30 Mayıs 2007 Çarşamba

Erken Dönem Türk Edebiyatında Köylüler -I




/M. Asım Karaömerlioğlu
1930’lu yıllar Türkiye’sinde köy ve köylülük Cumhuriyet aydınları arasında hem büyük bir ilgi, hem de büyük bir endişe kaynağıydı. Bu ilgiyi aydınlar arasında giderek yaygınlaşan köycülük ideolojisinde görmek mümkündür. Köycülük bir ideolojik ve pratik söylem olarak Halkevleri faaliyetlerinde, yayınlarında; Köy Enstitüleri deneyiminde, toprak reformu bağlamındaki tartışmalarda açıkça görülebilir.2

Kısaca ifade etmek gerekirse, köycülük ideolojisi sınıf temelli ideolojileri yadsırken; durağan, toplumsal farklılaşmalardan arınmış bir ülke tahayyülünü savunmuş; bir taraftan tabandan gelebilecek potansiyel hareketlerin önünü kesmek için bir araç olarak düşünülürken, bir taraftan da büyük ölçüde tarıma dayalı bir ülkede milliyetçiliğe anti-sosyalist bir kitle tabanı oluşturmaya çalışmıştır. Köycülükle bir yandan Büyük Buhran’ın meşâkkatli zamanlarında tarımla geçimini sağlayan nüfusun taleplerini karşılamaya çalışırken, bir yandan da Türk köylüsünün muhafazakâr olduğu varsayımından yola çıkarak rejimin muhafazakârlığını pekiştirmeyi hedeflemiş, “gerçek” Türk’ü köylerde arayan bir efsaneleştirme sürecine esin kaynağı olmuştur. 

Birçok ülke ile karşılaştırıldığında edebiyatın Türkiye’de ne kadar önemli bir rol oynadığı gerçeği göz önüne alındığında köycülüğün entelektüel tarihini yazarken Türk edebiyatındaki köycü eğilimleri de göz ardı etmemek gerekir. Tek parti döneminde düşünce hayatına uygulanan sansür mekanizması yüzünden ideolojik görüşlerin savunulmasında ve yayılmasında edebiyatın görece önemli bir rolü olduğu muhakkaktır. Aydınlar arasındaki yaygın kanı, muhalif görüşleri ifade etmenin en iyi yolunun edebî eserler olduğu yönündedir. Ayrıca Türk aydınları, tıpkı Rus intelligentsiası gibi, edebiyatı ideolojik ve tarihsel görüşlerini ifade etmek, savunmak, yaymak için iyi bir araç olarak görüyordu.3

Bu eğilim, siyasî, tarihî görüşlere edebî eserler, özellikle de romanlar aracılığıyla bağlanan bir okur kitlesince de besleniyordu. Tek-parti döneminde yazılmış birçok roman ve hikâye seçkinlerin köylüye ve köy hayatına bakışı hakkında zengin ipuçları sunar bize. Türk edebiyatının çok sayıda yetenekli yazarı köy, köylülük, köy hayatı gibi konular üzerine yazmış; ancak eserlerinde genellikle Anadolu’daki hayat koşullarını yansıtmaktan çok kendi dünya görüşlerinin savunusunu yapmışlardır. Bu yazarlar arasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sabahattin Ali ve Memduh Şevket Esendal konumuz açısından üç önemli ve örnek teşkil edebilecek şahsiyetlerdir. Bu üç aydının, doğrudan köycü ideolojiye bağlı olduklarını ya da köycülük ideolojisinden esinlendiklerini söylemek mümkün olmasa da, onların köye ve köylüye yaklaşımlarını karşılaştırmak, tek-parti döneminde seçkinlerin köylüye bakış açısının izini sürmek açısından yararlı olabilir.

Cumhuriyet’in ilanından sonra köye yönelik edebî eserlerin sayısında bir artış olmuştur; ancak “köy edebiyatı” denen akım asıl olarak tek-parti döneminde değil, daha çok 1950’den itibaren önemli bir ivme kazanmıştır. Ancak, görece daha zayıf olmalarına rağmen, Cumhuriyet’in ilk döneminde yazılan eserler köy edebiyatı akımının daha sonraki gelişmesi için gerekli alt yapıyı hazırlamıştır. O nedenle tek-parti döneminde köy ve köycülükle ilgili eser veren; farklı üsluplarla, farklı bakış açılarını dile getiren bu üç aydını burada tartışmak yerinde olur.

Kemalist Bir Bakış Açısı: Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Köy edebiyatı akımının gelişiminde Cumhuriyet Türkiyesi’nin en önemli edebî şahsiyetlerinden biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yadsınamaz bir katkısı vardır. Yakup Kadri Kemalîzm’e sıkı sıkıya bağlı ve ideolojik, siyasî görüşleri açısından halkın çıkarlarından çok, devletle bürokrasinin çıkarlarını savunun, bunları dert edinen bir kişiydi. Bu iki özelliği, özellikle Ankara adlı eserinde açıkça görülür. Bu eserinde kurguladığı gelecekte, toplumsal ve siyasî hayatın her yönü devletin egemenliği altındadır. Onun gelecekteki toplum vizyonunda herkes devlet için çalışır; işçilerin hepsi kamu sektöründe istihdam edilir, toplumdaki uyumu ancak devlet sağlayabilir, iyi olan ne varsa ancak devletçe hayata geçirilebilir.4 İlginçtir, romandaki karakterler arasında eleştiri oklarına hedef olan kişi, makamına “atama”yla değil, “seçim”le gelen belediye başkanıdır.5

Bu yüzden Yakup Kadri’nin fikirleriyle yaklaşımının, zamanın bürokrasisinde egemen olan çevrelerin görüşlerini yansıttığını söylemek pek de yanlış değildir. İşte tam da bu yüzden, köy ve köylü dediğimizde Yakup Kadri’nin görüşlerini dikkate almak gerekir ki, bu temalar etrafında yazdığı en önemli eseri hiç kuşkusuz Yaban adlı romanıdır. Yakup Kadri 1889 yılında Kahire’de doğar. Daha sonra ailesi Manisa’ya yerleşir. 17. yüzyılda Batı Anadolu’ya yerleşerek büyük topraklar edinmiş, dönemin önde gelen sülalelerinden biri olan Karaosmanoğulları’ndan gelir. Karaosmanoğullarının nüfuzu sadece servetinden kaynaklanmaz. Sülalenin birçok üyesi Osmanlı’nın taşra örgütünde çeşitli bürokratik mevkilerde bulunur. Yakup Kadri gençlik yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati gibi ünlü edebiyat çevrelerinde yer alır. Ayrıca, batı edebiyatına da son derece aşina olan ünlü bir edebi şahsiyettir.6

Yakup Kadri Kurtuluş Savaşı’nda faal olarak yer alır, daha sonra bir taraftan edebiyat çalışmalarına devam eder, bir taraftan da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekilliği görevini yürüttür. Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşı, yönetici kadroların ünlü bir üyesi, Kemalîzm’in inançlı bir savunucusudur.7

1932’den 1934’e kadar Kemalizm’e kuramsal temeller kazandırmayı amaçlayan Kadro dergisini yayımlayan aydınlar arasında yer alır. Ancak, Kadro’nun Kemalizm’in kabul edilemeyecek bir yorumunu savunması nedeniyle dergi hükümetçe kapatılır. Yakup Kadri Kadro kapatıldıktan sonra günlük siyasetten uzaklaştırılmak amacıyla çeşitli ülkelerde diplomatik görevlere atanır.8

1960 askeri darbesinden sonra TBMM’nde yeniden siyasî hayata atılır (1964-69), 1974’teki ölümüne dek edebiyat eserleri vermeye devam eder.

Yakup Kadri’nin Yaban adlı eseri Cumhuriyet döneminde köylüler ve köy hayatına ilişkin yazılan ilk eserlerden birisidir. Eserin edebî niteliği bir yana, birçok tarihçi için Yaban, Türk romanının gelişiminde bir dönüm noktası olmuştur. Romanda Yakup Kadri Türk aydınlarına dikkatini köylülere, köy meselelerine çevirmeleri için çağrıda bulunur. Kemalist rejime, rejimi destekleyecek toplumsal bir taban olarak köylülerin değerini hatırlatır, bütün bu konulara gözlerini yuman aydınları eleştirir. İlk özgün köy romanı olarak anılan Yaban, yönetici seçkinler arasında büyük ilgi uyandırır. 1930’lu yıllarda köy meselelerine karşı gösterilen ilginin kısmen Yaban’ın yarattığı ilgiyle alâkalı olduğu ileri sürülebilir.9

İşte bu yüzden bu roman tartıştığımız  konu açısından özel bir önem kazanır. Yaban I. Dünya Savaşı gazisi, İstanbul’lu üst sınıf bir aileden gelen, savaştan sonra Anadolu’daki işgal nedeniyle Kurtuluş Savaşı sırasında küçük bir Anadolu köyünde yaşamak zorunda kalan Ahmet Cemal adındaki bir aydının hikâyesidir. Romanda Ahmet Cemal’in gözünden hem köy hayatı anlatılır, hem de Ahmet Cemal’in iç dünyası, ruh halleri betimlenirken belirli bir olay akışı çizgisi yoktur. Romanın başında Ahmet Cemal “gerçek” Türk milletini temsil ettiğini düşündüğü Anadolu insanıyla kaynaşacağına dair büyük beklentiler içerisindedir. I. Dünya Savaşı’nda ülkesi ve milleti için gösterdiği fedakârlıklara karşı köylülerden kendisine saygı duymalarını bekler. Köye gelirken içinde köylülerle iletişim kuracağına dair umutlar olsa da; köylülerin gözünde o bir “yaban”dan başka bir şey değildir. İşte böylece Ahmet Cemal daha ilk başta sukût-u hayale uğrar; Anadolu halkına, köy yaşayışına, her şeyden öte kendisine, yani Türk aydınlarına bağladığı umutları boşa çıkar. Romanın büyük bir bölümünde Ahmet Cemal’in köy halkıyla, özellikle de Kurtuluş Savaşı’na dair, hesaplaşmaları anlatılır. Köylülerle iletişim kurmak için gösterdiği bütün çabalar boşa çıkar. Romanın sonunda yaşadığı köy de işgal edilince köyü terk ederek, direniş hareketine katılmaya karar verir.

Yaban köycü akım içerisinde anılsa da kendine özgü bir yönü de vardır. 1950’den sonra Türk romanına, Türk hikâyesine hâkim olan köy edebiyatı akımında köy, köylüler genellikle olumlu bir bakış açısıyla anlatılır, hatta çoğu zaman köy hayatının bazı özellikleri yüceltilir. Ancak Yaban’da köye ve köylülere ilişkin farklı bir bakış açısı hâkimdir. Aslında Ahmet Cemal hem köylüleri, hem de köylülerin içinde bulunduğu toplumsal ve doğal ortamı küçümsemektedir. Ancak Yakup Kadri böyle bir betimlemeyi seçerken okurların köyün acı gerçeklerini göz ardı etmesi gerektiğini savunmaz hiçbir şekilde. Aksine, köyde hayat koşullarının ne kadar kötü olduğunu, okurların bir şeyler yapması gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır.

Yakup Kadri’nin Anadolu köyü betimlemesi durağan bir maddî ve toplumsal hayatı Anadolu köyünün temel özelliklerinden birisi olarak sunmaktadır. Ahmet Cemal’e göre köylüler “henüz bir sosyal yaratık haline bile girmemiş,” “yontulmamış taş devrindeki” yaratıklar gibidir.10

Bu noktada yazar o günün köylüleriyle binlerce yıl önce yaşamış köylüler arasında herhangi bir fark görmez. Bu köylüler “tarihi olmayan bir halk” gibidir; çünkü köyleri tıpkı “Hitit harabeleri”ni andırır, insanlar “toprak altından henüz çıkarılmış kırık dökük heykellerden” farksız gibi görünür. Köylülerin zaman ve mekân kavramlarından yoksun olduklarını, Anadolu’nun bağrındaki bir köyün “donmuş bir konak” tan başka bir şey olmadığını ileri sürer Ahmet Cemal.11

Yakup Kadri’nin “Yaban”ı bu düşmanca, donmuş, durağan, ilkel, çirkin köyde kendini “Robinson Crusoe” olarak görmeye başlar. Köydeki evi ona “ıssız bir ada” gibi gelir.12 Köylü denen bu “mahlûkun” bir ruhu varsa bile, bu ruhun izlerini nasıl sürebileceğini bilemez Ahmet Cemal. “Türk köylüsünün ruhu, durgun ve derin bir sudur” diye yazar Yakup Kadri. ”Bunun dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı, bir balçık yığını mı, bir yumuşak kum tabakası mı? Keşfetmek mümkün değildir.”13

Onun yarattığı karakter ne köylüleri anlamayı becerebilir, ne de onlarla iletişim kurmayı. Köylülerin ne düşündüklerini, hatta neden bahsettiklerini bile anlayamadığını itiraf eder kendi kendine. Ancak, ilginçtir, Ahmet Cemal’in anlayamadığı şey köylülerin, basit de olsa, kendileri için önemli olan iktisadî hayatı, iktisadî faaliyetleri, kısacası hayatta kalabilme mücadeleleridir. Bütün bunlara karşı Ahmet Cemal’in kayıtsızlığının nedeni ise sürekli dönemin askerî, siyasî tartışmalarıyla, Kurtuluş Savaşı’yla ilgilenmesidir.14

Yakup Kadri aşağıdaki satırlarda köylüleri en açık biçimde hâkir görür: Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak... Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim.15

Yazarın köylülere karşı tavrını köylü kadınları ve aşkı betimleyişinde de gözlemleyebiliriz. Ahmet Cemal’e göre köylü kadınlar doğası gereği gerçekte “namert ve kancık” dır.16

Kötü kokarlar, zarafetten yoksundurlar. Köylü kadınlarla sevişilemez bile. Hayvanların nasıl seviştiğini tahmin etmek bile köylülerin nasıl olup da seviştiğini tahmin etmekten daha kolaydır. Hatta köylülerin nasıl seviştiğini tahmin etmek imkânsızdır ona göre.17

Yakup Kadri köylülerin nesnel ve tarihî cehaletinden başka onları bir de Kurtuluş Savaşı’na karşı kayıtsız kalmakla, bu konuda da cahil olmakla suçlar. Yakup Kadri’nin köylülere yönelttiği bu suçlamadan yola çıkarak köylülerin milliyetçilik konusunda da cahil oldukları sonucunu çıkarabiliriz. Savaş söz konusu olduğunda köylülerin yüreklerini acıtan tek şey askere alınma korkusudur.18

Aslında köylülerin bu korkusunda hiç de şaşılacak bir şey yok; çünkü Türk  köylüsü 1911’den beri neredeyse sürekli savaş meydanlarındadır ve artık bitap düşmüştür. Her ne kadar Yakup Kadri’nin kahramanı bu gerçeği anlayabilecek bir kişilikse de, öyle görünüyor ki, bu sefer cahillik etme sırası ondadır! Köylüler milliyetçiliğe değil de batıl inançlara, dine bağlılık gösterdiği için Yakup Kadri de onların içinde bulunduğu şartlara kayıtsız kalır; onları anlamaya çalışmaktansa onlara öfkelenmekle yetinir sadece. Köylüler, köye gelen bir tarikat şeyhine büyük bir saygı gösterip, ondan korkunca Ahmet Cemal çılgına döner.19

Kemalist gözlemcimize göre köylülerin bu tür inanışları onların ne kadar cahil olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Ancak, yüzyıllardır kendilerini farklı tanımlamış, milliyetçiliğe uzak olan bu köylüler nasıl olur da birden bu “yaban”ın vatan kavramına, Türklük kavramına bağlanabilirler? Yakup Kadri aslında Türk köylülerinin kolay kolay milliyetçi olamayacaklarının farkındadır. Ahmet Cemal bir gün köylülerden biriyle konuşurken köylü kendisini Müslüman olarak tanımlar, ama Türk olarak görmeyi reddeder.20

Aynı şekilde, Yakup Kadri yabancı güçlere karşı kazanılacak bir zaferin milleti değil, sadece işgal altındaki toprakları kurtaracağını; çünkü “millet” denebilecek bir Türk milletinin henüz var olmadığını iddia eder. 21

Yine de Yakup Kadri’ye göre geri kalmışlıkları, düşmanlıkları, milliyetçiliğe karşı gösterdikleri kayıtsızlık için suçlanması gereken köylüler değildir. İlginçtir, köylülerdeki bütün eksikliklerin sorumlusu aydınlardır. Yaban’ı bu kadar ilginç ve önemli kılan şey işte Yakup Kadri’nin iletmeye çalıştığı bu mesajdır:

“Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksun insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimde de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin ve yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakta kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”22

Yaban’da ortaya konan sadece köylülerin geri kalmışlığı, cehaleti değil, aynı zamanda köylülerle dönemin aydınları arasındaki inanılmaz uçurumdur. Yakup Kadri Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan milli felaketlerin bile köylüyle milliyetçi aydınları birleştiremediğini itiraf eder. Aksine, bu uçurum köylülerin cehaleti ve Anadolu’nun işgali sırasında zaman zaman işgalci kuvvetlerle işbirliği yapmaları nedeniyle daha da derinleşmiştir.23

Yaban hem bu uçurumu, hem de bu uçuruma neden olan köylülerle aydınlar arasındaki yabancılaşmayı çok iyi bir biçimde gözler önüne serer:

“Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk "entellektüel" i, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki, hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile etrafında hasıl olan boşluk, soğuk ve itici acayip nebat olduğunu bildiriyor. Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır, bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark, bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.24

Yaban’dan sadece Türk aydınına yöneltilmiş çarpıcı bir eleştiriymiş gibi söz etmek haksızlık olur. Yakup Kadri’nin aydınların, bürokrasinin ateşli bir savunucusu olduğunu da hatırlamakta fayda var. Aydınlara bütün bu eleştirileri yöneltirken yine de onlara ülke adına bir misyon yükler. Bu yüzden Yaban Türk aydınına Türk köylüsünü özgürleştirmesi, “aydınlatması”,köylülerle arasındaki uçurumu yok etmesi, köylüleri gerçek Türk vatandaşlarına dönüştürmesi, böylece genç Türkiye Cumhuriyeti’ni yüceltmesi için yapılan bir çağrıdır da. Peki aydınlar bu misyonu nasıl yerine getirecektir? Bu soru Yakup Kadri’nin de dönemin köylücülerinin de yaşadığı endişeleri yaşamasına neden olur. Ona göre aydınların köylülerde arayıp da bulamadığı her şeyin toplumsal ilişkilerle değil de şu ya da bu biçimde köylülerin doğaya, çetin doğa koşullarına karşı hiç de eşit olmayan şartlarla yürüttükleri savaşla ilgilidir.25

Yaban, köylü üretiminin geri kalmışlığı, eskimiş tarım teknikleri, köylülerin doğal koşullara karşı koymadaki beceriksizliği, vs. gibi Anadolu’nun o dönemdeki sorunlarını da ortaya koyar. Kısacası, yüzyıllardır doğanın acımasızlığı altında ezilen köylüler için yapılması gereken doğaya egemen olabilecekleri koşulları sağlamaktır. İşte aydınlar, köylülere ancak bu koşulları sağlamakta yardımcı olabilirler. Yayımlandığı zaman Yaban hakkında yazılan eleştirilerin hemen hemen hepsinde romanın vurguladığı en önemli mesaj doğaya egemen olma ve tarım tekniklerinin geliştirilmesi gerekliliğidir.26

Yaban’ın önemine ilişkin yürüttüğümüz tartışmayı noktalarken kanımca bazı noktaların altının çizilmesi gerek: Yaban her şeyden önce resmî olarak “milletin efendisi” olarak yüceltilen köylülerin.27 içinde bulundukları acı koşulların bir manifestosu, bir itirafıdır. Ayrıca Türk aydınına  köylere gitmeleri, köylülerin akıllarını, yüreklerini kazanmaları için yapılan bir çağrıdır. Romanın iletmeye çalıştığı mesaj Türkiye’nin gelişmesinin, Türk milliyetçi ideolojisinin geleceğinin Türk köyünün dönüştürülmesine bağlı olduğudur. Yakup Kadri’ye göre bu amaçlara ulaşmanın önündeki en önemli engel Türk aydınlarıdır. Çünkü Türk aydını Türk halkının, özellikle de Türk köylüsünün gerçeklerine gözlerini kapamıştır. Bu bakımdan roman bir Türk aydınının hem kendisine hem de Türk aydınlarına yönelttiği sert bir özeleştiridir. Burada toplumsal ve ekonomik sorunların kökeninde toplumsal sınıfları değil de, aydınları gören köycü anlayışın temel özelliğiyle karşı karşıyayız. Yakup Kadri’ye göre Türk aydını Türk köyündeki sorunların hem kaynağıdır, hem de çözümü. Romanın 1932 yılında yayımlandığını düşünürsek, Yaban Anadolu köylüsünü rejime kazanmak adına yürütülen seferberlikte en önemli araçlardan biridir. Yakup Kadri Anadolu köyünü romantik bir biçimde betimlemeyerek, hem iyi, hem de kötü olan her şeyin kaynağı olarak aydınları işaret ederek, dönemin köycü söylemine önemli katkılarda bulunmuştur; benzer kavramlar hem 30’lu hem de 40’lı yıllarda köycülerce sık sık kullanılmıştır.
-Devam Ediyor-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder