş Değirmeni” diyorduk. Mazotla çalışan bir motoru vardı. “Pat pat pat” diye gürültülü bir çalışma sesi çıkarırdı. Hatta sesi taa bizim köyden bile duyulurdu. Aslında pek de tutulmamıştı. Öğütme işlemi sırasında “Un’u yaktığı” söylenirdi. Mecburen geliyordu insanlar buraya. Çünkü su değirmeni çok ağır öğütüyordu buğdayı mısırı ve arpayı. Bazen sular azalınca da devre dışı kalırdı. Ama ateş değirmeni “pat pat pat” diye iki dakikada bitiriveriyordu bir öküz arabası yükün öğütme işini.
Değirmenler köylünün medeniyetiydiler. Yaz sıcağında, kış soğuğunda fark etmez, ne zaman ihtiyaç olursa koşardık öküzleri, vururduk arabalara yükleri, tutardık değirmenlerin yolunu. Ekmek yapmak için eve “un” lazım, tavuk cücük için “dene” lazım, inek öküz için “yallık kepek” lazım…
Erkenden dayanırdık değirmenin kapısına. Sıra az ise akşama kadar beklerdik yükümüzün öğütülmesi için. Bunun için tedbirli gelirdik. Kendimiz ve öküzlerimiz için yiyecek de getirirdik yanımız sıra. Öğleni akşamı değirmende geçirir hatta evimize dönüşümüz gece yarılarını bulurdu. Eğer sıra çok ise yükümüzü (çuvallarımızı) bazen arabayla birlikte değirmene bırakır sadece öküzlerle köye geri döner, ertesi günü gelir alırdık unlarımızı.
Gelemet Sapağı / Gecekli Sapağı / Sarımsak Sapağı
Bak lafa daldık ve Gelemet sapağından sonra Gecekli Sapağını da geçip Sarımsak Sapağına gelmişiz bile. Gelemet sapağı Sarı Ahmet’in değirmeniyle meşhurken, Gecekli sapağı da yine sarı Ahmet’in kavaklarıyla meşhurdur. Buraya aynı zamanda kavaklık derlerdi. Eskiden beri buralara dikilen eski tip kavak ağaçları yolumuza bir güzellik katmaktadır.
Köy yolumuzun en sorunlu bölgesi Gecekli sapağı ile Sarımsak sapağı arasında kalan yerdir. Önceden yolumuz Sarımsak sapağının olduğu yerde bulunan bir köprü ile karşıya geçer, Gecekli yoluyla birleşerek devam ederdi. Ancak, buraya köprü dayandıramadıkları için şimdiki yolu sonradan böyle yaptılar. Yolun sonuna yapılan köprü de kurban almadan duramadı. Bir gece vakti üzerinden geçen bir traktör dereye uçtu ve birkaç canımızı burada yitirdik.
Köyaltı
İşte köyaltına da geldik. Köyümüzün kurucuları dedelerimiz Vezirköprü’den gelip ilk önce buralara ev kurup yerleşmişler ama çok çamurlu olduğu için daha sonraları tepelere çıkmışlar. Köyaltı mevkii meşhurdur. Hatta annemim gelin arabası buralarda çamura kaynadığında bakmışlar sığırlar bu arabayı çekemeyecekler. Tutup Züver Emmimlerin Kömüş (Camış) öküzlerini koşmuşlar arabaya da öyle kurtulabilmişler çamur bataklığından.
Aşşapuvar
Şurası “Aşşapuvar” dediğimiz köyümüzün ağzından su akan kuyusudur. Yaz kış suyu hiç kesilmez. Bütün köylü her türlü su ihtiyacını taşıyarak bu kuyudan karşılamaktadır. Özellikle tütün dikme zamanları yine öküz arabalarımızla buradan tarlalara su taşırız.
Arabayla su taşıma işi arabaya bağlanan bir Hucu ya da Fucu dediğimiz bir fıcı (varil) ile yapılmaktadır. Bir adet Fucu arabaya altına eski hasır, yivdün otu vs. sıkıştırılıp yatay olarak urganlar vasıtasıyla bağlanır. Arabaların arkasında bulunan “Çevürge“lere bağlanan urganlar “Çevürge Çomak”ları aracılığıyla gerdirilir ve fıçı arabaya sıkıca sabitlenir. Fıçının üstünde yumruk girecek kadar bir delik açılmıştır. Buradan “Honiler” vasıtasıyla su doldurulur sonra yine sap samanla tıkanırdı. Boşaltma işi yan tarafında olan bir tıpadan yapılırdı. Buranın tıpanma işi de genellikle bir mısır somağı ile yapılırdı. Ey gidi günler. Bir bayram havasında geçerdi köydeki iş günleri.
Burası da bizim köyün eski mezarlığı. Önceleri kimlerin gömüldüğünü bilmiyoruz. Bizim de sâbi (bebek) kardeşlerimiz var burada yatanlar arasında. Büyüklerimiz konulmadı buralara. Ya Gelemet’e ya da Kayış Yeri tercih edildi. Onun için bakımsızdır şimdi. Küçüklüğümüzün bir kısmı buralarda geçmiştir. Mallarımızı otlatırdık burada arkadaşlarla. Arkadaş dediğimiz de hep hısım akraba işte. Ramis Emmimin Hamit, Mehmet Emmimin Ekrem, Kadir, İsmet Emmimin Mahmut, Sezai, Muzafer Emmimin Akman, Hasbi Dayının Salih, Alison, (Deli) Mehmet dayının Mustafa, Cevat dayının Sebahattin, Celal’in Kemal’in Tevfik… Say say bitmez.
Celal’in Kemal
Köyümüzün ilk hanesi Celal’in Kemal’in evidir. Mustafa öğretmen ona hep “komşu” diye hitap ederdi. Okulun lojmanına yakın olduğu için öğretmene komşu olmak hep beni kıskandırmıştı. Bir yerde hayatı okul, öğretmen ve öğrencilerle paylaşmaktaydılar. Güzellikleri olduğu kadar bu komşuluğun yarattığı zorluklar da elbette vardı.
Akbulut İlkokulu
İşte köyümüzün kalbi kurumlarımız. Bunlar okullarımız. Ben ilkokula başladığım sene açılmıştı. Birinci sınıfı, köyde okul olmadığı için komşu köyde okuyan abim ile beraber gelmiştik ilk defa. Bugün gibi hatırlıyorum. Selahattin dayımın Kemal (ŞEN) gelip duyurmuştu. Öğretmenler gelmiş, öğrencilerin okula gönderilmesi için köye haber salmışlardı. Annem beni apar topar hazırlayıp göndermişti okula. O günü hiç unutamıyorum; Kareli gömleği ve çubuklu kravatıyla bizi kapıda karşılamıştı sevgili öğretmenim Mustafa AÇIKGÖZ. Bugün bile tebessüm eden o aydınlık yüzü gözümün önünden hiç gitmiyor. Nakış gibi işleyerek bizi adam etmişlerdi. Devlet bir okul, bir lojman ve bir de tuvalet yaptırmıştı. Bu bize yetmediği için ek olarak bir derslik daha yapıldı. Hatta bu da yetmedi, Cami imamı için yapılan evin üstüne de iki derslik daha yaptırılmış bu da yetmemiş imam evinin bir odası derslik diğer kısmı köyde kalan bir öğretmenimize lojman yapılmıştı.
Akbulut Camii
Şu ilerdeki bina da Camiimiz. Minaresi yoktur. Köylümüzün parası çıkışmadı demek yaptırmaya. Hacı Habib MERAL (oflu) önderlik etmişti köylüye. Hatta memleketi Of’tan bile yardım toplayıp getirdiğini duyardık. O günlerde köy merkezi siyasi (muhtarlık) olarak bizim köyde idi ama dini merkez olarak Gelemet köyü idi. Oranın Camisi minarelidir. Hatta mezarlığı da çok eski olup “asrî”dir. Büyük taşlı ve upuzun mezarlar bulunmaktadır orada. Bizim burası ise şimdilik böylece işimizi görmektedir. En büyük arzum okuyup adam olup köyümüze mimarisi zengin bir minareli cami yaptırmaktır.
Yukarköy
Nihayet işte geldik. Tepe bir yerde olduğu için köyde biz buraya yukarköy diyoruz. Bu bizim evimiz. 13-14 yaşlarındaydı yapılırken. Ben ormanda hayvanlarımızı otlatırken dedem, babam ve abimler eski iki katlı evimizi bir günde yıkmışlardı. Akşam eve döndüğümde çatı hariç evin iskeleti duruyordu karşımda. Bütün geçmişim bir günde yıkılmıştı. O gün anlamıştım hayatta hiçbir şeyin kalıcı olmadığını. Sahip olduğumuz her şeyin bir gün gelip yıkılıp gideceğini. Ev olsun, eşya olsun, can olsun fark etmez. Bize kalan acı tatlı anılarla dolu bir mazi olacaktı.
Evimiz Yıkılıyor
Bir yaz günüydü eski evimizin yıkılma tehlikesine karşı kendi ellerimizle yıkıldığı gün. İki üç ay süreyle içi boş olan samanlıkta yatıp kalktık ailecek. Altı topraktı. Gece üşüyorduk. Ramis emmimgil çocuklar bizde kalsın derlerdi. Ama biz gitmek, ailemizden ayrılmak istemiyorduk. Geceleyin köyün başıboş köpekleri dayanırlardı kapımıza. Tırmalarlardı kapıyı açıp içeri girmek için. Çok korkardık ama anamızı babamızı da yalnız bırakmak istemiyorduk.
Neyse ki çok kısa sürdü bu göçebe hayatımız. Taa ki yıkılan evden arta kalanlarla yaptırılan ikinci evimiz bitene kadar. Muzaffer (AY) ve Mehmet (KOŞAR) emmimler yapmıştı. Zaman zaman da Selahattin (ŞEN) dayımdan yardım alarak. Kısa sürede tamamlanıp taşınmıştık yeni evimize ki acı haberi annemin çığlıklarından aldık. Küçük kardeşimiz haşere ilaçlarından zehirlenmişti.
Evi Haşerat Basınca
Daha önce hiç görmediğimiz haşereler eski evi yıktıktan sonra ortaya çıkmıştı. Koca koca gemeler, sürüyle pireler evimizi ocağımızı sarmıştı. Fareler (Geme) o kadar büyüktüler ki, kediler farelerden korkup kaçıyordu. Hatta kapana kısılmış fareye bile yaklaşamıyorlardı. Bir de köyümüzde ilk defa bir akrebi kendi evimizde görmüştüm. Siyah bir akrep gece vakti duvardan aşağı uyuyan kardeşim Tekin’e doğru iniyordu ki onu elimdeki kitabımla vurarak duvara yapıştırmıştım. Mevsim de yaz günü olunca sivrisinekleri söylememe gerek yok. İşte annem bu haşerelerle mücadele ederken küçüğümüz 2-3 yaşlarındaki (I.Sezgin) zehirlenmiş, hastaneye kaldırılmış ne çare ki kurtarılamamıştı. Bu kardeşimizin aynı zamanda daha yeni sürünmeye başladığı bir çağda sobada bir yüzü de yanmış. Kısacası bizim kadar şanslı değildi hayat mücadelesinde.
Ana Gibi Yâr Olmaz
Annem. Her ana gibi saçını süpürge eden annem. Saçını süpürge eder dedim ama öyle açıp rüzgârlarda savuramaz, onları hep örterdi. Çalışırken bazen bunalır yazmasının uçlarını çene altından çözüp saçlarının altından ensesine bağlar ya da başının üstüne atardı ama dedem, amcam gibi bir büyük geldiği zaman aceleyle derhal eski haline getirirdi. Tırnakları uzun değildir. “Oje”nin “Ruj”un adını bile duymadı. Duysa bile telaffuz edemez. Düğünlerde bayramlarda kına yakar ellerine. Bilirsin bütün insanlık onlar sayesinde var. Onlar olmasaydı siz, biz ve tüm insanlık nasıl var olacaktı. Sevinç, sevgi, saygı, huzur ve mutluluk kaynağımızdır onlar.
Aslan Babam
Babam. Yine tıraş olmamış. Lâkin hep böyledir. Ya işten güçten bir fırsatını bulamadığında ya da köy yerinde gerek görmediğindendir. Ancak düğün-dernek, bayram-seyran ya da seyahat-ziyaret için evden çıkacağı zaman bir güzel olur tıraşını. Bazen de evde arkadaşlarıyla otururlarken hadi hep beraber bir tıraş olalım deyip olduğu da olurdu. Hey gidi günler. Ne güzel günlerdi o günler. Babamın ailecek gidiş geliş yaptığı arkadaşları hatırladığım kadarıyla Cafercüğün Muzaffer, Züverin Mehmet, Hasbi, Hakkicüğün Şadi, Gülfenin Mehmet… Tabi bunların hepsi de bizim ya emmimiz ya da dayımızdı. Özellikle kış gecelerinde akşamları ailecek “oturma”lara gidilir, yemek yenilir, çay içilir, sohbet muhabbet kırla giderdi. Tabi kış günü geçirilen bu güzel anlar yaz mevsimi geldiğinde “keşikleme” iş yapmak için tarlalarda, tütün dizmelerinde de evlerde “imece” olarak devam ederdi.
Metin Usta
Bu da abim. Ortaokuldan sonra bıraktı okumayı. Çok istemelerine rağmen okutamadı babamlar. Daha doğrusu ailenin maddi durumunu bildiği için kendi gönlü elvermedi okumaya. Baktı ki olmayacak, pek zahmet veriyor onlara, bıraktı okulu ve okumayı. Çıraklığa başladı el kapılarında, bir sanat öğrenmek için, yaz kış demeden. Öğrendi de… Çoklarının ihtiyaçlarını karşıladı, tamir işlerini yaptı köy yerinde. Ama eldeki alet ve edevatı yeterli gelmiyordu işini görmeye. İmkânı da yoktu araç gereç alıp denkleştirmeye. Çareyi “takım taklavat” gerektirmeyen başka bir meslekte buldu. Bu, inşaat ustalığıydı ve becerdi de. 1970’li yılların ortalarıydı, mevcut evimiz yapılırken başladı işin inceliklerini kavramaya. Duvar işlerini Muzaffer AY ve Mehmet KOŞAR emmilerden, sıva, boya ve badana işlerini de Yaşar BAK dayıdan… Çoklarının yuvalarını yaptı çevresindeki insanlardan. İstanbul’dan tutun da Akdeniz’e kadar birçok yerde inşaatlarda boy gösterdi mütevazı bir usta olarak.
Sonra bir ara polis olmak istedi. Bütün sınavlardan başarıyla geçti. Lâkin dayısı olmadığı için torpili de olmadı ve mülakatta kaybetti. Buna çok içerledi ama kendini kaybetmedi. Devlet memurluğunu kafaya koydu ve oldu. Şimdi bir ilkokulda hizmet veriyor yarının büyüklerine.
Yarının büyükleri küçüklerimiz Tekin ve Sezgin… Bunlar da Ninem ve Dedem. Gençtirler maşallah. Hem ninemin annesi öleli (1982) iki sene oldu. Torundan torun görmüştü rahmetli. Biz, torundan torun görenlerin cennetlik olduğuna inanırız.
İşte biz bu kadarız. Kısaca ben buyum.
Size gelince…
Çağdaş geçinen dünyanın size bakışını görünce kendimden utanıyorum. Bir medeniyet “ayaklarınızın altına cenneti sererken” diğer bir medeniyet sizi bir “tatmin aracı, bir reklâm metaı” olarak kullanıyor. Oysa ne güzel söylemişti atamız; “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlarımız üstünde göklere yükselmeye layıksın.”
Sizin ellerinize kına yakmak yakışır. Saçlarınıza kır çiçeği. Layıksınız sevgilerin en ekmeline. İstiyorum ki sizden, hep böyle kalınız.
/Çetin KOŞAR
Yol boyu - Öyküler
Trabzon, 28/10/1984
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder