16 Mayıs 2007 Çarşamba

Yaman Ayrılık Ölüm


Rabbim, nihayet sana itaat edeceğiz.
Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
belki her sabah vakti, belki gece yarısı,
artık nefes almayı bırakıp gideceğiz.
Ben artık korkmuyorum, her şeyde bir hikmet var.
Gecenin sonu seher, kışın sonu da bahardır.
Belki de bir bahçeyi müjdeliyor şu duvar,
birer ağaç altında sevgilimiz, annemiz.
Gece değmemiş sema, dalga bilmeyen deniz,
en güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz.
/Ziya Osman SABA
  
Ömr-ü hayatımda bir insan ölümüne ilk şahitliğim başka bir deyişle, ölüm olayını ilk idrak edişim anneannemin ölümüyle olmuştu. İletişim olanaklarının o kadar yoksun olduğu 1960’lı yılların sonlarına doğru “kara haber” nasıl olmuşsa köyümüze kadar“tez” ulaşmıştı. Annesinin cenazesine giden annemizin nereye gittiğini soran komşularımıza sevinçle(!) “Ninemiz ölmüşte O’nun cenazesine gitti” cevabını veriyorduk. Sonrasında (bilmem kaç gece sürdü bu) rahmetli anacığım her gece yatağına girdiğinde, sessiz sessiz ağlar, bazen dayanamayıp “Ana sus! Yeter bu kadar ağladığın, artık üzülme” diye yalvarır ve o da “ben üzülmüyorum yavrularım” der, susardı. “Çocuklarım üzülmesin” diye bize gözyaşlarını hiç göstermezdi. Hem aile büyüklerinin yanında da ağlanmazdı.

Çocukluk ve gençlik yıllarımızda ölüm bizlere çok uzaktı. Köydeki yaşlılarımız birer ikişer terk-i diyar eyledikçe ve buna “beklenen sırası bozulanlar” da eklenince ölümün “gerçek yüzü” zamanla kendini göstermişti. Sık sık duymaya başladığımız “cenaze salaları” ve caminin çevresini dolduran “mezarların tarlalara taşması” ve en acısı da “ateşin ocağımıza düşmesi” belki bizi uyandıran son uyarı olmuştu.

Hastalık ve Ölüm
Eski yıllarda tıp ve ulaşım olanakları elbette bu kadar gelişmiş ve yaygın değildi. “Hasta olan iniler.” Hesabı eğer kişi hasta ise yatağına yatar, ateşti ağrıydı ne mevcutsa hepsini inim inim inleyerek çeker, birkaç koca karı ilacı ile çare aranır, durulur, başka bir şey yapılamazdı. Hastanın durumu uzaktan izlenir umutsuz bir gelişme olursa ve eğer imkan varsa doktora gidilir; Zaten o günün imkanlarında da doktorun da yapacağı pek bir şey olmadığından “evinde huzur içinde” ölmesi tavsiye edilirdi. Oysa şimdi durum bambaşka olmuştur.

Her alanda teknolojik gelişmeler sağlanmış, toplu insan ölümlerine neden olan nice salgın hastalıkların kökü kurutulmuştur. Ancak, bu teknoloji, bunların kökünü kuruturken, şimdi, baş edemeyeceği nice yeni hastalıkların ortaya çıkmasına da yol açmıştır; Doğal yaşam alanları azalmış, sanayi devrimiyle hayata kazandırılan bazı kolaylıklar insanların idam fermanı olmuştur. Katkılı gıdalar, kirli bir çevre, gelecek korkusu…

Eskiler doktor, ilaç nedir bilmezlerdi. Çünkü her şey doğal seyrindeydi. Ne zaman bu denge alt üst edildi işte o zaman, belli yaştan sonra insanlar doktor-ilaç-hastahane kısır döngüsüne girdiler; Kulanılan bir ilaç başka bir hastalığın davetçisi olmaya başladı. Gelişmiş uygar ülkelerin ana geçim kaynaklarından birisi de “silah sanayinden” sonra “ilaç sanayii” olunca, ürettiğimiz halis tereyağını kendi ekmeğimize sürüp yemek varken çaresizlikten ilaç firmalarının ekmeğine sürmeye başladık. Bunu kabul etmekten başka seçeneğimiz de yoktu. Altı ay süreyle 21 günde bir Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesine ilaç tedavisi için gidip gelmekten iyice bezmiş olan rahmetli anacığımla bir gün, kontrol için geldiği Fakülte hastanesinin koridorunda karşılaştığımız Selahattin (ŞEN) dayının şu sözünü hiç unutmuyorum; ”Güllü gelin bu yaştan sonra bizim gideceğimiz yer belli; doktor, eczane ve hastahane. Başka nereye gidebiliriz ki?” Evet hastaysak çaresini arayacağız.

Köyümüzde Takdir-i İlahi Sonrası Yapılan İşler
Tıbbın bittiği yerde devreye inanç mimarları girmektedir. Eğer hastanın durumu ağırlaşmış ve yapılacak bir şey kalmamışsa, hoca çağrılır, son nefeste Kur'an ile gitmesi için hocaya kuran okutulur. Ölüm yaşlılar için doğal karşılanır, çocuk ve genç ölümleri derin iz bırakırdı. Bu gibi durumlarda yani genç ölümlerinde ölünün arkasından destan yazma geleneği vardı. Ki bu durum, en güzel ifadesini Yunus Emre’nin şu mısralarında buluyordu; “Şu dünyada bir nesneye /Yanar içim, göğnür özüm /Genç iken ölenlere /Göğ ekini biçmiş gibi..

Ölen kimsenin vücudu kasıldığı için ağzının açık kalmaması için bir bez parçasıyla ağzı; bacaklarının düz durması için ayak başparmakları bir birine bağlanır. Cesedin üzerine şişmemesi için bir bıçak ya da ayna konur. Ölüm olayı yakın köylere sela, uzaklara telefon, telgraf veya özel ulak ile bildirilir. Cenaze genelde, ertesi gün gömülür. Bundan maksat uzakta olan hısım ve akrabalarının gelebilmesi içindir.  Genellikle öğle namazı sonrası, yakınların yetişememe durumunda ikindi namazından sonra defin işlemi olur. Ölüye dargın olanlar dahi cenaze törenine katılır.

Ölünün başında ağıt yakılır. Ağıtlarda sınır olmaz. Ölenin ardından iyiliklerinden, yaşadıklarından gelişigüzel sesli olarak bahsedilir. Bunu genelde kadınlar özellikle kız evlatları yapar. Cenaze evinin yönetimi komşulara kalır. Bunlar ölü sahiplerini teselli ederken gelenini gidenini ağırlar, uzaktan gelenlere yemek verirler. Ölünün hazırlanması, yıkanması, kefen alınması, mezar kazılması vb. gibi cenaze önce ve sonrası işlerle hep komşular uğraşır.

Yıkanıp sala(Cenazeyi taşımak için hazırlanmış dört kollu tabut) ile musallaya konan mevtanın yüzüne isteyen bakabilir. Cenaze, namaz için Camiye ve defnetmek için mezarlığa bu sala ile taşınır. Cenaze salası omuzlarda taşınırken bazen tekbir getirilir ya da susulur. Salayı taşımak isteyenler ön kollardan birini tutar yeni gelen olduğunda kendi arka kola geçer. Üç-beş adımda bir bu değişiklik sürekli yapılır. Ceset özenle hazırlanan mezara kefenle konur. Ceset gömülürken Kur'an-ı Kerim okunur. Mezar toprakla örtülürken de 3-5 kürek toprak atan küreği bırakır, böylece herkesin mezara toprak atması sağlanır. Rahmetli olan kişinin ölmeden önce, cenazesinde salasının üstüne örtülmek üzere alıp kenarda tuttuğu halısı veya kilimi defin işleminden sonra salayla birlikte Köy Camisine bağışlanır.

Önceleri, köyün ortak mezarlığı (Gelemet Mezarlığı) kullanılırken günümüzde Kayış Yeri Mezarlığına ilaveten köy içinde, mevtanın vasiyeti de dikkate alınarak yer yer aile mezarlıkları oluşmaya başlamıştır. Defin akşamı ölü evinde Kur'an okunur. Belli aralıklarda (7’si (Haftası), 40’ı (kırkıncı günü ve 52’si (52.Haftası; Sene-i Devriyesi) mevlit okutulur. Ölü yakınları uzun süre yalnız bırakılmaz, sık sık ziyaret edilir. Bu arada önceden planlanan düğün ve eğlence merasimleri cenaze nedeniyle bir süre ertelenir, cenaze defnedileceği gün köyde işler askıya alınır, köy yerinde suskun bir hava hakim olur.

Ölüm Nedir?
“Ölüm, bir canlı varlığın, hayati faaliyetlerinin bir daha geri gelmemek üzere sona ermesi durumudur.  İnsan hayatının tamamen tükenmesi olan ölümle hukuki şahsiyet (kişilik) de sona erer. Spiritüalizm’de ölüm dezenkarnasyon terimiyle ifade edilir ve “ruh ile fizikî beden arasındaki ilişkinin kesin olarak kesilmesi” şeklinde tanımlanır.” “Ölüm, yaşamanın karşıtı değil, yaşama karşın hep var olan ve beraber olduğumuz bir olgudur. Bir canlı dünyaya gelirken ölümü göze alarak gelir. Tıpkı bir aşkta ayrılığı göze almak gibi.  Ama yaşarken ölümü düşünmeyiz, korkmayız ölümden. Çünkü er ya da geç gelecektir. Tüm bu imgelemlerin dışında sonsuz şeylerin varlığı ölümü anlamsız kılar. Çünkü ölüm, bir şeyin yok olması değil dönüşmesidir.”

Halk dilinde ölüm hakkında “göçmek”, “öbür tarafa gitmek”, “terk-i diyar eylemek”, “tahtalıköyü boylamak”, “İmamın kayığına binmek”, “rahmetli olmak”, “vefat etmek”, “toprak olmak”, “hakkın rahmetine kavuşmak”, “hakka yürümek” vb. gibi tanımlar kullanılırken, Ölen için de “ölü”, “cenaze”, “rahmetli”, “merhum”, “mevta”, “vefat etmiş olan” vb. adlar kullanılmaktadır.

Öte yandan ölüm kelimesi üzerine birçok deyimlerimiz de vardır. “Ölü gibi = Hiç kımıldamadan”, “Ölümü öp / Ölümü gör= Bir konuda karşısındakini ikna etmek için kullanılan yemin sözü.” “Ölü gözünden yaş ummak= Hiç olmayacak yerden, mümkün olmayan durumda yardım veya destek beklemek.” “Üzerine ölü toprağı serpilmek= derin uykuda olmak”

Mevlana Celaleddini Rumi’de Ölüm; Şeb-i Arûs" (düğün gecesi)
“Kur'ân-ı Kerîm'de "Her canlı (nefis) ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz," (Ankebût, 29/57) âyetiyle ölümün her canlı varlık için mukarrer olduğu belirtilir. "Biz Allah'a aidiz ve yine O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) âyeti de ölümü bir yok oluş değil; insanın aslına rücûu, Allah'a kavuşması, gerçek hayatı ve ebedîliği kazanması olarak niteler. Hz. Peygamber'in: "Müminler kafiyen ölmezler Ancak fânî bir âlemden, bakî bir âleme intikâl ederler." hadisi de aynı muhtevadır. Bu yüzden Mevlânâ, ölüme kara gözlüklerle bakmaz.(…)

Mevlânâ; tabiî ölümü de bu hayattan ayrılıp, ölümü olmayan ebedî bir hayata ulaşma olarak niteler. İnsan genel anlamda iki unsurdan mürekkeptir: Ruh ve beden. Ruh mücerrettir. Zamana ve mekâna bağlı değildir. Bu itibarla ölümsüzdür. Ruh bu sıhhati Cenâb-ı Hak'tan almıştır. Hayy ve Bakî (diri ve ebedî) sıfatlarının sahibi olan Yüce Allah, kendi ruhundan insanlara ruh üfürmüştür (Hicr, 15/29). Bu sebeple ölüm ile bedenin yok olması, Cenâb-ı Hak İle insan arasındaki perdenin kalkmasıdır. Nitekim bir fizik kanunu olarak hiç bir varlık yoktan var olmaz, var ise yok olmaz; ancak bir hâlden diğer hâle geçer. Dolayısıyla ölünce beden kafesinden çıkan ruh, aslına rücû eder.

Mevlânâ bu fikirleri: "Ölüm kavuşmadır; cefa etmek, kin gütmek değil" (Rubailer, 38);"Ölürsem ben, öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, dirildim; dost aldı, götürdü beni." (Rubailer, 100) sözleriyle dile getirirken, kendisinin bu âlemden ayrıldığı geceye de"şeb-i arûs" (düğün gecesi) denilmiştir.

Mevlânâ'nın şu gazeli onun ölümle ilgili düşüncelerinin en veciz ifadesidir: "Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit bir şüpheye düşme. Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem, işte o zaman yazık yazık demenin sırasıdır. Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır. Beni kabre indirip bırakınca; sakın elveda, elveda deme. Zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir. Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan gelir ki? Sana batmak görünür; ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür; ama o, canın kurtuluşudur. Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun? Hangi kova kuyuya salındı da, dolu dolu çıkmadı? Can Yûsuf u ne diye kuyuda feryad etsin? Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Zira senin hay u huyun, mekânsızlık âleminin fezasındadır."'8

Uyku ve uyanmak ile, mademki her gün ölümün bir benzerini yaşıyoruz, o halde bundan ders alıp, ölümü karşılamaya hazırlanmalıyız: "Ölüm için ihtiyat gerekir. Akıbeti, haşrı görenler için de zevk u safa. Ölümü Yûsuf gibi gören, canını feda eder. Kurt gibi görense, doğru yoldan ayrılır. Ölüm, herkese kendi rengindedir. Saf ayna iyiyi de kötüyü de gösterir. Güzel yüz aynada güzeldir, çirkin yüz de çirkin. Sen ölümden korkup kaçıyorsun. Bil ki seni asıl kendi çirkinliğin korkutmada. Gördüğün kendi çirkin yüzün, ölümün yüzü değil. Canın o suretten ürktü. İyi de, kötü de senden yetişmiştir. Çirkin de, güzel de kendi elinle kazandığındır." (Mesnevi, III/ 3458-65) Sen müminsen, tatlı isen; Ölümün de mümin olur. Kâfir ve acı isen, ölümün de kâfirdir." (Ariflerin Menkıbeleri, II/12)

Mevlânâ; insanların ölüm gerçeğini görüp, dostun huzuruna eli boş çıkmamalarını, ebedî hayat için hazırlık yapmalarını öğütler: "Hiç bir ölü, Öldüğü için hasret çekmez. Ancak tâatinin azlığına yanar. Yoksa Ölen kimse; kuyudan ovaya çıkmış, zevk u safa meclisine ulaşmıştır. Bu daracık matem yurdundan ferahlayıp, geniş bir ovaya göçmüştür. Orası doğruluk yeridir, orada yalan yoktur. Ayranla sarhoş olan, has şarabı ne bilsin? Orası öyle bir doğruluk yurdudur ki, Hak onlarla beraberdir. Su ve çamurdan (bedenden) kurtulmuş, nur ile dostturlar. Bu hayat için bir iki nefesin kaldı. Bari gayret et de, ercesîne öl." (Mesnevi, V/1774-79) "Hayat îmânla ebedîdir. Yoldaşın îmân olursa ölmezsin." (Mesnevî, III/3399) Mevlânâ; iradî ölüm, zarurî ölüm, ölüm korkusu ve ölüme hazırlığı şu iki mısrada özetler: "Aşksız olma ki ölmeyesin. Aşkla öl ki diri kalasın." (Rubailer, 181}” (www.mevlana.ws)

Hz. Mevlana’nın ölüme bakışını ve bize verdiği öğütleri burada noktalarken sözümüzü de şu güzel bir sözle bağlayalım. “Kim aramış kim bulmuş dertlerine çare, Ölüm Allah'ın emri ayrılık olmasaydı.” Evet, zannederim ölüm karşısında bizi zora sokan tek şey AYRILIK. “Her bir dertten âlâ, yaman ayrılık.”

/Çetin Koşar
16.05.2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder