4 Nisan 2007 Çarşamba

Efendilik köylüde kalsın. Tahrik yok!



Sali Dayı, Şaban Dayı ve Selfettin Dayının Süleyman





Vaktiyle söylenmiş özlü sözlerin peşine düşmek ayrı bir macera. İnsanın aklı gel git oluyor. Bizim kafa “Köylü milletin efendisidir.” lafına bir takıldı. İçimizde yağlar eridi.


Kızım elindeki gazeteyi suratından aşağı indirip sordu. “Babaa! Köylü milletin efendisidir ne demeek?”  Allah Allah çektim içimden. Bizim kızın bugüne kadar görüp gördüğü ya Arnavutköy’ün ya Kadıköy’ün ahalisi. Bir de Bodrum’a arabayla gidip gelirken yolda gördüğü çapacılar. Görmesi de uzaktan. Onlar da Gucci heybe taşımadığından zaten ilgisini çekmez. Şimdi bu soru nereden düştü aklına? Elindeki gazetenin tepesinde gördüğü haber fişteklemiş bizimkini. Her şeyi merak ediyor. Dokuz sene Londra’da kalıp döndükten sonra böyle oldu.  Aslında haber zararsız. “Milletin efendisi köylü zor durumda.” başlığının altında ekonomik bir iki kalem var. O kadar! Tarım ürünlerinin para etmemesine dair bir iki de rakam.

SAKIN KORKMA.
Bizim kızın kafası, Türkiye’nin nasıl işletildiğine daha basmadı. “Köylü milletin efendisi.” sözcüklerini görünce paniklemesi bundan. Zannediyor ki Nişantaşı’nda gezinirken önüne tengirdekli şapkalı, şalvarlı, beli kuşaklı biri çıkacak. “Dur şehirli.” deyip bizim kızı zorla kaldırımdan indirecek. Veya Beymen Brasserie ile Reasürans Pasajı’ndaki mekânlara girmek için köy muhtarından ilmühaber kâğıdı istenecek. Kızı hem eğitmek hem rahatlatmak lazım. “Kızım.” diye başladım lafıma. Gözünü dikmiş bana bakıyor. Bir iki yutkundum, devam ettim. “Köylü milletin efendisidir. Çünkü biz buğdayla beslendiğimizden. Buğdayı da köylü ürettiğinden.” Olmadı. Dersine iyi çalışmayan çocukların tahta başında gevelemesine benzedi. Üstelik daha “beslenme.” lafını eder etmez bizim kızın dikkati başka yöne gitti. “Buğdayla besleniyoruz.” dedikten sonra mutlaka kalori tartışmasına da girmek lazım. Şu sıralarda mısır gibi patlatılmış pirinç gevreği ile beslendiğinden tartışma derinleşecek. İster istemez konuyu Atatürk’ün üzerine yıktım.

NO WAY OUT
Bir tartışmada sıkıştığın zaman en iyi çare budur. Topu Atatürk’e atarsın. Daha olmadı. Ayağa kalkar İstiklâl Marşı’nı söylersin. Tartışma kalabalık bir ortamda yapılıyorsa, sineye sakladığın Türk bayrağını çıkarıp Ali Desidero gibi ahaliye tutmak da bir çaredir. Bu numarayı eskiden Anadolu’ya giden çadır tiyatrocuları yapardı. Oyun beğenilmedi diyelim. Seyirci suskun bakıyor. Aktörlerden biri koynundan Türk Bayrağı’nı çıkarıp ahaliye doğru tuttu mu salon alkıştan kırılırdı. Biz sadece birinci maddeyi uyguladık. Atatürk’e getirdik lafı. Köylüye neden milletin efendisi dediğini anlattık. Pek inandırıcı olmadı galiba. Çünkü ben konuşurken, kız yorum yapmadan elindeki Instyle Dergisi’ni karıştırıp duruyordu. Biraz kendi kendime konuşmuş gibi oldum. Buraya kadar yazdıklarımın içinde bir tek “milletin efendisi köylünün” giderek fukaralaştığı doğrudur. Dikkat buyurun! Köylünün bu efendiliğin hakkını nasıl verdiğini tartışmıyorum bile. Eğer böyle bir tartışma kalemi daha açarsak iş başka yerlere gidecek.

YÜKSEK İDARE.
Atatürk “Köylü milletin efendisidir.” dedi demesine de. O zaman köylülerin, sefaretlerin bulunduğu Çankaya Bulvarı’ndan gelip gidişi ne diye yasaklandı, bunu da anlatmak lazım. Şöyle izah edeyim.  Atamız bu lafı durduk yerde, kendi arkadaşlarına söylemedi. Bir yerde ediverdi. Sonra “vecize” niyetine her yere yazıldı. Köylüde okuma yazma yoktu o zamanlar. Ancak şehirlilerin hepsi okudu. Yabancı elçiliklerin mensupları da. Şimdi sen, poturunda kırk yama olan bir köylüyü elindeki çomakla eşeğinin gerisini dürte dürte Çankaya Bulvarı’na nasıl salarsın? Sefaretlerin elçisi, müsteşarı, askeri ataşesi o köylünün perişan halini görünce “Bu muymuş Türklerin efendisi.” diye birbirine sormaz mı? Memleketindeki büyüklerine “Bunların hali perişan. Efendi dediklerinin üstü başı artık yama tutmuyor.” raporunu vermez mi? İşte Atatürkümüz’ün bürokratları bunu gördü. Kendi aralarında “Aman! Milletin efendisi olduğu bu poturu yamalıların kulağına gitmesin. Yoksa zaptedemeyiz.” deyip, kavilleştiler. Hakikaten de işlerini iyi yaptılar.  Köylü, memleketin efendisi olduğunu çok partili hayata geçinceye kadar duymadı.

ÜLKE MUHTARI
Zaten iş bir duyuldu, o saatten sonra köylü hiç zaptedilemedi.  Barhanasını eşeğine yükleyen şehre koştu, gecekondusunu dikti. Her tarafı kendi köyüne döndürdü. Bu gerçeği bilmesine biliyoruz da bir türlü kabul edemiyoruz. Şehirli kısmı da böyledir işte. İnatta köylüden bir iki karış ileridedir. Bir işin gerçeğini asla kabul ettiremezsin. Halbuki bir kabul etse kendi de huzuru bulacak. Köylü, şehirli ayırımı kalmayacak. Önümüzdeki Mayıs ayında da cumhurbaşkanı yerine Türkiye muhtarı seçip, rahatlayacak. Bu satırlar yazılırken, şahsi “Yol, su, elektrifikasyon” danışmanım Kemal Yıldırım ise beni izliyor. Bir yandan da “Köylülüğün iyi bir şey olduğunu” gösteren bir şiir üzerine çalışıyor. “Çaresizdim geldim ama. / Gurbeti ben mi yarattım?” mısraları ile başlamış. Şu sıralar çok hislenmiş durumda. Konuşacak hali yok. Belli ki köyünü özledi. En çok da ineğini. İstanbul’a göç ettiklerinde ineği “Yakında seni de yanımıza aldıracağız.” deyip kandırdığı geliyor aklına, vicdan azabı çekiyor. İnek mahzun. Kemal ondan mahzun. Ben aralarında kaldım. Kemal’le göz göze gelmemek için başımı havaya diktim. “İstikbâl göklerdedir.” 
/Selahattin Duman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder