16 Temmuz 2007 Pazartesi

Öküz, Sadece Öküz





Evrenin en değerli varlıkları öküzler olabilir. Bize senelerdir, evrende en kıymetli varlık olduğumuz telkin edilmişse de, öküzlerin de “en değerli varlıklar biziz” şeklinde bir düşünce tarzına sahip olmaları da pekâlâ muhtemeldir. Bu tür bir alternatif düşünceyle gündemi sarsmak ya da akılları bulandırmak gibi bir amacım olmasa da, inanmak için birçok sebep üretebilen aklın, bu hususta vücuda getirebileceği argümanların ne olduğuna dair merakımın, biricik sebep olduğunu söyleyebilirim (zira akla, çok kez kalem yön verir). “Olmaz öyle şey arkadaş, biz daha üstün yaratıklarız; zira onlardan daha akıllıyız(!). Yeryüzüne medeniyeti biz getirdik. Üstelik Einstein da bizim takımdan” gibi fevrî çıkışlarda bulunsanız da, üstünlük adına ortaya koyduğunuz “akıl” kriteri, türümüze münhasır bir kriterdir ve evrenselliğe sahip olduğu kesin değildir. Ayrıca, onların akıllı olmadığına da kesin kanaat getiremeyiz, zira öküzler belki de aptal ayağına yatıp yüksek aklî melekelerini sezdirmeyecek kadar üstün yaratıklar olabilir. Öte yandan, akıllı olmadıklarını kabul etsek bile, aklın bir üstünlük kriteri olduğu da, az evvel değindiğim gibi, şüphelidir.



Meseleyi müşahhaslaştırmak için, biz insanlara indiğine inandığımız İslam dininin kutsal kitabında, şeytan ve insan arasındaki ilişkiye dair geçen metnin hülasasına bir kulak verelim:

Şeytana, insana secde etmesi söylenir, ancak şeytan kendisinin ateşten, insanınsa çamurdan yaratıldığını öne sürerek, üstünlük taslar. Gerçekten de şeytanın insana kıyasla üstün vasıfları mevcuttur. İnsan yaratılana dek Allahın en sevimli kulu şeytandır, cin taifesinden olmasına rağmen meleklere reislik eden yine şeytandır. Lanetlenip yeryüzüne indikten sonra, binlerce Âlimi, Şeyhi ve Bilgeyi oyuna düşürüp, bizle maytap geçerek zekâsını ortaya koyan yine şeytandır. Peki, nasıl olur da insanın karşısında zelil olur? Kibirlenir de ondan.

Allaha “niçin yeryüzünde bozgun çıkaracak bir kavim yarattığına” dair soru soran meleklere karşı Allah’ın, “ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dediği husus belki de şeytanın bu gizli kibriydi ki insanın yaratılmasıyla bu da âşikar oldu. Diyeceğim o ki, hayal kırıklığına uğrayıp da öfkeyle, öküzlere üstünlük taslamanız, pek de çözüme kavuşturucu bir eylem olmayacaktır. Belki de öküzler gayet sakin, itaatkar ve mütevazi takıldıkları için üstündürler. Bilemeyiz. Belki öküzlerin üstünlüğüne dair ortaya koyduğum bu iddia, iletişimsizliğin körüklediği aklımın bir vahametidir, bir hayal ürünüdür.

Öküzlerle iletişime geçmiş olsaydık, yani ki onları yargılamak yerine önce anlamaya çabalasaydık, onların üstünlüğünü ya tescilleyecek, ya da tekzip edecektik. Varsa literatürleri, dinleri ve neokorteksleri hakkında bilgi sahibi olmalıyız. Damızlık olmanın keyfini süren, anlamsızca bize bakarken, bir yandan otlayıp bir yandan geviş getiren bu hayvanların henüz bizi iletişim kurulmaya layık bir tür kabul etmiyor olmasına aldırmayıp, insanlık bizde kalsın diyerekten iletişim kurmanın çarelerine bakmalıyız. Böylece “kapalı tür” olmaktan çıkacak ve türümüze münhasır emellerimizin, beklentilerimizin, paranoyalarımızın ve umutlarımızın pençesinden sıyrılmış olacağız.

Mehdi’nin bir insan suretinde ineceği, iletişim eksikliği sebebiyle “kapalı bir örgütlenme” haline gelen insan topluluklarının müşterek bir paranoyası olabilir. Yaşamın zirvesi, yaşamı anlamaksa şayet, işimize gelmeyen hususları örtbas ederek yaşamın zirvesine tırmanamayız. Öküzlerin üstün yaratıklar olabileceği realitesini göz önünde bulundurup, buna bir çare bulmadan yaşamın zirvesine tırmanmamız mümkün değildir. Gelecek nesilleri müşkül bir durumda bırakmamak için, bu sorunu bir nihayete kavuşturmamız gerekir. Buddha’nın nefis bir domuz kızartması yiyerek öldüğünü rivayet eden tarihçinin doğru söylediğini öğrenen bir budistin yaşadığı hayal kırıklığına karşı metanetli olmalı ve “vre bismillah” diyerek, iletişim metodolojisi hususunda eni konu düşünmeliyiz. İnanıyorum ki aya mekikler gönderen insanlık, öküzlerin beynine doğru frekanstaki iletişim dalgalarını göndermekte de başarılı olacaktır.


Öküzlük üstüne birkaç mülahaza
Öküzlük vasfına sahip olduğumu aynelyakîn müşahade ettiğim günden beri, bu farkındalığın bana verdiği karamsarlıktan sıyrılmak için kimi zaman ucba ya da gurura da kapılabiliyorum. Eğer insan öküz de olsa, karamsarlığa mukavemet edebilmek için yüreğini ferah tutmak zorundadır, yanılıyor muyum?

İnsan, kâinat ağacının meyvesiyse şayet, kainatta vâki olan bütün olaylar ve oluşum gösteren bütün varlıklardan birer nümûne taşıyacaktır. Dolayısıyla insanın içinde bir yerlerde böğürmeyi bekleyen bir öküz olduğunu kim inkar edebilir? Önemli olan içimizdeki öküzün, ruhumuzu çepeçevre sarmasına mâni olmak değil de nedir?

Bendeniz google'a bakmak yerine aynaya bakarak, gündelik "öküze bakma ihtiyacımı" gideriyorum. Fakat bu tamamıyla bana münhasır bir durum, öküzler üstüne alınmasınlar.

Bu hususta fazlasıyla dolu olduğumu, yazdıklarımla îlam etmiş bulunuyorum. Yazımı okuyup da yorumda bulunduğunuza sevindim. Darısı diğerlerinin başına.

Kara sinek ve Öküz
Olağan bir blogumun olağan bir yorumlaşmasında, hani şu süslü cümlelerle erdemin bağdaşmadığı bir zamandan, taa Konfüçyüs zamanından bahsediyorum.

O vakit kara sineğe benzetildiği zannına düşüp (ki sadece bir teşbihti) pek sinirlenip, şahsıma "terbiyesiz" sıfatını kullanmış celalmirza kardeşimi, kendisini, karasineğin de pek halleştiği bu heyvanata benzetişi, benzetmekten ziyade "o" olduğunu ifade etmesi garibime gitti..

Şimdi heyvanlar arasındaki farklılıkları, öküz'ün ne olduğu, ama sineğin bu olduğu gibi konuşmalara girmeyelim.

Süslü cümleler madem erdemle bağdaşmaz, Konfüçyüs'ün bir de tutarsızlıkla ilgili bir sözünü bulalım isterseniz size. Her sabah baktığınız, size öküzlüğünü hatırlatan aynanıza kırmızı rujla yazalım.

Kör gözüm parmağına. Belki bir faydası olur.


Hadi ben Öküzüm de Sen Kimsin
İmam-ı Rabbani nefsini eşekten aşağı görürken, senin tutup da İmam-ı Rabbaniye Eşek demen ne kadar yadırganacak bir durumsa, âlelade bir insanın bir iç muhasebesi neticesinde kendisini öküz farzetmesine mukabil, senin onu öküz ya da bir başka hayvanla (teşbih maksadıyla da olsa) bir tutman o kadar yadırganacak bir durum teşkil eder. Benim, kendim için kullandığım cümle hakareti sîneye çekerim de, izzet-i nefsime ağır gelecek cümle ithamları savuşturmaktan da geri durmam. Umarım özeleştiri ile itham arasındaki o derin uçurumu anlayacak durumdasınızdır.

Süslü cümlelerin perdelediği (ya da perdeleyemediği mi demeliydim) o "erdemli ego"nun paranoyasından nasibini almış bir kimse olarak diyebilirim ki, o vakit kullanmış olduğum cümlelerin hepsinin arkasındayım, ve öte yandan daha fazla öküzlüğe de tahammülüm yok.

Ayrıca, şule hanımın böylesi tahrik edici bir yorumunun yayımlanmasına izin veren yönetimin, polemiğe karşı olan yeni tutumu bu mudur, sormak istiyorum!! Muhabbetle


Cevab'ül şimendifer
Sen öküzsen, benim kim olduğumu sormuşsun. Maahaza, gelin Kur’anî olalım. Kur’an insan - hayvan özdeşleştirmesini birkaç yerde yapar. Bunlardan birisinde küffardan “onlar hayvan gibidir, belki daha da aşağıdırlar” der. Kendimi hayvaniyetten değil, küfürden tenzih etmekle, hakkında sukut ederim. Sonra “onları aşağılık maymunlara çevirdik” der. Kendimi döneklikten tenzih, hakkında sukut ederim. Sonra der de der.

Ben ise O’nun ruhundan üflenmiş birisi olmakla övünürüm.
Ben ise O’nun halifesi olmakla göğsümü gererim.
Ben ise, O’nun hakkımda meleklerin bilemeyeceği şeyleri bilmekle vasfettiği olmakla şereflenirim.
Ben ise O’nun kendini izlediği, aynanın parlak yüzüyüm. Pasparıldak. Şule gibi.

Arkadaşım, melâmi olayım derken avâmi oluyorsun. Benliğe tapınışın en büyüğü ve hastalıklısı, insanın kendini yerme altında övmesidir. İnsan için ara-form olmaz, o ya en yücedir - ki bu imanladır - ya en sefildir, bu da küfürledir. Bize en kıymetli olduğumuzu - senin tabirinle - “telkin” eden Kur’andır. Telkin ha… Spekülatif olmak adına patlıcanları soyduktan sonra suda bekletmemek ha…

İnsanın âlemin bir “musağğar” formu olmasından yola çıkarak - ki bu Bediüzzaman’ın Hz. Ali’den miras aldığı harikulade bir önerme, bir şereflendirmedir - âlemin her bir parçası gibi öküzün de kısmen veya tamamen insanda bulunacağı ihtimaliyle öküzlüğü savunmak, içinde Bush’un zalimliğinden bir lahza, Yahudilerin lanetliliginden bir lokma olduğunu ortaya atmak gibi bir cerbeze, bir kafa karıştırma, bir aman savımı savunmak için aklımda kalan Risale kırıntılarından ne bulursam sünnetleyimci bir zavallılaşma, bir şeyleri bir şeylere alet etmedir, değil midir? İnsan küçük alemdir demek, âlemde olan her şey insanda aynen vardır demek değildir, bu böyle biline. İnsanda olan, âlemde -de facto- olarak açığa çıkmış olanın, gizil potansiyelidir.

Ezcümle, sana nasihatim, insaniyetini değil, nefsini hakir görmen. Ha o zaman bir şeyler olma yolunu görebiliriz, adımını atmak için tıfıl kalsak da. Gör, işit “Ahsen-i Takvim” olan kim, “Esfel-i Safilin” olan kim. Aç İnciri, bak çekirdek kim, kabuk kim.

Sineğim, Öküzsün, Sinekler...
Zevkli bir karşılaşma, bkp genel başkanıyla çhp geren başkanının atışmalarından bilem daha komik, biri sinek olmuş, öküz olana konmuş o da kuyruğuyla dürtmüş kendini. Şahsileştirilmesi de işin bi acaip yanı doğrusu, sinek minek yazdık ama çekinmiyo da diğilim hani, n'lur n'olmaz, biri çıkar şimdi ''sensin sinek, hem de kara sinek'' gibi ırkçı söylemlerde bulunur iş iyice çorbaya döner, en iyisi mi fazla uzatmayayım.Zaten oldum olası sinekleri sevmem, ne çorbada ne de okeyde.


Kara Sinekten Şaşkın Fareye
Sen O'nun halifesi olmakla ve O'nun kendini izlediği bir ayna vasfına sahip olmakla övünedur, ben de Hz. Ebubekir'in hutbesinden bir alıntı yapayım : 'Ey müminler! Sizler, bu dünyaya iki sidik yolundan geçerek gelen kimseler olarak, neyinizle övünüyorsunuz!'.

Aynı cümleleri ya da benzeri yorumlama şekillerini okumak, insanda tebessüm ettirici bir etkiye sahip oluyor. Bir kez olsun şaşırmak istiyorum. Zıtların eşzamanla var oluş göstermesini mâkul bir biçimde tevil etmeye çalışmak atılacak ilk ve en doğru adım olurdu. Upanişadlar insana 'tanrısın' der, Freud'sa 'itsin' diye bağırır. "Peki biz hangisiyiz' gibi bir sorunun, doğru cevabı bulduracak kadar yeterli olmadığı açık, zira biz bunlardan ikisi de değiliz. 'en yüce' ve 'en sefil' arasındaki iman skalasını görmezden gelerek yapmış olduğun yorumun ışığında(!) cevabı arayacak olsak, zaten hiç şansımız yok, o ayrı mesele.

Önemli olan insanın nerde olduğu değil, insanın sahip olduğu farkındalık anlayışıdır. Sen kendini nerede görüyorsan orda değilsindir, gibi genelleyici bir çıkarsamayla, bireysel beyanları yorumlarken esas unsurun mevcut realiteler değil, teşbih, takdir ve tenzih edici 'bireysel anlayışlar' olduğunu göstermiş oluruz. Şimdi sahip olunması gereken bu anlayışı şöyle izah edelim :

İnsan ifrata ve tefrite kaçmamakla yükümlüdür, bu sebeple korkunun sardığı bir yerde ümit, ümidin sardığı bir yerde de korku, adeta dengeleyici unsur vazifesi yapar. İnsaniyetimi değil, nefsimi itham ederken, bu denge mülahazasıyla hareket etmiş olsam da, hüsnü zanla yükümlü olduğunu unutup beni 'kendini yerme altında övmeyle' itham eden imâlı cümlene ne demeli? Pes diyorum. Başka bir şey demiyorum. Ama ben hala seni çelişkide değil, içine düştüğü labirentin haritasını çıkarmaktan aciz olan aç farelerin durumuna benzetiyorum. Kara sinekten fareye..  Kara sinekten fareye..

İnsan küçük âlemdir ve âlemde olan her ne varsa insanda da bunun potansiyeli vardır. İnsan ve kainat holografik ve holonomik bir tarzda yaratıldığı için, parçada bütün, bütünde parça bulunur. Güneşi balçıkla sıvamaya lüzum yok şule. İnsanın 'en sefil' bir konuma aday bir mahluk olduğunu az evvel kabul eden sen, nasıl olur da insanın içinde temizliğe ve kirliliğe dair bütün mayaların bir nüve halinde mahfuz olduğunu kabul etmezsin.  Bediüzzamanın, risalede insan benliğini çok kez şehirler ya da saraylar ya da askerlerle özdeşleştirmesine fırsat tanıyan, insan ve kainat arasındaki bu bütün parça münasebetidir ki hala anlamamakta direten arkadaşlarımıza öküz deme olanağını da tanıyan, ki ben bu hakkımı şimdi kullanmak istiyorum, insanla kainat arasındaki bu örgütlenmedir. Kafandan geçen tilkilerin birbirini boğazlamasına izin verme. Sonrasında leş tilkilerle biz muhatap oluyoruz..


Büyük Büyük Dedemin Eşeği ve Sizin Öküzler...
Ben de nerede kaldı Cemaat'in polemikleri diye derin derin düşünürdüm. Öküz olarak arz-ı endam eylermiş de haberim olmazmış. Vay kocamışlık vay bana...

Evlad-ı Fatihan'ın yazısı bana büyük büyük dedem Şeyhi'nin malum ve meşhur hikayesini hatırlattı. Ben de sizlere hatırlatayım dedim efendim... bakalım öküzlerin de aktif rol aldığı hikayenin hissesi yazı ile nasıl kurulacak?

Harnâme:
Konu kısaca şöyledir: Odun ve su taşımaktan bıkmış, zayıf ve hasta bir eşek, gece gündüz üzüntü ve dert içinde inim inim inler. Çektiği ağır yükler sırtında tüy bırakmamıştır. Zavallı eşeğin vücudunda tüy şöyle dursun et ve deriden de eser yoktur. Dudakları zayıf, çenesi düşmüştür. O kadar zayıftır ki arkasına bir sinek konsa hemen yorulur. Kulağında kargalar, gözünde sinekler dernek kurarmış. Arkasından palanı alanınca geriye sanki it artığı kalırmış.

Bir gün sahibi bu biçare eşeğe acır, ona iyilik olsun diye sırtından palanını alarak onu otlağa salıverir. Eşek orada kılı çekilse yağı damlayacak kadar semiz aynı zamanda ay gibi boynuzlu öküzleri görür. Bunların boynuzlarına hayran kalır. Üstelik, yular ve palan dertleri de yoktur. Şaşar ve eşeklerin halini düşünür. Yaratılışta bu öküzlerle eşit oldukları halde kendilerinin boynuzdan mahrum olmalarını manasız ve haksız bulur. İçinden bu adaletsizliğe karşı isyan eder. Bu müşkülünü ancak eşeklerin piri olarak tanınan tecrübeli, güngörmüş, akıllı ve hakim bir eşeğin çözeceğini düşünerek ona başvurur.

Düşündüklerini anlatır. İhtiyar eşek dinledikten sonra kendisine şu cevabı verir: “Bu sorunun cevabı gayet basittir. Allah öküzleri rızk için yarattı. Bu yüzden onlara üstünlük vermiştir. Öküzler gece gündüz arpa, buğday işlerler; bunların elde edilmesine çalışırlar. Başlarında devlet tacının bulunması, iç ve dışlarının et ve yağla dolu olması bundandır. Halbuki biz eşeklerin işi odun taşımaktır, adi işlerde çalışmaktır. Bu yaptığımız işleri göz önünde tutarsan, bize kuyruk ve kulağın da fazla olduğunu sen de anlarsın.”

Zavallı eşek oradan üzüntü içerisinde ayrılır. Fakat bu meselenin aslı çok kolaymış diye memnun da olur. Şöyle düşünür: “ Artık ben de arpa ve buğday işler, yazımı ve kışımı tarlada geçiririm. Bundan sonra dayak yiyeceğime buğday işlemekle günlerimi huzur içerisinde geçirir izzet sahibi de olurum.”

Bu düşüncelerle dolaşırken yemyeşil küçük bir tarla görür. Hırsla ve kinle ekinlerin içine girer. Şevkle yemeğe başlar. Bir müddet sonra da tarla kara toprak haline gelir. Karnı doyunca yuvarlanır. Sevincinden şarkı söylemeye başlar. Yüksek sesle söylediği bu şarkısını tarla sahibi duyar. Gelip tarlasının mahvolmuş görünce çileden çıkar. Zavallı eşeği elindeki sopası ile iyice döver. Dayakla hırsını alamayınca bıçağı ile eşeğin kuyruk ve kulağını keser. Canı yanan eşek feryat ederek oradan uzaklaşır. Kulaklarından ve kuyruğundan kan damlaya damlaya, ağlayarak giderken yolda akıl danıştığı pir eşeğe rastlar. İhtiyar eşek halini sorar. Zavallı inleyerek: “Boynuz umarken kulaktan oldum” der.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder