18 Kasım 2007 Pazar

Anadolu Uygarlıklarının İzinde Buğdayın Kökleri



Türkiye, çok çeşitli zenginlikleri barındıran, şanslı bir coğrafya üzerinde yer alıyor. Genellikle "tarihi ve doğal zenginliklerimiz" olarak özetlenen bu değerlerimizin arasına, hem ekonomik hem kültürel açıdan ülkemizin en önemli ürünlerinden ‘buğday’ı eklemek yerinde olur.



2000 yılında, dünya üretiminin yüzde 3.6’sını karşılayan Türkiye (BM Gıda ve Tarım Örgütü-FAO, 2000), dünyanın en önemli buğday üretici ve tüketici ülkeleri arasında yer alıyor. Yadsınamaz ekonomik öneminin yanında buğday, yurdumuzda toplumsal ve kültürel, aynı zamanda da tarihi hatta arkeolojik bir değer. Zira, buğdayın yurdumuz topraklarındaki öyküsü, pek çoğumuza hayal etmesi bile güç gelebilecek kadar eski zamanlara; okuduğumuz, bildiğimiz tüm uygarlıklardan öncelere uzanıyor. Buğday, insanın bugün ulaştığı yaşam biçimini belirleyen devrim niteliğindeki değişikliklerin, üstelik de bugün üzerinde yaşadığımız coğrafyada meydana gelen değişikliklerin merkezinde yer alan değer. Nasıl mı? İşte başlıyoruz:

Günümüzden 12 bin yıl önceye gidelim. Göçebe insan toplulukları, eski dünyada uzun süren buzul çağının ardından gelen daha elverişli iklim koşulları sayesinde sayıca çoğalmaya ve doğada hazır bulduklarından daha fazla yiyeceğe gereksinim duymaya başladılar. Bunlar arasında, bugün "Verimli Hilal" dediğimiz bölgede yaşayanlar diğerlerine göre daha şanslıydılar. (Verimli Hilal, bugünkü İran, Irak, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin’i kapsayan yay biçimindeki bölgenin adıdır, bkz. Şekil 1.) Çünkü bu bölge başta buğday ve arpa olmak üzere pek çok tahılın yabani atalarının merkezidir ve insanların küçük, ama elde etmesi kolay ve besleyici değeri yüksek buğday ve arpa tanelerini fark edip diyetlerine ve yaşamlarına katmaları kadar doğal bir şey olamazdı. Önceleri bu iki tahılı doğadan toplarken, zaman geçtikçe kendileri ekip biçmeye başladılar. Bu durum, günümüzden bakınca algılanması zor büyüklükte bir sonucu beraberinde getirdi: İnsanlar, var oldukları ilk günden beri, binlerce yıldır sürdürdükleri göçebe avcı-toplayıcı hayat biçiminden yerleşik-üretici yaşama geçtiler, çünkü ekim ve hasat aynı yerde uzun süre kalmayı gerektiriyordu. Olasılıkla, uzunca bir süre her iki yaşama biçimi de beraberce götürüldü, ama sonunda, günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce yeryüzünde tarım yapılan ilk insan köyleri güneydoğu Anadolu’da ve kuzey Suriye’de görülmeye başladı (Nesbitt ve Samuel, 1996). Suriye’deki Abu Hüreyra ve Türkiye’deki Cafer Höyük, Çayönü, Nevali Çori gibi arkeolojik ören yerleri bu ilk tarım köyleri arasındadır. Bundan sonraki 1500 yıl içinde de buğday tarımı güneye (Örneğin Ürdün Vadisi’ndeki Beidha), doğuya (İran’daki Jarmo ve Ali Kosh) ve batıya (Orta Anadolu’daki Aşıklı Höyük, Can Hasan III ve Çatalhöyük) yayıldı (Nesbitt, 2001). Avrupa’da ele geçen en eski kültür buğdayı örnekleri Yunanistan’dan elde edilip M.Ö. 5900 yıllarına tarihlenenlerdir (Nesbitt ve Samuel, 1996). Neolitik (Yenitaş Çağı) olarak adlandırılan bu döneme ait yerleşmelerden, düzenli olarak ele geçen buğday kalıntıları tarımın, artı ürünün, yerleşik yaşamın ve toplumsal değerlerin ortaya çıkmaya başladığı ilk zamanlarda buğdayın insanlar için vazgeçilmez yerine işaret etmektedir. Daha sonraları Anadolu’da görülmeye başlanan siyasi yapılanmalar ve büyük devletler döneminde ise buğdayın ekonomik ve kültürel önemi geride bıraktıkları büyük miktarlardaki buğday stokları ve kayalara oydukları dinsel sahnelerden izlenebiliyor. Örneğin, Anadolu’daki en eski ve ilk imparatorluğu kuran Hititlerin Çorum yakınlarındaki başkenti Hattuşa’da, M.Ö. 13. yüzyıla tarihlenen 4200-5900 ton kapasiteli buğday siloları bulunmuştur (Seeher, 2001). Yine Hititlere ait Konya yakınlarındaki İvriz Kaya Kabartması ise buğdayın toplumsal ve dinsel önemine işaret ediyor (Şekil 2). Van’a bağlı Patnos’ta, M.Ö. 800-700’lere tarihlenen Urartu tapınak ve sarayının yakınlarında da ortaya çıkarılan zahire siloları ve ele geçen buğday kalıntıları (Balkan, 1964) benzer geleneklerin Anadolu’da binyıllar boyu devam ettiğine işaret ediyor. Buğday, Anadolu’da yer alan tüm uygarlıklarda, günümüze kadar önemini korumuştur.

Buğday, insan yaşamını ekonomik ve kültürel olarak etkilerken, insan da buğdayın evrimini etkilemiştir. İlk tarım köylerinde ekilen iki çeşit buğday vardı: Siyez (Triticum monococcum) ve gernik (Triticum dicoccum). Bunlar, yabani atalarına göre biraz daha iri taneli ama yine yabaniler gibi kavuzlu (taneyi sıkıca saran örtü) ve başağı taşıyan sapları yarı kırılgan yapıda türlerdi. Daha sonraki dönemlerde ise iri taneli, uzun boylu ve kavuzsuz, bu nedenle işlemesi çok daha kolay iki tür ortaya çıktı: Makarnalık buğday (Triticum durum) ve ekmeklik buğday (Triticum aestivum). Buğdayın geçirdiği bu genetik ve fiziksel değişiklikler, insanların kendi işlerine yarayan özellikteki buğdayları seçerek bir sonraki yıl ekmek üzere ayırmaları ile başlayıp zaman içinde birikerek oluşan seçilim baskısının sonucudur. Bugün tüm dünyada ekimi yaygın olarak yapılan yalnız bu iki türdür. Türkiye’nin bazı yüksek bölgelerinde ise çok kısıtlı miktarda da olsa, çoğunlukla hayvan yemi olarak siyez ve gernik tarımına rastlanmaktadır. Dünyanın başka bölgelerinde de yöresel iklim ve toprak koşullarına uygun, kısıtlı miktarda üretimi yapılan başka buğday türleri ya da alttürleri mevcuttur. Ayrıca, Avrupa’daki spelt buğdayı gibi (Triticum spelta) geçmişte çok yaygın olarak ekilirken sonradan makarnalık ve ekmeklik buğdaylar ile yeri değiştirilen ve kaybolan buğday türleri de vardır.

İşte dünyadaki bu buğday çeşitliliğini ve durum (makarnalık) ile ekmeklik buğdayların nerde, ne zaman ve nasıl oluştuğunu, nasıl yayıldığını anlamak, hem biyologları hem arkeologları fazlasıyla çeken bir konu olmuştur. Bu konuda iki çeşit temel bilgi kaynağı mevcuttur: Günümüzdeki yabanıl ve ilksel buğday türlerine ait örnekler üzerinde çalışarak geçmişe ait çıkarımlarda bulunmak ya da arkeolojik kazılardan elde edilen buğdayları inceleyerek o dönemler hakkında bilgi edinmek. En sağlıklı sonuçlar, bu iki bilgi kaynağının beraberce değerlendirilmesiyle elde edilebilir. Ülkemiz, her iki alan açısından da çok şanslıdır.

Ülkemiz yabanıl buğday türlerinin (Aegilops sp.) genetik çeşitlilik merkezidir. Orta Doğu ve ona komşu Akdeniz çevresi ile Batı Asya, 22 yabanıl buğday türünün yayılım gösterdiği alandır. Ancak 14 tür ile bunların en yoğun biçimde birarada bulunduğu coğrafya ülkemizdir (Van-Slageren, 1994). Ülkemizin her köşesinde rastlayabileceğimiz yabanıl buğday türleri, hem buğdayın ıslahı, yayılışı ve evrimi ile ilgili çalışmalarda hem de günümüzdeki makarnalık ve ekmeklik buğdayların kalitelerinin artırılması amacıyla yapılan genetik iyileştirme çabalarında büyük önem taşımaktadır (Şekil 3). Günümüze ait yabanıl ve ilksel (siyez) buğday örnekleri üzerinde yapılan çalışmalar, Diyarbakır’daki Karacadağ bölgesinin siyez çeşidi buğdayın tarımının başladığı yer olduğunu göstermiştir (Heun, 1998). Bu önemli çalışma, ülkemizdeki buğday varlığı ve çeşitliliği üzerine kapsamlı araştırmalar yapılması gereğini göstermektedir. Böylece, ülkemizin buğday tarihi, gelişimi ve iyileştirilmesi konularındaki henüz keşfedilme aşamasında olan büyük potansiyelini kullanma olanağı doğacaktır.

Arkeolojik ören yerlerinden elde edilen buğday taneleri yangın vb. olaylar sonucunda yüksek ısı altında havasız kalarak kömürleşmiş, böylece de günümüze kadar korunabilmişlerdir. Bunlar buğdayın ıslahı, evrimi ve dağılışı konularında doğrudan bilgi sağlayan kaynaklardır. Arkeobotanikçiler (arkeolojik kazılardan elde edilen bitki kalıntılarını botanik özellikleri açısından inceleyen biliminsanları) bu taneleri sınıflandırarak hangi buğday türüne ait olduklarını büyük doğrulukla saptayabilirler. Ayrıca, bu konulardaki bilgi edinebilirliğimizi artıran ve son 10-15 yıldır biyoloji ve arkeoloji dünyasını heyecanlandıran yeni bir bilim dalı doğmuştur: Biyomoleküler arkeoloji. Bu alanda uygulanan teknikler ile binlerce yıllık buğday tohumlarının içinde, çeşitli çevresel ve kimyasal etmenlerle çok küçük parçalara bölünmüş durumdaki genetik kalıtım materyali (DNA molekülleri) elde edilebilmekte ve çoğaltılarak üzerinde çeşitli genetik analizler uygulanmaktadır. Bu analizler sonucunda tür düzeyinde teşhisler ve günümüzdeki buğdaylar ile binlerce yıl öncekileri genetik düzeyde karşılaştırmak mümkün olabilmektedir (Bilgiç, 2002). Bu yöntemlere dayanarak yapılan deneysel çalışmalarla Anadolu’daki en eski buğday tarımı ile ilgili bilgi elde etmek mümkün olmaktadır. Bu çalışmalar göstermiştir ki, tarım köylerinde ekilen eski buğday türleri görünüşleri yönünden günümüzdekilere benzemekle beraber çok daha küçük tanelidir ve genetik düzeyde günümüzdekilerden farklıdır (Bilgiç, 2002). Bu sonuç, insan eliyle 12 bin yıl gibi evrim için kısa bir sürede buğdayın geçirdiği büyük genetik gelişime işaret etmektedir. Ayrıca, ekmeklik buğdayın Anadolu’da sanılandan daha eski tarihlerden beri bilindiği ve tarımının yapıldığı ortaya çıkmıştır.

Kısacası, her gün soframızı süsleyen, onsuz yapamadığımız ekmeğin ve buğdayın yurdumuzdaki tarihçesi, dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar eskiye, buğdayın insanın yaşamına girdiği ilk dönemlere dayanıyor. Üstelik bu topraklar için önemini ve güncelliğini hiç yitirmeden bugünlere ulaşıyor. İlk örneklerini görmeye başladığımız teknolojik yenilikleri içeren bilimsel araştırmalar ile bu alanlardaki geçmişimiz ve zenginliğimiz, gelecek yıllarda daha fazla ortaya konabilecek ve Anadolu’nun insanlığa armağan ettiği değerleri hem daha geniş bir çerçevede öğrenmek hem de buğdayın verimlilik ve kalitesinin artırılması amacıyla kullanmak mümkün olabilecektir.

Kaynaklar:
K. Balkan,"Patnos’ta Keşfedilen Urartu Tapınağı ve Urartu Sarayı", Türk Tarih Kurumu Yıllık Konferansları I, Türk Tarih Kurumu Yayınları XVII Seri No I, Ankara 1964, sayfa 235-243.
H. Bilgiç, "Türkiye’den Yabanıl ve İlksel Buğday Türlerinin Mikrosatelit Belirteçleri ve Arkeolojik DNA Analizine Dayalı Genetik İlişkileri", Doktora tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara 2002.
FAO, 2000, FAOSTAT Agriculture Database (http://apps.fao.org/cgi-bin/nph-db.pl?subset=agriculture)
M. Heun, R. Schafer-Pregl, D. Klawan, R. Castanga, M. Accerbi, B. Borghi ve F. Salamini. "Site of Einkorn Wheat Domestication Identified by DNA Fingerprinting", Science, 1997, 278: 1312-1314.
M. Nesbitt ve D. Samuel, "From staple crop to extinction? The archaeology and history of the hulled wheats" in Hulled Wheats: Proceedings of the First International Workshop on Hulled Wheats 21-22 Temmuz 1995, Pascoli, İtalya S. Padulosi, K. Hammer, ve Heller J. eds. IPGRI, Roma 1996, İtalya s. 41-100.
Jürgen Seeher, "Hattuşa Kazı Sonuçları" T.C. Kültür Bakanlığı, Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü 22. Kazı Sonuçları Toplantısı (22-26 Mayıs 2000, İzmir) Bildirileri Ankara, 2001. s. 303-314.
Van-Slageren, M.W., "Wild Wheats: A monograph of Aegilops L. and Amblyopyrum (Jaub. & Spach) Eig (Poaceae)" Veenman Drukkers, Wageningen, Hollanda, 1994.
 /Dr. Hatice BİLGİÇ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder