6 Nisan 2007 Cuma

Köylülük, Kentlilik



Büyük Atatürk “köylü milletin efendisidir” demiş. 600 yıllık imparatorluğun sonunda endüstri devrimini pas geçmiş, nüfusun ve dolayısıyla yurdu kurtaran askerin çok büyük kısmının köylü olduğu, çivi yapacak fabrikası dahi olmayan, ulusal üretiminin tamamına yakını tarım ve hayvancılık olan genç cumhuriyetimizin ilk yılları için doğru bir söz. Efendilik yakıştırmasının yanına veya karşısına kentliyi tanımlamak için ne koyacağımız konusunda bir sorun olabilir ama irdelemek istediğim bu değil.


Köylülük köyde yaşamanın koşullarıyla şekillenmiş bir yaşam biçimi. Köylü günlük yaşantısındaki eylemleri öylesine ferah bir çevrede yapar ki bundan dolayı diğerlerinin özgürlük alanlarına girmesi gerekmez. Evinde ister takunyayla yürür, ister türkü çağırır. Altında, üstünde, bitişiğinde rahatsız edeceği kimse yoktur. Bahçesinde bostanında kuzu çevirse kokusundan değil ancak dumanından fark edersiniz.

İşine giderken aracını kimseyle paylaşmadığı için “önce inen insin, sonra binen binsin” gibi kuralların farkında değildir. Evi ile tarlası arasında yoluna çıkan köylüsünün yanından araba veya traktörü ile geçip gitmesi kimseye bir sorun çıkarmaz, sonuçta herkes gideceği yere kendi hızı ile varır.

Muhtara işi düştüğünde sıra beklemesi gerekmez, hatta muhtarı evden çağırıp işini halleder. Sıraya girme gibi bir alışkanlığı yoktur. O işini yapmağa gittiğinde yapar ve döner.

Yani günlük yaşamında başkalarını rahatsız edecek bir şey yapamadığı için başkalarının rahatsız olup olmaması veya haklarına tecavüz etmeme diye bir kaygısı yoktur.

Bütün bunlar kötü değildir. Doğal ve normaldir, koşulların gerektirdiği, yani olması gerektiği gibidir.

Kentlilik de benzer şekilde kentte yaşamanın koşullarının belirlediği yaşam biçimi. Fakat yaşadığımız ve çalıştığımız yerlerdeki, işe gidiş gelişlerdeki, ortak olanaklardan faydalanmadaki yoğunluk köydekinin tam tersine çok büyük oranda diğerlerinin kakları ve özgürlüklerine dikkat etmemizi gerektiriyor.

Sorun, köylü kente geldiğinde ortaya çıkıyor. Bir çoğumuzu rahatsız eden ve ülkemizi yaşanmaz bir yer haline getiren günlük sorunları şöyle bir düşünürseniz bunların çok büyük bir çoğunluğunun “başkalarının hakkına saygısızlık” sorunu olduğunu görürsünüz.

Onların kentli görünüşlerine aldanmayın, otomobil sürerken siz dönme şeridine girmişken ta en son noktaya gidip burun koyan, trafik sıkıştığında emniyet şeridinden ve hatta kaldırımdan herkesi enayi yerine koyup öne geçen, otobüse, trene binerken kapı açılır açılmaz Ulubatlı Hasan gibi içeri atılan, vergi dairelerinde, hastanelerde, bankalarda kendinden önce gelenleri ekarte etmek için fiziksel – taktiksel her yolu deneyen, balkonunda mangal yapan, salonundaki televizyonunu balkondan duyabilmek için sesini sonuna kadar açan, kornasını çevre ile iletişimin normal bir aracı olarak kullanan, kentte yaşadığı halde köylü tarzı yaşamakta direnenler hep bu tanımın içine girer.

Tekrar hatırlatıyorum, köylülük veya köylüler kötüdür demiyorum, sorun köylü yaşam tarzını şehirde devam ettirmektir. Yoksa köylerdeki yaşam o koşullara göre gayet normaldir ve ben de köyde doğsaydım sanırım ne bundan farklı olur, ne de bunun farkında olurdum. Zaten kaçımızın dedesi kentlerde doğmuş ki?

Köylerde yaşayan vatandaşlarımızın bu konuda hiçbir kusur ve sorumluluğu yok. Sözüm onlara değil. Sözüm son 50 yıl içinde kente göç etmiş ama köylü yaşam tarzlarını değiştirmemekte direnenlerle ve onlara ayak uyduranlara.

Zaten bugün köylerde yaşayanlarımızın büyük bir bölümü yıllar önce kente göç etmiş ama değişmemekte direnenlere göre daha fazla yol almış durumda.

Aslında kente göç eden köylü bir süre sonra uyum sağlar ama bu kadar kısa sürede bu kadar çok göç alan kentler maalesef köye ayak uydurmak zorunda kaldı, yani teslim oldu.

Artık bir çok kentlimiz, yeni yaşam tarzına ayak uydurabilmek için köylüleşmiş durumda.

Bu sorunları yaşarken bazı mizah dergilerinin öncülüğünde eleştiriler ve “kıro”, “maganda” gibi aslında kimsenin üzerine alınmadığı ve dolayısıyla kendine pay çıkarmadığı sıfatlar üretildi ama bunlar aramızdaki muhabbetlerde içimizi dökmekten öte bir anlam ifade etmiyor.

Sorunun çözümü, sihirli ve her derde deva sözcükte: eğitim. Ama eğitimi yönetenler yaşanan sorunların farkında olmadıkça eğitimden de pek ümit yok. Zaten eğitim kurumları da diğer kurumlardan farklı durumda değil.

Ama durum yine de o kadar ümitsiz değil. Yani bu sorunlar ve çelişkiler yaşandıkça, yeni nesiller yavaş yavaş farkında olmadan kentlerdeki yaşama ayak uyduracak. Kent açısından sorun geçici ama olan bize olacak. Çünkü biz de geçiciyiz ve bu sorunların düzeldiğini görmeye çoğumuzun ömrü yetmeyecek.

Kentlerde yaşayanların çoğunluğunun “diğerlerinin hakkına tecavüz ediyor muyum” diye bir kaygısı olduğu anda birçok sorunumuz çözülmüş olacak.

Olaya bu açıdan bakarsak Almanya ve diğer Avrupa ülkelerindeki yurttaşlarımıza karşı oluşan antipatinin de nedenini daha kolay anlarız. Bunun sıkıntısını hak etmediğimiz halde maalesef hepimiz çekiyoruz.

Not : Biz, misafirperver bir ulus olarak böbürlenmeye devam edelim, günlük yaşamda birbirimizle ve kurumlarla olan ilişkilerde uygar yaşam biçimi ile hiçbir şekilde bağdaşmayan ciddi davranış bozuklukları var. Bu yazının amacı bunu sorgulayıp tartışmaya açmaktır. Bu sorunun kuşkusuz başka bileşenleri de var. Aramızda bundan büyük rahatsızlık duyan bir kesim olduğunu da görüyorum. Bu durumdan rahatsız her aydının bunun sorgulanmasına katkıda bulunmaya borcu vardır. “Ne yapalım biz böyleyiz” deyip sıyrılamam, çünkü ben böyle değilim.
/Tamer KAPLAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder