6 Nisan 2007 Cuma

Köylülük Üzerine Bazı Notlar



Köylülük, Türkiye’de artık fiilen sürdürülemez bir sosyal kategoridir ancak temel meselemiz, şehirdeki köylülerin meslek sahibi üreticiler biçiminde yeniden organize edilmesinde yatıyor. Çare, köylülüğün tasfiyesiyle birlikte yeni bir şehirli kimliği inşâ etmek ve o kimlik etrafında yeni insânî ve medenî değerler yükseltmektir.


“Köylülükten kurtulmak gerektiği” sözünün telâffuzu bile, sanki orada dinî, etnik veya ailevî aidiyetlere hakaret ediliyormuş gibi tepkilere yol açıyor. Köylülük, sahiplenilmesi, savunulması gereken bir kimlik midir veya köylülükten kurtulmak gerektiği sözü, ahlâkî bir değere saldırı anlamına mı gelmektedir? Bu yazıda “köylülük” kavramı üzerinde duracağız.

“Köylülük” kavramı bana göre ahlâkî bir değer olmaktan ziyade, sosyolojik bir kategori olarak anlaşılmalıdır. Köylülüğün tasfiyesi, endüstrileşen toplumların günün birinde mutlaka uğramaları gereken bir istasyondur. Günümüzün şehirleri, endüstri çağı öncesinin şehirlerinden çok farklıdır. Endüstri çağından önce nüfusun pek az bir (takriben yüzde 10) kısmı şehirlerde yaşamaktaydı ve şehirli nüfus, köy hayatına göre daha karmaşık ve ileri teknikler uygulamayı gerektiren üretim işlerinin organizasyonu ile ilgili meslek erbâbından (zanaatkârlar, eğitimle uğraşanlar, tüccarlar, hukukçular, esnaflar, askerler ve yönetim işlerini yürüten bürokratlar) ibaretti. Köyler ise nüfusun ezici çoğunluğunu barındırıyor ve besliyordu. Köy, kendine yeterli bir yerleşim birimi olmak zorundaydı; tarım ve hayvancılık üretiminin gerçekleştirildiği ana merkez olması itibariyle iktisadî açıdan köy kendi ihtiyaçlarından fazlasını üretebiliyordu. Sair mesleklere ve hizmetlere duyulan ihtiyaç ise nadir hallerde dışardan karşılanmakla beraber genellikle birden fazla zenaatı şahsında toplamış (soğuk demirci, dülger, nalbant, sınıkçı, saraç vb.) becerikli insanların birbiriyle dayanışmasıyla çözümleniyordu. Ne var ki teknik nitelikte mal ve hizmete duyulan ihtiyacın köy ortamında iptidai seviyede karşılanabilmesi sebebiyle bu gibi kabiliyetler “uzman” kimliğine bürünemiyor ve en çok kalfa seviyesinde ilerleme imkanı bulabiliyordu. Köyle şehir arasındaki ilişkiler bugünle kıyaslanmayacak derecede donuk ve hareketsizdi ve böylece köy ve şehir, birbirinden bağımsız şekilde kendi içinde dengeler meydana getirerek varlıklarını uzun süre devam ettirdiler.

Batı Avrupa’da köylerin çözülmesi, İngiltere’de başlayan Sanayi İnkılabı ile farkedildi. 20. Asrın başlarında Batı Avrupa’da köylülük ve köy hayatı tarihî bir tasfiyeye uğramış durumdaydı. Köylü nüfusun şehirlere göçerek sanayi işçisi ve sair hizmet sektörlerinde istihdam edilmesiyle kendini hissettiren bu süreç hiç de kolay geçmedi. Boşalan kır alanlarında tarım üretimi, makinalaşma ve ileri üretim teknikleri ile telafi edilirken şehre yerleşen köylüler ağır sosyal bunalımların içinde kaldılar ve tabiatıyla çok ağır bedeller ödeyerek neticede şehirli (burjuva) kimliği edindiler.

Türkiye’de süreç, geç ve batıyla mukayese edilmeyecek derecede insaflı işledi. 19. Asrın sonlarında Haliç kıyısında ilk Türk sanayi işletmeleri kurulurken Batı Avrupa’da köylülük çoktan tasfiyeye uğramıştı bile. Bizde sanayileşme dalgasının en çok hız kazandığı zaman kabaca, 20. Yüzyılın ikinci yarısına denk geliyor. Bu yarım asır içinde, özel sektörün sermaye yetersizliği yüzünden devletin önderliğinde serpilen sanayi kuruluşları, kitlevi bir işçi sınıfı oluşmasına meydan vermeyecek derecede dar çaplı kaldı ve bu kuruluşlarda çalışan işçiler, Avrupa’da vaktiyle büyük sıkıntılara göğüs germiş proleter sınıfın çektiği eziyetlere mâruz kalmadan ortadirekliğe terfi ediverdiler. Türkiye’de şehirleşmenin çekici gücünü sanayi ihtilâlinden ziyade haberleşme ihtilâli kamçıladı. Köy elektrifikasyonu ve televizyon yayınlarının yaygınlaşması, Türk köylüsünün üretim gücü ile erişmesine imkân olmayan bir tatlı hayatı gözler önüne serdi; tüketim listeleri kabardı. Türk köylüsü artık kendi dışındaki dünyayı farketmişti. Devletin yüksek subvansiyonları ile desteklenen tarım üretiminin getirisi ile televizyonda sergilenen hayat tarzına erişmek mümkün olmadığı için son yirmi sene içinde köyler boşaldı ve Türkiye’nin nüfus dengelerinin kum saati, “köy-şehir” itibariyle tersine döndü. Bugün, sadece ekilebilir arazi tapusu beyan etmek suretiyle köylüye ödenen karşılıksız yardımlar bile köylüyü köyde tutmaya yetmiyor. Türk köylüsü ekip biçtiği zaman daha çok zarar eden bir tüketici durumuna geldi. Bundan sonra köy ve köy hayatını bekleyen muhtemel gelişme, tarım topraklarının mülkiyet itibariyle büyük öbekler şeklinde birleştirildikten sonra modern tarzda üretim yapan tarım firmalarının tasarrufuna açılmasıdır.

Bu mânâda “köylülüğün tasfiyesi”, şehirde yaşayan köylü nüfusun şehir değerlerine sahip çıkması, hatta o değerlerin yeniden üretimine katkıda bulunması temennîsini taşıyor. Köylülük, Türkiye’de artık fiilen sürdürülemez bir sosyal kategoridir ancak temel meselemiz, şehirdeki köylülerin meslek sahibi üreticiler biçiminde yeniden organize edilmesinde yatıyor. Bu noktada Türkiye’yi yönetenler tıkanıyorlar ve tıkanıklık hali, büyük şehirlerin perişan manzarasında açıkça kendini hissettiriyor. Metropol şehirlerinde bir nevi “getto”laşma eğilimi bariz haldedir. Üst gelir grubuna mensup olanlar, özel güvenlik tedbirleriyle korunan ve duvarlarla yakın çevresinden tecrid edilmiş minicik ‘kent’lerde ve sitelerde yaşamayı tercih ederken, şehrin çevresinde yer alan gecekondu semtlerinde özel terkipli mahalleler oluşmaya başladı. Şehirlerde mal ve can emniyeti büyük tehdit altına girdi. Alt yapı hizmetleri en küçük krizde tamamen duracak derecede dayanıksız ve esneklikten mahrum. Suç çeteleri ve daha büyük ölçekli mafya kuruluşları, şehrin suç haritasını parsellediler ve denetlenemeyen kara para trafiği, görünmez hareketliliği ile şehirlerde yeni suç-istihdam sektörleri yarattı.

Şehirler artık medenî değerleri üreten ve düzenleyen ağırlıklarını kaybetmiş bulunuyorlar; oysa ki dünyanın her yerinde şehirler medeni değerlerin üreticisi olmuşlardır; ortak yaşamanın doğurduğu girift problemlerin çözüm yeri şehirlerdir. Bilimler, sanatlar, hırfetler, uzmanlıklar, üretkenlik, eğitim, hukuk, nezaket, karşılıklı saygı ve bir arada yaşama edebi gibi varlığı ve çokluğu ile övünç duyulan her şey şehirlerin eseridir. Türkiye’de şehirler bu bakımdan büyük bir verimsizliğin içine düştü ve şehir değerleri sindirildi. Köylülüğün tasfiyesi, şehirlerin yeniden medeni üretkenliğini kazanmasının, yeniden yaşanılır ve güvenilir beldeler haline gelmesinin bir parçasıdır. Köylülerin yeniden köyüne dönmesi artık imkânsız; mevcut hâl ile yetinmek, hatta idâre etmek de imkânsız.

Çare, köylülüğün tasfiyesiyle birlikte yeni bir şehirli kimliği inşâ etmek ve o kimlik etrafında yeni insânî ve medenî değerler yükseltmektir. Medeniyetler şehirlerde doğar ve orada yıkılırlar. Bugün seyretmekte olduğumuz bir yıkılış manzarasıdır ve herkes seyirci olmakla yetinirse yıkılış kaçınılmazdır.
/ Ahmet Turan Alkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder