5 Nisan 2007 Perşembe

"Köylü Milletin Efendisidir." Ne Demek?





1. GÖRÜŞ
 Tarım ile uğraşmak, insanın geçimini tarım ile sağlaması birçok kolaylığı birlikte getirmektedir. İnsanın ihtiyaçlarını karşılaması açısından tarımla uğraşan kişi bu ihtiyaçlara doğa'ya yakınlığından kolayca çözüm bulabilmektedir. Üstelik tarımla uğraşan 'köylü' nün sınırsız ihtiyaçları bulunmamaktadır. Buna mukabil, şehir insanın ihtiyaçları da istekleri de sonsuzdur. "köylü" nün mevcut ihtiyaçlarını yerine getirebilmesi, özellikle söz konusu ihtiyaçların kaynağına birebir sahip olması, (sahip olmasa bile o kaynaklara yakınlığı) kapitalizme en baştan muhtaç olmamasını ortaya çıkarır. Lakin işleyen düzen ve Türkiye’nin sahip olduğu kaynaklar düşünüldüğünde "köylü" nün yeryüzündeki her türlü kıtlığa (ülkeler arası ticari anlaşmalar, ekonomik gidişatlar, sanayi toplumunun sağlam para kaynaklarında işlerin yolunda gitmemesi) hiç bir şekilde boynu bükülmeyecek, zaruret halinde kalmayacaktır. Dolayısıyla "köylü" kimseye muhtaç olmadan, kimsenin avucunun içine bakmadan ihtiyaçlarını -yeri geldiğinde başkalarının da ihtiyaçlarını-karşılayabilecek durumdadır. Bu bakımdan "köylü" kendi değirmenini kendi döndürebilmekte, kendi yağında kavrulabilmektedir. Bu da "köylü" yü her bakımdan modern yaşamdan ayırır. Böylece "köylü milletin efendisi" sözü saygıyı ve "köylü" nün yaptığı icraatlara daha dikkatli bakma gerekliliğini ortaya çıkarır. "efendi" sözcüğünün burada özellikle kullanım sebebi "kendi kendine yetebilme gücü" olarak düşünülebilir.

Lakin. Yine de işini bilen iktidarların sayesinde tarım ile uğraşan birçok kişi "banka" ve "faiz" e bulaştırılmıştır. Yani "kendi kendine yetebilme gücü" elinden alınmıştır. Memleketin gün geçtikçe daha "medeni" hale geldiği de düşünülürse "köylü" nün ne "köylülüğü" kalmıştır, ne de "efendiliği". Tabii ki bu "efendi"lik bitti anlamına gelmez. Aynı zamanda da yozlaşma sona erdi anlamına hiç gelmez.

2. GÖRÜŞ
Atatürk’ün erken cumhuriyet dönemindeki korporatist görüşlerinin bir örneği olarak gösterilebilecek önermedir. Aslında köylüden değil çiftçiden bahsedilmektedir. Çünkü o dönem için bu ikisi farklı kavramlardır. Köylü sadece kendi geçimi için üreten ve ürettiğini tüketen bir anlam ifade ederken çiftçiye yeni devletin ihtiyaç duyduğu sermeye birikimini yaratabilecek bir zümre olarak bakılmıştır. Nitekim bu yüzden aşar vergisi kaldırılmış ve tarıma büyük önem verildiği vurgulanmıştır. Bütün iktisatçıların vurguladığı "politikaların psikolojik unsuru"nu Atatürk de anlamış olacak ki kalkınma yolunda köylüyü daha doğrusu çiftçiyi daha aktif hale getirmek için bu kelamı etmiştir.

3. GÖRÜŞ (Bu görüşte doğruluğu bilimsel olarak kanıtlanmamış ideolojik şablonlar vardır. )
Atatürk gibi onlarca ömre bedel kişisel tecrübesi bulunan ve batı tarihi hakkında da epey kitap okumuş bir insanın, muhtemelen politik nedenlerden ötürü sarf etmiş olduğu, lakin sonradan bu kadar ciddiye alınacağını tahmin etmiş ve hiç söylememiş olmasını dilediğim sözü.

Elbette bu tip sosyolojik ve politik yorumlar yapabilmek, aramızdaki bir kaç nesillik fark yüzünden, bizim için daha kolay. Daha fazla bilgiye daha kolay ulaşabiliriz ve dahası, insanlık Atatürk’ten sonra, faşizmin uç noktasına, sosyalizmin uygulanışına, soğuk savaşa, küreselleşmeye ve bilişim devrimine tanıklık etti.

Bütün bunları gördükten sonra, tarihin daha kolay analiz edilebildiği bir evrede yaşayan bizlerin, böyle bir fikri savunabilmesine imkân yok. Atatürk inanarak söylemiştir veya politik amaçla söylemiştir, önemli değil, artık 21 yy.dayız ve bu saatten sonra köylüyü milletin efendisi sanmak, hele ki sırf Atatürk dedi diye, bağnazlıktır.

Tarih boyunca köylüler topraktan ayrı bir birey olmadılar, toprakla birlikte alınıp satılan bir maldılar. Elbette ki tarım toplumlarından bahsediyoruz, Venedik gibi ticaretle uğrasan deniz toplumlarında veya Osmanlı öncesi Türkler gibi göçebelerde böyle bir kavram yok. Neyse efendim, sonuçta köylünün topraktan ayrı değeri yoktu ve çoğu zaman da işe yarar hayvanlardan daha değersizdi.

Ne zaman ki endüstri devrimi oldu, o zaman toprağa bağlı köylü kavramı da yıkıldı. Bu köylü yığınlarının çoğu dağılarak isçi kesimini, memurlukların bir kısmını ve aynı dönemde ortaya çıkan milliyetçiliğin doğurduğu ulus-devletlerin "kadrolu" askeri gücünü oluşturdu.

Lakin ayni dönemlerde bizde, yani Osmanlıda, bu saydıklarımın hiçbiri olmadı. Çünkü Osmanlı gerçek anlamda hiç bir zaman, bütün batı yanlısı reformlara ve Fransız etkisine karşın, endüstri devrimini gerçekleştiremedi. Küçük çaptaki endüstriyel hareketlerin hepsi, ülkemizde GSMH’nın yarısına eşit sermaye yatırımı yapmış bulunan Fransa’ya ve diğer batılı “Great Power” lara aitti. (Osmanlı iflasını ilan ettiğinde, bu kadar büyük yatırımların geri alınamayacağının anlaşılmasıyla Fransa’da yer yerinden oynamıştı. Almanya ise elbette endüstrileşmenin omurgası olan demiryolu hattını kendi stratejik çıkarları için yapmıştı, yani hicaza bağlantı sağlayıp, Ortadogu’daki İngiliz ve Fransız girişimlerine lojistik üstünlükle cevap verebilmek içindi. Bir ilginç nokta da bütün bunların olduğu sırada, o toprakların hala harita üstünde Osmanlı toprağı sayılmasıdır.

Neyse efendim, konudan fazla sapmayalım ve diyelim ki Avrupa’nın aksine, gerçek bir endüstrileşme atılımı gerçekleştirememiş Osmanlı imparatorluğu yıkılınca, hala nüfusun hemen hepsini oluşturan köylüler ve köylülük kültürü Türkiye Cumhuriyetine miras kaldı. Bu dönemde ülkemizde birleştirici unsur olarak İslam yerine Türkçülük hareketine ağırlık verilince, ölen, sürülen veya kaçan azınlıklar beraberlerinde bütün ticaret, sanat ve zanaat kültürlerini de götürdüler. Osmanlıyı yüzlerce yıldır bu yönden ayakta tutan bu gayrimüslim azınlıkların yokluğunda, geriye kalan, savaştan yeni çıkmış, güçlü bir lider yönetimindeki köylü(halk) ve asker(devlet yönetimi) topluluğuydu.

Savaştan yeni çıkıldığı için ve en etkili şekilde çabucak toparlanmak gerektiği için ülkede başında Atatürk’ün olduğu çok merkeziyetçi bir yönetim kuruldu. Bu sayede hızla reformlar yapıldı, lakin bir yan etki olarak, ilerleyen yıllarda ülke yönetimi askerler/devlet tebaası bir yana, vasıfsız isçiler/köylüler bir yana olarak ayrıldı. Bu çok önemli bir noktadır ve daha fazla açıklanmayı hak eder...

Avrupa’da keşifler çağının ve endüstrileşmenin yarattığı sermaye birikimi bazılarımızın sevmediği bir kavram olsa dahi, ülke yönetimindeki güç dengesinin sağlanması için önemli bir unsurdur ve bizde eksik kalmıştır. Sadece büyük sermayenin değil, küçük burjuvazinin de olmayışı, hem de tarihimiz boyunca, bu bağlamda çok zararlıdır. Zira gücünü örneğin ticaretten kazanan küçük burjuvazi, devletin büyük oyuncularıyla halk arasında bir tampondur ve halk içinde herhangi bir hareketin yayılabilmesinin anahtarıdır. (reform ve Rönesans hareketleri, aydınlanma çağı gibi devrimler başarılarını bu küçük burjuvaziye borçludur)

Aldığı miras itibariyle bütün bunlardan yoksun Türkiye Cumhuriyeti' nde, bu merkeziyetçi yapılanma, köylü/asker (veya devletten geçinen/vasıfsız diğerleri) arasındaki uçurumu derinleştirmiştir. İşte bu nedenledir ki köylünün Türkiye’de hiçbir zaman en ufak bir gücü olmamıştır. Burjuvazinin yardımı olmadan doğru düzgün organize olamadıkları ve ellerinde hiçbir koz bulunmadığından, tüm kuvvetler dengesi devletin tarafına kaymış, bu yüzden demokrasi unsuru olarak bile önemleri kalmamıştır.

Sorun ne islamda, ne de Türklüğümüzde. Değer yargılarımızdaki (ya da devletin değer yargıları mı demeliydim) ve kültürümüzdeki bir takım çarpıklıkların, tarihsel nedenleri var ve buraya kadar yazdıklarımın bir özeti olarak, bu nedenler: Osmanlının ekonomik/teknolojik ilerlemeye ayak uyduramayışı, sonuç olarak politik ve askeri anlamda çöküşü, bunların sonucu olarak fiilen çöküşü, yerini yeni ulus-devlet modelinin alması, bu esnada azınlıkların ülkeden kovulması/kaçması, geriye kalan harap ülkenin toplumunun ikiye ayrılıp gücün sadece bir kesimin elinde bulunması.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder