Seyfettin (Selfettin) Yılmaz'a ait köyümüzün İLK-TEK-SON değirmeni.
Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk, Şubat 1924 yılında kendisiyle röportaj yapan Fransız gazeteci Maurce Perno’nun “- Yeni Türkiye’nin siyasetinde dine aykırı hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak mı?” şeklindeki sorusuna; “-Siyasetimizi, dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz. Türk Milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum.” Diye cevap vermişti.
Yine Ankara Orman Çiftliğinde muhtelif konularda yapılan görüşmeler sonunda Asaf İlbey Efendi Atatürk’e; “- Paşam din hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum” der. Atatürk: “- Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur.” Cevabını verir.
Din nedir?
Mademki din vardır ve gereklidir, o halde din nedir? Onun tarifini yapmaya çalışalım. Din, genel bir ifade ile “Yaratıcı tarafından konulmuş ilahi kurallar bütünüdür.” Bir başka ifade ile din, Allah’ın Peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirdiği, dünya ve ahiret mutluluğu için konulmuş bir düzendir. Ve sadece bir nasihat ve öğütten ibarettir. İyiliği emreder, kötülüğü yasaklar. İsteyen uyar, istemeyen uymaz. Ancak, herkes kabul ettiğinin sonucuna katlanır. Yani iyilik eden iyilik, kötülük eden kötülük bulur. Demek ki din bize, dünyada nasıl yaşarsak mutlu olabileceğimizin yollarını öğretir.
Niçin İbadet Ediyoruz?
Dinin koyduğu kurallardan birisi de “ibadet etmek” tir. İbadet, yalnızca Namaz, oruç, hac,
Zekât ve Allah’ın varlık ve tekliğine, Peygamber(sav) O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik etmek değildir. Bizim namazı kıldığımız gibi, namazın da bizi kılması gereklidir. Yani yapılan ibadetlerimizin hayatımıza yansıması gereklidir. Yunus’un dediği gibi “ Eğer bir gönül kırdıysak, kıldığımız namaz, namaz değildir.”
Zekât ve Allah’ın varlık ve tekliğine, Peygamber(sav) O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik etmek değildir. Bizim namazı kıldığımız gibi, namazın da bizi kılması gereklidir. Yani yapılan ibadetlerimizin hayatımıza yansıması gereklidir. Yunus’un dediği gibi “ Eğer bir gönül kırdıysak, kıldığımız namaz, namaz değildir.”
İbadet, kelime anlamı olarak “Yüce Allah’a itaat etmek, boyun eğmek” demektir. İman ve ibadet konusunda ancak akıllı kimseler sorumluluk altındadırlar. Reşit olmayanlar ve akılsızlar dinin icaplarından muaftırlar. Onların mesuliyetleri yoktur. Her kim akıl sahibi ise insanca yaşamak zorundadır ve bu bir ibadettir. Allah’ın kulu olarak onun hoşnutluğunu kazanmak için yapılan her davranış ve söylenen her söz bir ibadettir.
Bizi mükemmel bir şekilde yaratan, yaşatan ve hayatımızı sürdürmemiz için gerekli her şeyi bize bahşeden Allah’tır. Dünyaya gelmeden bile sayısız nimetlerin kapıları bizim için açılmaktadır. Bize verilen nimetleri saymaya kalksak Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile saymakla bitiremeyiz. “Hâlbuki Allahın nimetlerini teker teker saymaya kalksanız, sayamazsınız.”(Nahl, 16/18). Allah’ın bize verdiği bu nimetlerden dolayı O’na şükretmek, O’nu tanımak, O’nun kulu olduğumuzu hatırlamak vazifemiz değil midir?
Yapılan her ibadet insanın inancını kuvvetlendirmekte, ahlaken yüceleştirmekte, insanı manen olgunlaştırmakta, insanlar arasında kardeşlik duygularını geliştirmekte, insanı küçülten duygulardan, kötü alışkanlıklardan uzaklaştırmakta, insana huzur ve mutluluk getirmekte ve en önemlisi hayatın çeşitli güçlüklerine karşı dayanma gücü ve direnme azmi kazandırmaktadır.
Gelelim Köylümüze.
Köy, sözlüklerde “oturanlarının çoğu çiftçilik, çobanlık ve orman işleriyle geçinen, kasabalardan küçük, kırsal yerleşim yerleri” olarak tanımlanmaktadır. Köylü denince akla hemen “toprakla uğraşan insanlar” gelmektedir.
Günümüzde ülkeler sosyal, ekonomik ve siyasal yapıları bakımından çok farklılıklar göstermektedirler. Zengin ve problemi az olanlar “gelişmiş”, fakir ve problemleri büyük olanlar “geri kalmış” bu ikisinin ortasında olanlar ise “gelişmekte olan ülkeler” diye adlandırılmaktadır. Bizim ülkemiz de ortadaki sınıfa dahildir. Yani, gelişmekte olan bir ülkeyiz.
Gelişmenin ifadesi kalkınmadır. Kalkınma, kişi başına düşen milli gelirin artması demektir. Milli geliri kim artırır? Bu soruyu şöyle cevaplayalım. Bir ekonomide üç temel sektör vardır. Bunlar, tarım, sanayi ve Hizmetler sektörüdür. Tarım ve sanayi bir ülkenin üretken sektörüdürler. Hizmetler sektörüyle gelir elde edilir ama bu gelirler seyyal olduğu için her an sağa sola savrulabilir.
Burada yaşanan sıkıntı tarım ve sanayi arasında öncelik sorunudur. İlk zamanlarda bu tartışma sanayi lehine sonuçlanmış, kalkınma için sanayinin önceliği ele alınmış, tarım sektörü ikinci plana itilmiş, böylece üvey evlat muamelesi gören tarım kesimi yoksullaşmış, köylü tarlasını, çiftini çubuğunu terk edip kendi işinin patronu olmak varken sanayi kesiminin işçisi olmak için kentlere yığışmışlardır.
Ve şimdi de Avrupa Birliği dayatmaları ile ekonomimiz çalkalanmaktadır. Sanayiye öncelik vererek tarımı çökerttik, şimdi sıra sanayi ve hizmet sektörü arasında yaşanan öncelik sorunuyla hizmetler sektörünün alıp başını gitmesi ve sanayimiz de aksak ve topal bir hale gelmesidir. Ve geriye, başkalarının ürettiğini alıp satan bir hizmetler sektörü ya da halk tabiri ile “hizmetkârlık” kalıyor.
Köylü Milletin Efendisidir.
Ne hizmetler ne de sanayi sektörü birer üreticidir. Asıl müstahsil tarım kesimidir ve bu işle uğraşan köylüdür. Tohumu toprağa atan, bir tohumdan 10–20–30 tohum elde eden köylü gerçek üreticidir. Başkalarının ürettiğini, alıp getiren, işleyip paketleyen ve satana üretici denmez. Hizmetli, uşak ya da hizmetkâr hatta halayık denir.
Öte yandan, doğal kaynaklar kıt değildir. İnsanların ihtiyaçları da sonsuz değil aksine sınırlıdır. İnsanları açgözlü ve haris bir ruhla yetiştiren soyguncu zihniyetler karşısında ülkemizin tek umudu köylülerimizdir.
Hâlihazırda sanayi öncelikli bir kalkınma modeli altında köylü, ekonomiye bir yük oluşturmaktadır. Tüm zorluklara karşı direnerek ürettiğinin ve emeğinin karşılığını alamayan köylü üzüntülüdür, sıkıntılıdır. Bu onun kalite kaybı demektir. Bu onun yoksullaşması demektir. Zaten kesin ve düzenli bir gelir kaynağı yoktur köylünün… O, tohumu toprağa serper. Gerisi Allah’a kalmıştır. Lütuf sahibi yüce Allah verir ona hak ettiğini ve alır bunu götürür pazara. Burada iş insanlara kalmıştır. İster alırlar istemezlerse almazlar. Alırlarsa da az para verirler. Hatta köylü ürününü satarsa da KDV öder, alırsa da KDV öder.
Sonuç olarak, gerek devletlerin ekonomi politikaları gerekse doğanın belirsizlik koşulları karşısında köylünün sığınacağı tek liman dindarlıktır. Nasıl ki dünya da yapayalnız kaldığımız bir zamanda dinin bize verdiği “gazilik ve şehitlik” mertebelerine nail olmak için bütün gayret ve say’imizle bu Türkiye Cumhuriyetini bir İmparatorluğun küllerinden meydana getirmişsek, yine aynı azim ve gayretle bu kötü gidişe bir dur diyecek, yine hiç kimseye muhtaç olmadan yaşayacak hür bir ekonomiye kavuşacağız. Bunun için, Atamızın dediği gibi, milletin efendisi, gerçek üretici köylümüz, yine Atamızın ifadesiyle “daha da dindar olmak zorundadır.” Tüm bu zorluklarla mücadele edebilmek, hakkını koruyup kollamak, haksızlığa karşı koymak hep sabır ve azimle yapılacak işlerdir. Bu gücü de ona dindarlığı sağlayacaktır.
/Çetin KOŞAR
03.05.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder