Yazar Prof.Dr.K.Hüsnü Can Başer
Kocakarı ilacı deyince ne anlıyoruz? Kocakarı ilacı, kelime anlamı itibariyle yaşlı kadınlar tarafından bilimsel olmayan yöntemlerle hazırlanan, çağdaş tıbbın kabul etmediği tedavi şekilleridir. Diğer bir ifadeyle, cahil kadınların hurafelere dayalı tedavi tarzlarıdır. Daha genel bir anlamda, çağdışı, mantık ve bilim kalıplarına sığmayan yetkisiz tıp uygulamalarının tümüne kocakarı ilacı denir. Bu sadece Türkçede değil diğer dillerde de aynı anlamda karşılığı olan bir deyimdir. Mesela, İngilizce'de "Old wives' tales", yani "kocakarı masalları" diye ifade edilir. Bu ifade sıklıkla, halk tababetiyle veya geleneksel tababetle karıştırılır ve bitkilerle yapılan her tedavi kocakarı ilacı telakki edilir.
Bu gerçekten doğru mudur? Bu sorunun cevabına geçmeden önce ifadenin kelime yapısı üzerinde duralım. "Kocakarı" ifadesi bu tedavi şeklinin erkeklerle ilgisi olmadığını vurgulamaktadır. Yani, kadınlar, daha doğrusu yaşlı kadınlar, tarafından uygulandığı izlenimini vermektedir. Buradaki koca kelimesi türkçede muhtelif anlamları haizdir. Evli çiftin erkeği anlamının konuyla ilgisi yoktur. İkincisi "yaşlı" demektir ki ilgisi olabilir. Üçüncüsü ise "büyük, ulu, bilge, saygıdeğer" demektir. Bu anlam üzerinde durmak gerek. Çünki birazdan geçmişe doğru yapacağımız yolculukta bu anlam sık sık vurgulanacaktır. Kocakarı ifadesindeki karı kelimesi evli erkeğin eşi anlamına değil "yaşlı, ihtiyar kadın" anlamına kullanılmaktadır. Kelime irdelemesi sonunda günlük hayatta aşağılatıcı, hakaretamiz manada kullandığımız kocakarı 'nın ulu, saygıdeğer, bilge yaşlı kadın veya büyük ana gibi hayli saygılı anlamları içerdiği ortaya çıkmaktadır. Anadolu mitolojisinde kocakarı büyük ana, ilahların anası veya tanrı anası demektir.
Bu bilgileri aldıktan sonra artık zaman kapsülümüze binip geçmişe doğru yolculuğumuza başlayabiliriz.
Antik kültürlerde tıbbın kadınlara bahşedilmiş bir imtiyaz, diğer bir anlamda tanrıçalara verilmiş olan bu imtiyazın pratikteki uygulaması olduğuna inanılırdı. Yani, o zamanlarda tıbbın anası'ndan söz edilirdi. Bu tıbbın dinle yakından ilişkili telakki edildiğini de vurgulamaktadır. Antik ve ilkel kültürleri üzerinde yapılan araştırmalara göre tıp ve din birbirinden ayrılmayacak şekilde bağlantılıdır. Hayat'ı yaratan ve ölüm'e hükmeden ilahlar aynı zamanda sağlık ve hastalık'tan da sorumluydular.
Sümerlerde Ninkursag hayat tanrıçasıydı. Asurlularda İştar hem ana tanrıça, hem de sağlık tanrıçasıydı. Mısırlıların ulu tanrıçası İsis aynı zamanda hekimdi. Hititlerin Kubaba (veya Kubebe)'sı, Friglerin Kibele'si, Efeslilerin Artemis'i, Yunanlıların Demeter'i hayat. bereket ve ölüm tanrıçalarıydı. Minoslular, Mikeneliler, Giritliler de iyileşmek için sağlık ve hayat tanrıçalarından medet umarlardı. Ölüm tanrıçası, aynı zamanda yeniden doğuş tanrıçasıydı. Asurluların ölüm tanrıçası Gula "ulu hekim" olarak da bilinirdi. İsis de ölüm sembolleri taşırdı. Varoluş çizgisinde hayat ve ölüm birbirinden ayrılmaz gerçeklerdi.
Antik kültürlerde iyi ilahlar sağlık bilgileriyle mücehhez ve sağlığı korumakla görevliyken, habis şeytanlar hastalık ve sağlıksız yaşamdan sorumluydular. Tarihte ilk olarak Sümerler hastalık şeytanlarını tanımlamışlardı. Bu tanımlama daha sonra Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma ve Kuzey kavimleri tarafından da benimsendi. Şeytanların gücünün hastalık yaptığı inancı hristiyan eksorsizm ayinlerinin de temelini teşkil eder. Ülkemizde bazı hastalıklar için cinci hocalardan medet umulması da bu inancın bir uzantısıdır.
Tedavi için önce tanrıçaya yalvarılır, onun şeytanlara emir vermesi beklenirdi. Ancak, tapınaklarda yapılan bu dua ayinleri ile yetinilmez, yakınılan tanrıçanın özelliklerine göre bazı pratik önlemler de alınırdı. Tanrıçalar şifacı ve eczacı, tapınakların rahibeleri ise tapınmaya gelenlerin hekimleri rolünü üstlenmişlerdi. Hasta tedavisinde dua ve tatbikat önemli faktörlerdi. Pratik tedavi, rahatlama hissi ve hastalığın kontrolünü sağlarken, hastalığın bilinmeyen ve anlaşılmayan yönleri için tanrıçalara yalvarılırdı. O dönemlerde rahibelik yani tanrıçaların hizmetkarlığı kadınlara mahsustu. Erkekler bu yetkiye sahip olabilmek için erkeklik organlarını dibinden keserek kendilerini hadım ederlerdi. Müslüman ve yahudi toplumlarda görülen sünnet adetinin bu geleneğin hafifletilmiş bir şekli olduğu iddia edilir. Tedavi etkisinin kısmen ilaç olarak kullanılan maddelerle, ancak en çok rahibe/hekim'in gücü ile meydana geldiğine inanılırdı. Bu sebepten rahibelerin sadece ilgili duaları bilmeleri yetmez, tıbbi reçetelerde kullanılan bitkisel, hayvansal ve madensel maddeler hakkında da geniş bilgi sahibi olmaları gerekirdi.
Sümer, Asur, Mısır ve eski Yunan'da M.Ö. 3000 yıllarına kadar tedavi uygulamaları hemen hemen tamamiyle rahibelerin elindeydi. Sümerler, Asurlular ve Mısırlılar belli hastalıkların tedavisi için hap, fitil, losyon ve merhem şeklinde çok etkili ilaç reçetelerine sahiptiler. Bu toplumlarla rahibelerin rolü çok üstündü. Mesela, Sümer'de ülkenin ekonomik, politik, kültürel ve sosyal hayatı üzerinde etkisi olan çok çeşitli rahibeler mevcuttu. İşler tapınaklarda görülürdü. Dini liderlerle politik liderler arasındaki ilişki de güçlüydü. Ur'da tanrı Nanner'in hemen hemen bütün yüksek rahibeleri kraliyet ailesinin üyeleriydi. Asur ve Mısır'da da rahibeler kraliyet ailesinden veya asillerden geliyordu. Yüksek rahibeler ve hükümdar arasındaki ilişki öylesine yakındı ki eski kültürlerde kraliçelerin çoğu aynı zamanda tapınak hekimleriydi. Ur'da M.Ö.3000 yılında yaşamış kraliçe Şubad'ın mezarı açıldığında sadece gıda maddeleri değil, aynı zamanda ağrı kesici reçetelerle, bronz ve çakmak taşından yapılmış tıbbi aletler de bulunmuştu.
M.Ö.2300 yılında yaşamış Mentuhetep, M.Ö.1500 yılında yaşamış Hatşepsut ve M.Ö.100 yılında yaşamış Kleopatra gibi Mısır kraliçeleri'nin çoğu ünlü hekimlerdi. Mısırdaki mabet ve mezarların duvarlarındaki resimler sık sık kadınları rahibe/hekim rolünde gösterir. Ayrıca, Diodurus, Öripides, Pliny ve Herodot'un kitapları bu rolleri teyid eder. Zamanla, antik kültürlerde kadın şifacılar arasında bazı rol dağılımları meydana gelmeye başladı. Ebelik tamamen kadınlara ait bir fonksiyondu ancak bir rahibe tarafından uygulanması gerekmezdi. Rahibelerin sayısı azdı ve mevkileri yüksekti. Sayıları ancak tapınağa gelen hastaları tedavi etmeye yetiyordu. Ayrıca, doğum günlük, mekanik bir hadise, ebelik ise pratikle kolayca kazanılabilecek bir yetenekti. Bu sebeplerden ebelik tapınak dışına çıkarıldı. Bununla beraber, Sümerlerde ve Mısırlılarda ebeler eğitiliyorlardı. Ebeler pratik bilgiler edinmek yanında dua ve büyü de bilmek zorundaydılar. Zira, herşeye rağmen dini inkar edemezlerdi. Bu şekilde ebelik ile bir sağlık sorununun çözümü ilk defa rahibelerden başkasına geçmiş oldu. Zamanla ebe ve rahibe arasındaki rol ayrımı çok zayıflayacak ama ebeler rahibelere açıkça hasım olmayacaklardı. Bu rol ayrımı gelecek için önemli olacak bir başlangıçtı.
Rahibelerin tıp üzerindeki tekeli zamanla ortadan kalktı ve kadınlar tıbbın yetkili uygulayıcıları olmaktan çıkarılıp, tıbbı saptıran ve bilimsel olmayan uygulamalar yapan kişiler olarak tanınmaya başlandılar.
Kadınların statüsünün kısıtlanmasındaki ilk adım dini fonksiyonlarının ellerinden alınması olmuştur. Sonuçta dini fonksiyonları ile birlikte tıbbi fonksiyonları da elden gitmiştir. Bu değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini tam olarak bilmek mümkün olmamakla birlikte M.Ö.2000 ila 3000 yıllarında yakın ve orta doğuya Hint-Avrupa kavimlerinden gelen istilalar sonucu olduğu söylenebilir. Hint-Avrupa kavimlerinin dinlerindeki güçlü erkek tanrı hakimiyeti, istila edilen orta doğu kavimlerindeki dişi tanrı'nın yerini almaya başladı. Asurlular ve Mısırlılarda yaradılış efsaneleri yeniden kaleme alındı ve erkek ilahlar dişilerle eşit pozisyonlara kavuşturuldu. Önceleri doğurmak için bir erkeğe ihtiyaç duymayan bakire ana tanrıçalar tanrılarla evlendirilmeye başlandı. Ana tanrıça Kibele'nin kocası Attis (diğer isimleri: Temmuz, Adon, Adonay, Adonis) Sakarya ırmağının kızı Nana'nın (ki bu Kibele'nin başka bir sıfatıydı) ak bir badem içini bağrına basmasıyla doğmuştu, kışın ölür, ilkbaharda yeniden doğardı.(Not: Suriye'de her yıl kışa doğru Adon'u bir yaban domuzu öldürüyordu. Bundan dolayı Samilerde domuz eti'nin lanetlenip, yasaklandığı söylenir). Yani, zayıf bir kocalık rolü verilmişti. Matriyarkal toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kibele'ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus'u (veya Jupiter) Girit'te doğurmak şerefi verildi. Böylece Kibele tanrının anası oldu. Efsanelerin incelenmesinden anlaşılacağı gibi bu değişim büyük mücadelelere yol açtı. Yunan mitolojisinde, Miken devirlerinden beri tapınılan, doğumun ve ebeliğin koruyucusu, tanrıça Hera ile sonraları evlendirildiği (kardeşi) tanrı Zeus arasındaki mücadele, tanrıçanın gücünün azalıp yokolması ile sonuçlanır. Buna istilaların mı yoksa toplumlarda zaten varolan değişimlerin mi sebep olduğunu bilemiyoruz ancak, sonuç, yaradılış sürecinde ve toplumsal dünya görüşünde kadınlara verilen öncelikli rolün erkekler lehine sona ermesi olmuştur.
Mabetlerden çıkarılmakla kadınlar tıptan da çıkarılmış oldular. M.Ö.2900'lerde Mısır'da İmhotep adlı bir adam saray doktoru olarak atandı. Bu kişi saray doktoru olarak atanmış olduğu bilinen ilk erkektir. İmhotep bilimsel yöntemlere hakimiyeti ve bilgisi dolayısıyla kısa sürede ün kazandı, doktorların hamisi haline geldi ve tanrı Ptah'ın yanında ilah seviyesine yükseltildi. Sonraları Yunanlılar onu kendi şifa tanrıları Eskülap yaptılar. Adonis'in oğlu Bergama'lı Eskülap'ın iki kızı Hygea (Hijya) ve Panacea'nın isimleri bugün tıpta önemli anlamları haizdir. Hijyen, koruyucu hekimlik; panacea ise her derde deva anlamındadır. M.Ö.7. yüzyıldan itibaren Hygea, resimlerde, Eskülap'a hastaları sunan, onun tavsiyesiyle tedavi yapan, elinde nadiren bir yılanla ya da daha çok şifalı bitki dolu bir sepetle tasvir edilen masum ve güzel bir kadın olarak görünmeye başladı. Yani, kadın, hekimlikten hekim yardımcılığına ya da hemşireliğe geriledi.
Erkeklerin tıbba girişi ile Mısır tıbbında önemli değişiklikler meydana geldi. Tıp dinden bağımsız olarak gelişmeye başladı. Mistik özelliğini kaybetme sürecine girdi. Daha önemlisi rahibelerin iyileştirici ilahileri ve merhemlerinin yerini cerrahın bıçağı almaya başladı. Mısır tıbbında erkek hakimiyeti ile birlikte mumyalama sanatı da gelişip M.Ö.2300 yıllarında mükemmelleşti. Mısır mumyacıları daima erkekti ve bu uygulama onlara derin anatomi ve cerrahlık bilgisi kazandırdı. Gözlem ve bulgular hem mumyacılar hem de cerrahlar tarafından kaydedildi ve kullanıldı. Hastalık sebepleri ilahi güçlerde değil insan vücudunda aranmaya başlandı. "Erkek tıbbı" bilgi ve yeni buluşlar, "kadın tıbbı" ise hurafe anlamı kazanmaya başladı.
Din ve tıp arasındaki uçurum gitgide büyürken Heliopolis, Sais , Memphis ve sonraları İskenderiye'de cerrah ve mumyacıların eğitildiği tıp okulları açıldı. Hz.Musa'nın da Heliopolis'te eğitim gördüğü söylenir. Sais ve İskenderiye Mısırlı ve Yunanlı doktor ve cerrahların kaynaştıkları merkezlerdi. Bu okullara kadınların kabulü kısıtlıydı. Bununla beraber, din'in teşhis ve tedavide oynadığı rol devam etti. Anatomi ve cerrahi her hastalığın tedavisine yetmediği için geleneksel tababet de hükmünü sürdürdü. Sebebi bilinen hastalıklar için cerrahi uygulanırken, sebebi bilinmeyen hastalıklar dini tıbbın ilgi alanına girdiler. Tapınakta bu uygulamaları artık rahipler yapmaktaydı. Kadınların tapınaktan uzaklaştırılması, geleneksel tababetteki rollerini de azalttı. Kadınlar yetkisiz olarak tedavi yapmaya devam ettiler ve bilhassa ebelik kadınlar için en çok tercih edilen tıp alanı oldu. Kadın ve çocuk hastalıkları da ebeliğin ilgi alanına girdi. Eskiden rahibe/hekim'lerin ve ebelerin paylaştığı bu tıp alanı, kadınların sorunlarıyla ilgili olduğu için bu konuda yetersiz bilgiye sahip rahiplerin değil, ebelerin sorumluluğuna girdi. Hastalık ve yaralanma vakalarında rahib'e danışma esas olmakla birlikte hastanın evdeki bakımından kadın sorumluydu. Önceleri hekim ve hemşire arasında hiç fark yokken şimdi kadının toplumsal ve özel rolünde değişiklik oldu ve erkekler tıp dünyasında hakimiyet kurarken, kadınların tıbbi fonksiyonları ev ile sınırlı kaldı.
M.Ö.460-377 arasında Kos ve Larissa'da Hipokrat tarafından kurulan tıp okulları muhakeme ve mantığa dayalı filozofik ve spekülatif kurumlardı. Bu ekole göre vücutta sır yoktu. Vücut fonksiyonları mantıklı prensiplere dayanıyordu. Okullarda anatomi ve cerrahi'ye ağırlık veriliyordu. Sağlık, vücuttaki dört humor (yani sıvı) tarafından sağlanıyordu. Bunlar: kan, balgam, safra ve kara safra'ydı. Hipokrat, tababetin değilse de hekimliğin babası kabul edilir. Tababetin din ve hurafe'den ayrılıp bilimsel esaslara bağlanmasına büyük katkıda bulunmuştur. Tedavide 400 kadar bitkiden yararlandığı bilinmektedir. Bunlardan kuvvetli müshil olarak mahmude, hintyağı, ebucehil karpuzu, çöpleme; zayıf müshil olarak sütleğen, mezeryon, lahana, kavun; idrar arttırıcı olarak sarımsak, soğan, pırasa, salatalık, kavun, karpuz, rezene; uyku verici olarak haşhaş, afyon, adamotu, banotu; boğaz hastalıklarında kekik, nane, kereviz'den hazırlanan gargaralar; çıbanları olgunlaştırmak ve ağrıyı dindirmek için merhemler ya da mersin yaprağı, gül çiçeği, akzambak çiçeği gibi kokulu bitkilerle bekletilmiş zeytinyağı kullanmıştı. Hipokrat'ın tıp ekolü Avrupa tababetini 18. asra kadar etkisi altında tutmuştur. Klasik Yunan'da bu ekol, mevcut pek çok tıp ekolünden sadece biriydi. Knidos, Rodos ve Kirene'deki okullar da ünlüydü. Ancak bu okulların tümü kadınlara kapalıydı. Bu okullardaki tedavi masraflarını sadece zenginler karşılayabiliyordu. Tapınak tedavileri ise zengin, fakir herkes için devam ediyordu. Heredot, Bergama'daki Eskülapya'dan yani "sağlık beldesinden" bahseder. Buraya tedavi olmak amacıyla gidilirdi. Fakir hastalar kaldırımlara yatırılır, hastalığın çaresini bilenler kendilerine tavsiyede, ilaç yardımında veya para yardımında bulunurlardı. Benzer bir uygulamanın Sümerlerde de olduğu biliniyor. Bunun dilenciliğin başlangıcı olduğu da öne sürülmekte.
Kadınlar tıp okullarından ve tapınaklardan çıkarılmışlardı ancak evde fakirler ve kadınlar arasında şifacı rollerini sürdürdüler. Becerileri öncelikle şifalı bitkilerle ilgili bilgilerine ve bildikleri dua ve ilahilere dayanıyordu. Ebelik ise tamamen kadınlara ait bir meslekti ve bu konudaki bilgileri oldukça iyiydi. Hipokrat dahi jinekoloji ve obstetrik bilgilerini ebelerden öğrendiğini yazar. Pisagor'un karısı, Eurphon adlı devrinin tanınmış bir hekimiyle cenin'in 7. aydan önce canlı olduğuna dair bir bahsi kazanmakla ünlüydü. Ebeler doğum ve düşük yaptırırlardı. Doğumdan sonra 15 gün süreyle lohusaya ve bebeğe bakar, ücret olarak bir parça kuru ekmek alırlardı.
Yunan toplumunda hipokratik düşüncenin gelişip yerleşmesiyle yeni tıpçılar tarafından kadın şifacılar'a karşı tepkiler yaygınlaşmaya başladı. Atina'lı ebe Agnodice M.Ö.4.yüzyılda erkek elbiseleri giyip hekimlik icra ettiği için halk mahkemesine çıkarılıp yargılandı, ancak kadınların baskısıyla ceza verilmedi. Bu kadın çok başarılı sezaryen ameliyatlar yapmakla ünlüydü.
Romalılarda da Yunanlılardaki gibi hipokratik okulların etkisiyle kadınlar tıptaki rollerini kaybetmeye başladılar. Ancak toplumun fakir kesimlerinde varlıklarını sürdürdüler. Roma'da ebeler Medica, Obstetrica veya Saga olarak anılıyordu. Pliny, saga olarak Elephantis, Salpe ve Sotira'dan bahseder. Bunlar sadece ebe değil aynı zamanda pekçok hastalığın tedavisinde geleneksel reçetelerle başarı sağlayan şifacılardı. M.S.1. yüzyılda yaşamış Africana adlı şifacı kadın sara ve kısırlığı tedavi etmesiyle ünlüydü. Augustus'un kızkardeşi ve Mark Antuan'ın karısı Octavia ile Messalina ev tababeti konusunda oldukça becerikliydiler. Halk arasında ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar, kadın şifacılar devrin hipokratik hekimleri tarafından küçümseniyorlardı. Cato (M.S.150-230) onları düşükçüler diye sıfatlandırıyor, Tertullian (M.S.150-230) yöntemleriyle alay ediyor, Galen (M.S.129-201) ise geleneksel tıbbı kocakarı masalları ve Mısırlı şarlatanlığı diye nitelendiriyordu. Başka pekçok yazar onları ampirikçi, zehirci veya fahişe olarak isimlendiriyordu. Büyücü sıfatının da verilmesinden sonra sagalar idam edilmeye başlandılar. İlk hristiyanlar da büyücülükle itham edilip idam edildiler. İlk hristiyan şehitlerinden Theodosia, Nicerata ve Thekla kadın şifacılardı. Roma imparatorluğunun hristiyanlığı kabul etmesiyle sagalara karşı olan hareket sona ermeyip devam etti ve Galenci tıp hristiyan tıbbı olarak tescil edildi. Sagaların varlığı kilisenin hastalık ve kadının rolü üzerindeki fikirlerine açık tehdit olarak görüldüğünden, kadınların tedavi yöntemleri paganizm olarak değerlendirildi. Antik kültürlerde geleneksel tababet ve ebelik uygulayıcıları hep kadınlar olduğu ve semavi dinler döneminde bu uygulamalar pagan adetleri kabul edildiği için paganizm lanetlenirken kadınlar da lanetlendi ve toplumdaki statüleri geriledi. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde hastalık tanrının güç ve adaletinin delili haline geldi. Öyle ki, hasta olmak Tanrı'nın önem verdiği kuluna bahşettiği bir lütuf olarak değerlendirilip, şeref addedildi. Bu yüzden, hastalığın bir günahın cezası, iyileşmenin de affedilmenin bir işareti olduğuna inanıldı. Acıdan kurtulmayı dua dışı yollarda arayanlar lanetlendi. Bu şekilde eskiden tapınaklarda olan şifa tekelinin kilisenin eline geçmesi amaçlanıyor, rahip sınıfının sağlık üzerindeki etkisini sürdürmesi isteniyordu. Ancak, halkın geleneksel ve bitkisel tedavi yöntemlerinden her tedbire rağmen vazgeçmemesi üzerine kilise cemaat kaybetmemek için bu fiili durumu kabul ediyor, gayriresmi olarak her cemiyette en az bir dul kadının ebelik, veya kilise tarafından kabul edilen bazı tıbbi uygulamaları Tanrı adına yapmak üzere görevlendirilebileceği kilise tarafından ifade ediliyordu. Ayrıca, muska, nazarlık gibi pagan adetlerini, hristiyan azizlerin sözlerini ve hristiyan dualarını içermesi şartıyla kabul ediyor, kutsal emanetlerin iyileştirici ve koruyucu hassalarını benimsiyordu. Bitkiler için ise, Tanrı'nın her derdin devasını bitkiler yoluyla verdiği fikri hakim oluyor, böylece dua dışı tedavi şekilleri hristiyanlık içinde de yerini alıyordu.
Hristiyanlığın pagan kavimlere kabul ettirilmesi sırasında pagan inancında kutsal sayılan semboller hristiyanlaştırıldı. Putlar yerini İsa'nın, Meryem ana'nın ve azizlerin küçük heykellerine ve istavroz'a bıraktı. Pagan dönemde, Efes'te tapınılan Artemis, bir Kibele, yani tanrıların tanrıçası, tanrı anası, büyük ana idi. Hristiyanlığı kabul eden Efesliler 431 yılında Efes'te toplanan kilise büyüklerini zorlayarak Meryem ana'ya tanrı anası niteliği verdirdiler. Hazret-i Meryem'in Tanrı anası değil, İsa peygamber'in anası olduğunu iddia eden Patrik Nestorius'u aforoz ettirdiler.
İngiltere'de 13. yüzyılda açılışından itibaren Oxford ve Cambridge Üniversiteleri kadınları öğrenci olarak kabul etmedi. Buna rağmen, kadınlar sadece şifacı olarak değil cerrah olarak da tıp uygulamalarına devam ettiler. Cerrahların, tıpçı sayılmadıkları için, dahil olduğu Berberler Loncası'na kabul edildiler. 1389 yılında kurulan Cerrahlar Loncası da kadınları üyeliğe kabul etti. 1421'de Üniversiteler Parlamentoya başvurarak Tıp okulunda okumamış olanların doktorluk yapmasının ve kadınların tıp uygulamalarında bulunmalarının yasaklanmasını talep ettiler. Bu dilekleri 100 yıl sonra gerçekleşti. 1518'de Tıp Kolejine verilen imtiyaz beratında "Büyücülük, sihir ve biraz da ilaç kullanarak cüretkarca tedavi yapmaya çalışan ve Tanrı'nın hoşnutsuzluğuna sebep olmaktan başka bir şey yapmayan cahil kadınların" yetkisiz olduklarından bahsediliyordu. 1563 yılında çıkarılan bir yasa ile büyücülüğe ölüm cezası getirildi. Bu davalarda bilirkişi olarak tıp doktorlarına danışılıyordu. Büyücülükten yargılananların %85'i kadındı ve çoğu ilaçla değil büyü ile tedavi yapmakla suçlanıyordu. Binlerce kadının büyücülükle itham edilip öldürülmesine rağmen kocakarılar ve temsil ettikleri tıp sistemi orta çağları aşıp 18. yüzyılın ortalarına kadar gelebildi. 18. ve 19. yüzyıllarda Batı'da görülen sosyal değişiklikler kocakarıların statüsüne, büyücülük suçlamalarından çok daha ciddi bir tehdit oluşturdu. Bu değişiklikler, daha önceleri kocakarıya önem veren toplumlarda köklü değişmelere yol açtı ve erkek olan tabip zümresi politik taban ve sosyal kabul yönünden gittikçe daha güçlü hale geldi. Kocakarının rolü gitgide zayıfladı ve çoğu alanlarda geleneksel tıbbın etkisi azaldı veya yokoldu. 18. yüzyılın başlarında kocakarı, doktorun güçlü ve etkili alternatifi iken, aynı yüzyılın içinde hurafenin ve modası geçmiş fikirlerin sembolü haline geldi.
19. ve 20. yüzyıllarda kocakarı genellikle işçi sınıfının ve temel sağlık hizmetlerinden yoksun kitlelerin devam ettiği geleneksel şifacılar olma özelliklerini sürdürdüler. Yeni veya modern tıbbın aciz kaldığı hastalıkların tedavisi için ise orta ve zengin sınıf dahi kocakarıya gitmeye devam etti.
Kocakarıların bazı tedavi şekilleri kulaktan kulağa, anneden kıza veya arkadaşa, eşe, dosta yayılarak halk arasında yerleşiyor ve uygulanıyordu ve halen de uygulanmaktadır. Kocakarıların çoğu reçeteleri bugün de genellikle kadınlar tarafından bilinmekte ve uygulanmaktadır.
Modern tıpla geleneksel tababet arasındaki en önemli fark modern tıbbın hastalığı vücuttaki mekanik bir aksaklık olarak görmesinde yatmaktadır. Geleneksel tıpta ise hastalık sadece bazı organların iyi çalışmaması değil ferdin çevresiyle olan uyumunun bozulması olarak telakki edilir. Bu sebepten modern tıp hasta organın tedavisine ağırlık verirken, geleneksel tıpta vücudun çevresiyle tekrar uyum sağlayacak tarzda güçlendirilmesi amaçlanır. Tedavide ilaç yanında duanın ve bir takım tılsımların rol almasının hastanın çevresindeki psikolojik atmosferi zenginleştirmesi açısından tedaviye katkıda bulunduğu söylenebilir. Dua okuyarak siğil tedavisi toplumumuzda yaygın olarak uygulanan ve etkili olduğuna inanılan zararsız bir uygulamadır.
Eski Türk kavimlerinde inanılan din Şamanizm idi. İptidai şamanizmin temsilcileri kuzey ormanlarında yaşayan kavimlerden Uryankıt'lardı. Bu kavim Göktürk yazıtlarındaki Kurıkan'ların torunları ve bugünkü Urenha ve Yakut Türklerinin ataları sayılmaktadır. Cengiz hanın sol kol beylerinden biri olan Odaçı, Uryankıtlardandı. Odaçı adı Uygurca ve başka türk lehçelerinde eczacı anlamına gelen otacı ile aynı anlamdaydı. İptidai şamanizmde hekim veya eczacı ile şaman aynı şahıstı.
Altay şamanistlerine göre en büyük tanrı Ülgen'dir.Ülgenin 7 oğlu ve 9 kızı vardı. Kızları özel ad taşımaz, hepsine Akkızlar veya Kıyanlar denir. Bunlar şamanların ilham perileridir. Şamanist panteonunda Ülgen'in akkızlarından başka birkaç iyi dişi ruh vardır. Altaylarda Umay, Ana Maygıl, Ak Ene; Yakutlarda ise Ayısıtlar bunların belli başlılarıdır.
Bazı şamanistlere göre en kuvvetli şamanlar kadın şamanlardır. Eski devirlerde şamanlığın kadınlara mahsus bir sanat olduğunu gösteren emareler mevcuttur. Yakutlarda erkek şamanlar özel cübbeleri olmadığı zaman kadın entarisi ile ayin yaparlar. Özel şaman cübbesinin göğsünde kadın memelerini temsil eden yuvarlak madeni şeyler bulunur. Cübbenin yakalarında sıralanan dokuz küçük kukla Ülgen'in dokuz kızını; küçücük cübbeler elbiselerini; demir veya madeni şeyler küpelerini temsil eder.
Önceleri şaman dualarında iyi dişi ruhlara şöyle yalvarılırdı:
"Ey melikem, ey anam ateş, sen karaağaçtan yaradılmışsın.. Ötüsen anamızın tabanından peyda olmuşsun...Gökte yaşayanın çakmağıyla çakılmışsın, anamız Uluken hatunun eliyle yakılmışsın... bütün ulusumuza sağlık ve güven ver"
Müslümanlıktan sonra doğu Türkleri şaman dualarına peygamberlerin, meleklerin, evliya ve şeyhlerin adlarını sokmuşlardır.
Kocakarıların Tedavi Yöntemleri
Kocakarılar tedavide bazı sembolik ayinlerden yararlanırlar. Mesela, siğil tedavisi için şunu önerirler: "Bir parça et çal, siğilin üstüne sür ve toprağa göm. Et çürürken siğil de yok olacaktır". Yahutta, "Fasulye kabuğunun içini siğil üzerine sür. Fasulye kabuğunu gizlice yak. Siğil yok olacaktır".
Kuduz için: "Seni ısıran köpeğin kılını taşı" denmekte yahutta "Kuduz köpeğin kalbinin çıkarılıp, ateşte kurutulması ve öğütüldükten sonra hastaya yedirilmesi" önerilmektedir.
Akan su hayatın üç temel elementinden biri sayıldığından pınar ve kuyu sularının tedavi edici hassaları olduğu ve suyun şeytanı kovduğu inancı hakimdi. Tuz da şeytanı kovardı. Hem suyun hem de tuzun temizleyici ve antiseptik hassaları bugün de bilinmektedir.
Rengin tedavide kullanımı kökünü daha çok mistik inançlardan alır. Rengin tedavi sembolü olarak kullanım prensipleri bir bakıma sempatik büyününkileri andırır. Kırmızı renk ısıyı sembolize eder. Kırmızı kumaş ateş düşürmek için kullanılmıştır. Kırmızı çiçek kan; sarı çiçekler ise karaciğer hastalıklarında verilirdi. Hristiyanlarda kırmızı, Hazreti İsa'nın kanını temsil ettiğinden kutsaldır. Mavi, Meryem Ana'nın rengidir. Fazla iyileştirici özelliği yoktur. Ancak, gelinlerin düğün gününde üzerlerine mavi bir şey giymeleri istenirdi. Lohusaların hastalanmamak için boyunlarına mavi kurdela veya yün ipi bağlamaları önerilirdi. Mavi, Anadolu'da nazar'a karşı bir önlem olarak kullanılır. Mavi boncuğun vücudu kötü ruhların ve kötü düşüncelerin etkisinden koruduğuna inanılır.
Rakamların tedavide önemli rolleri olduğuna, üç ve üç'ün katları ile yedi'nin güçlü etkileri olduğuna inanılırdı. İngilterede uygulanan bir boğmaca reçetesi şöyleydi:
"Çocuğu 3 yaşında bir eşeğin altından ve üstünden 9 kere geçir. Hayvanın sütünden 3 kaşık al. Sırtından ve karnından kesilmiş 3'er kılı sütün içinde 3 saat beklet ve çocuğa 3 seferde içir. Bu işlemi peşpeşe 3 sabah tekrarla".
Bu işlemin çocuğu kusturacağı ve geçici rahatlama sağlayacağı doğaldır.
İlahi ve sihirli sözlerin tekrarlanma sayısı da etkisiyle doğru orantılıydı.
Ayrıca, astroloji elementleri tedavide kıymetli semboller olarak kabul ediliyordu. Bitkilerin toplanma zamanı ayın durumuna göre ayarlanıyordu. Bilhassa yeni ayın 3. gününde toplama tercih ediliyor, dolunayda bitki toplanmıyordu. Bunun sebebi, ayın gel-git olayına neden olması yüzünden dolunayda toplanan bitkilerin topraküstü kısımlarına su çekilmesi sebebiyle kurutulmasının geç olacağı şeklinde izah edilmektedir. Ancak, bitkilerin toplanma zamanlarının önemi bugün bilinmektedir. Mesela, sabah saat 9'da toplanan haşhaş (Papaver somniferum) sütündeki morfin miktarının 12 saat sonra toplanandan 4 kat daha fazla olduğu bulunmuştur. Kodein miktarının ise en az miktarına saat 7'de, en çok miktarına ise saat 12'de rastlanmıştır. Güzelavratotu (Atropa belladonna) bitkisinde en yüksek alkaloit miktarına bitkinin çiçeklenme devresinde rastlanır. Denizüzümü (Ephedra sp.) dallarında sonbahar ve kışın, yazınkine nisbetle iki misli daha fazla alkaloit bulunduğu tesbit edilmiştir. Yüksükotu (Digitalis purpurea) yapraklarında kalp kuvvetlendirici glikozitler gece parçalanır, gündüz yeniden sentez edilirler. Bu sebepten yaprakların öğleden sonra toplanması tavsiye edilir.
Eski Türklerde Tanrının karaağaçtan yaratıldığına inanıldığı ve bu ağacın kutsal sayıldığı gibi, Kelt Tanrısı Wodin'in de dişbudak ağacından doğduğuna inanılırdı. Raşitizm ve fıtık için popüler bir tedavi şekli hastayı, başı doğan güneşe yönelik, gövdesinde yarık açılmış genç bir dişbudak ağacının içinden geçirmekti. Sonra ağaç sıkıca sarılır, ağaç iyileştikçe hastanın da iyileşeceğine inanılırdı.
Dişbudak, ayrıca doğum yapan kadınların yatağına bağlanır ve yeni doğan bebeklere bir damla dişbudak usaresi verilirdi.
İlahlar tedavi işlemlerini kontrol eden yegane varlıklar değillerdi. Bazı özel hallerde insanlarda belli güçlere sahip olabilirlerdi. 7. kızın (veya oğlun) 7. kızı (veya oğlu)'nın, sıra karşı cins tarafından bozulmadıkça, iyileştirici ve ruhsal güçlere sahip olduğuna inanılırdı.. 2. doğan ikizin karşı cinsten hastanın ağzına üç kere üflemesiyle boğaz iltihabının geçeceği sanılırdı.
Hristiyanlık öncesi bir inanca göre ruh, fertlere aşağı yukarı eşit şekilde dağıtılan, hayatın temel özelliklerini taşırdı. Bilhassa doğum sırasında ölen bebeklerde ve genç ölenlerde hayatın temel özelliği tükenmemiş olacağından, bu özelliğini yitirmeye başlayan hastaya teorik olarak yardımcı olabilirdi. Bu sebepten kocakarı ilaçlarının çoğu ölünün ya da ölüyle ilgili tedavinin kullanılmasını öngörürdü. Cellatlar Ölü Çarpması için ücret alırlardı. Hastalar bu yüzden darağacının etrafında toplanırlardı. İdam edilmiş ölü kafaları bir takım ilaç terkiplerinde kullanılırdı. Ölülerin iyileştirme hasletleri hristiyanlık ve müslümanlıkta aziz ve evliyaların eşya ve türbelerinin önem kazanması sonucunu doğurmuştur.
Ölüm ayinsel olarak da kullanılıyordu. Bazı büyü adetleri, hastalıktan kurtulmak için sembolik olarak ölmek ve sağlıklı olarak yeniden doğmak üzerine kurulmuştu. Hastayı bir yapı kemeri veya dişbudak ağacının gövdesinden geçirmek bu yeniden doğmayı sembolize ediyordu. Diğer bir adet, boğmacadan kurtulmak için "Çocuğun çayıra yüzükoyun yatırılması, etrafının tabut biçiminde kesilmesi, sonra çocuğun kaldırılıp çayır çiminin altüst edilmesi" ne dayanıyordu. "Ot kurudukça boğmaca yokolacaktı. Ancak bu işlem gizlice yapılmalıydı".
Kocakarı ilacı denince aklımıza ilk gelen, tedavi reçeteleridir, yani hastalıkta alınması gereken pratik önlemlerdir. Bu önlemler arasında en önemli rolü bitkilerin tedavide kullanımı almaktadır. Tarihin eski devirlerinde insanlar yaşadıkları yerin çevresindeki bitkileri kullanmaktayken, sonraları komşu ülkelerle tıbbi bitki ve baharat mübadelesine başladılar. Daha sonraları bu uygulama denizaşırı ülkeler arasında da yapılmaya başlandı. Günümüzde tıbbi bitki ticareti mesafe tanımamaktadır. Güney Amerika'da yetişen kınakına kabuğu Avrupa'da sıtmanın kökünü kazımıştır. Yine aynı kıtada yetişen koka bitkisinden elde edilen kokain tüm dünyada uyuşturucu kullanımını yaygınlaştırmakta, Meksika'da yetişen bir bitki (Dioscorea) dünya hormon sanayiinin temelini atabilmektedir.
Modern tıbbın ve sentetik ilaçların bu denli gelişmesine rağmen bugün dünya nüfusunun %80'inin bitkisel ilaçlarla tedavi olması bitkilerin dünyanın önemli ilaç kaynakları olduğunu göstermektedir. Bitkisel ilaçların temel teşkil ettiği geleneksel tababet veya halk tababetinin kocakarı ilaçlarında olduğu gibi bir takım ayin veya dualara bağlı kalmaksızın tedavi yapmakta olması yüzünden kocakarı ilaçlarının mantıkdışı uygulamalarının bu tedavi sistemlerinde yeri yoktur. Bu sistemlerde kullanılan bitkilerin büyük bir kısmı kökenini kocakarı ilaçlarından almış olsa bile geleneksel tababet sistemlerinde sadece gerçekten etkili olanlar yerlerini korumuş ve günümüze kadar gelebilmiştir. Bu bitkiler üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda etkileri bilimsel olarak ispat edilebilmektedir.
Eczacıların temel kitapları olan farmakope veya kodekslere girmiş çok sayıda bitkisel ilaç hammaddeleri arasında sayabileceğimiz birkaç örnek şunlardır: Arap zamkı: En az 2000 yıldır hap yapımında yardımcı madde olarak kullanılmaktadır. Sinameki, Sarısabır ve Ravent: Müshil. Güzelavratotu: Spazm çözücü. Yüksükotu: Kalp kuvvetlendirici. Dereotu tohumu: Çocuklarda gaz sancılarını giderici. Çavdar mahmuzu: Doğumu kolaylaştırıcı ve antimigren. İpeka kökü: Balgam söktürücü. Meyan kökü: Öksürük kesici ve antiülser. Erkek eğreltiotu: Tenya düşürücü. Acı çiğdem: Gut ve lösemide. Söğüt kabuğu: Ateş düşürücü., vs.
Geçmişten günümüze yaptığımız yolculukta gördüğümüz gibi, zaman içinde kocakarılar dünya ve hayata hükmeden, şifa dağıtan ulu tanrıçalıktan, saygı görmeyen ve bu yüzden gizli sanat icra eden büyücü, şifacı ve düşükçüler haline gelmişlerdir. Uygulamaları ne denli akıl ve mantık dışı addedilse de kocakarılar ve sahip oldukları bilgiler bize geçmişten kalan kıymetli bir mirastır. Bu bilgilerin bugünün bilim süzgecinden geçirilmesiyle pekçok yeni ilacın ve tedavi şeklinin insanlık hizmetine sunulabileceği inancındayım.
KAYNAKLAR
1. M.Chamberlain, Old Wives' Tales. Their History, Remedies and Spells, Virago Press, London (1981)
2. New Larousse Encyclopedia of Mythology, Hamlyn (1981)
3. Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri, Bilgi Yayınevi (1985)
4. B.L.Bolton, The Secret Powers of Plants, Abacus (1974)
5. A.Sayılı, Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp, Atatürk Kültür Merkezi Yayını-Sayı: 47, Ankara (1991)